Bize umut vadeden sesleri duymayacağız. Umudun kendisi olduğumuzu, onurun, inancın kendisi olduğumuzu anlamayanları duymayacağız. Giderek daralan ablukanın ortasında kalakalmış bizleri görmek istemeyen dünyadan kopmak zor olmasa gerek. Ölü bir kuşağın ağırlığını bu yeryüzü nasıl kaldıracak? Asıl mesele bu -Cizre şehitlerine- Her şey nasıl başladı, kim başlattı diye düşünmeni istiyorum. Yalnızca bir an. “Kimin nasıl […]
Bize umut vadeden sesleri duymayacağız. Umudun kendisi olduğumuzu, onurun, inancın kendisi olduğumuzu anlamayanları duymayacağız. Giderek daralan ablukanın ortasında kalakalmış bizleri görmek istemeyen dünyadan kopmak zor olmasa gerek. Ölü bir kuşağın ağırlığını bu yeryüzü nasıl kaldıracak? Asıl mesele bu
-Cizre şehitlerine-
Her şey nasıl başladı, kim başlattı diye düşünmeni istiyorum. Yalnızca bir an. “Kimin nasıl başlattığının ne önemi var, her şey kızıl kan nehirlerine kapılıp gittikten sonra?” diyebilirsin ürkek ve mahcup bir öfkeyle. Ama burada, bu topraklarda hiçbir şey önemsiz değil. Her şey kendi anlamına denk bir değerle karşılanıyor. Bu toprakların çekiciliği belki de bu anlam deryasında yatıyor. Değer yitimine uğrayan çağın zihniyetine kafa tutmasında… “Uygarlığın değer erozyonuna karşı yeniden değerlerin yaratımı. Yaptığımız tam da bu!” diyoruz kendi aramızda.
Üniversite kampüsündeki tartışmalarımızı hatırlıyorum. Emek-değer ilişkili konuları hararetle tartıştığımız o günler yıllar öncesinde kalmış gibi. “Emeğine yabancılaşan emekçi, değerler sisteminden kopuyor demiştin bir defasında. Hak vermiştim sana. Dicle nehri kıyısına kurulmuş bu küçük kente yolculuğum ondan sonra başlamıştı. Küçük, dar dünyalarına sıkışmış ortalama çoğunluğun sessizlik korusuna katılmamak için. Dağ halkından olan anamın üzerimdeki emeğinin hakkını vermek ve ona yabancı kalmamak için. Dağ hikayeleriyle örülen çocukluğum gençliğe evrildiğinde dünyanın dağ eteklerinde başlayıp bittiğini öğrenmiştim. Herkesin, her halkın bir dağ hikayesi vardı. Yaratılış efsaneleri, mitoslar, yeniden doğuşlar, büyük aşklar, dervişane yolculuklar, başkaldırılar insanın dağla buluştuğu yerde başlıyordu. Bunu öğrenmiştim. Ve kendi dağına yabancılaşanın iflah olmaz bir değersizlik salgınına kapıldığını da. Ben onlardan biri olamazdım. İçimdeki dağ büyüdükçe kalbimin de büyüdüğünü ve kendi topraklarını aradığını fark ettim. Ta ki ölümsüz aşıkların sonsuzluğa uyandıkları bu kentin beni çağırdığını anlayana dek.
Şimdi tarih kokan Cizre kentinin enkaza dönüşmüş evlerinden birindeyim. İlk geldiğim günlerde henüz Mem û Zin’in kavuşma umuduyla adımladığı, nehrin sularına aşkın cehennemi güzelliğini fısıldadığı, Newroz sabahlarının ışıltılı sevincinin yaşandığı mahalleler bombalarla, tanksavarlarla delik deşik olmamış; ağzı açık bir yaraya dönüşmemişti. Geldiğim ilk günlerde herkesin gözlerinde bayrama hazırlanmanın heyecanını, telaşlı parlaklığını görmüş ve bu hazırlıklara ben de tereddütsüz katılmıştım. Kuşatmanın ortasında korkusuzca dikilen Cizre kadınlarını gördükten sonra hayatın ilk başladığı Dicle nehrinin sularına bırakmıştım ben de küçük dünyaların aldatıcı arzularını.
Yaşlı bir ana:
“Özyönetim nedir ki oğul?! Kendimiz hakkında kendimiz karar vermek istiyoruz sadece. Bunun neresi yanlış, neresi sakıncalı? Devlet bunca tank-topla şehri kuşattı ya, neyin zaferini kazanacak? Bu fikir, bu duygu bizim içimizde. Tank-top nasıl yok edecek bunu?” demişti. Bunu evini açtığında. Ankara’daki siyasetçilerden daha politik olan bura kadınları gerçekçe analizleriyle Washington’daki düşünce kuruluşlarını cebinden çıkartır inan bana. Bir Ortadoğu değerlendirmeleri var ki hayran kalırsın. Hayranlığım bu kadınların taşa, toprağa, kuşa, kurda, bilcümle varlığa karşı gösterdikleri merhamet ve şefkat karşısında büyüyor. Ağacın, çiçeğin ruhu olduğuna inanan bura halkının bir ruhu, bir iradesi ve bir kimliği olduğunu ise donmuş devlet aklı reddediyor. Reddettiği için her türlü canlılık belirtisine ateş açıyor durmadan.
Her şey nasıl başladı? Bunu anlatmalıyım sana. Önce uçan kuşun kanadını kırdılar. Önce duvar halılarında uğuldayan geyiklerin boynunu kırdılar. Önce oyun oynayan çocukların sektiklerinde kanamış dizlerini kırdılar. Her şeyin böyle başladığını anlattılar. Ondan sonra kentin tüm kuşları, geyikleri, çocuk ve genç kızları kendilerini savunmaktan başka yol olmadığını gördüler. Henüz çocuk yaştaki genç kızlar ve erkekler barikatların ve hendeklerin arkasına geçerek kendilerini, kentlerini, tarih ve geleceklerini savunmaya yöneldiler. Dicle kıyısının ötesine geçmemiş yaşlılar ve çocuklar devletin tüm öldürüm silahlarını, tank-top mermilerini öğrenmeye, nişangahları tahmin etmeye başladılar. Yine de bir çoğu hedef tahtası olmaktan kurtulamadı.
Kaç çocuk gözlerimin önünde vuruldu bilemezsin?! Kaç anne sırf evladının son nefesinde yanında olabilsin diye başlarındaki beyaz tülbenti çıkararak beyaz bayrağa dönüştürdü sayamazsın?! Beyaz bayrağa kaç kez kan damladı, kaç kez kurşunlarla parçalandı tahmin edemezsin?! Bütün bilmeler, ihtimaller, tahminler beyaz tülbentin beyaz bayrağa dönüştüğü anda yok oldu buralarda. Beyaz bayrak bir utanç gibi dünyanın sessizliğine çarpacak biliyorum.
Ablukanın, sokağa çıkma yasaklarının ortasında hayata tutunan halkımın yanında olmanın, zamanı geldiğinde onunla birlikte ölmenin verdiği huzuru anlatamam sana. Sıradan, bencil arzularının peşinde koşan kimse anlayamaz direnmiş olmanın huzurunu… Şu an sığındığımız bodrum katı son durağımız olacak. Yorgun bedenlerimiz açlığın, susuzluğun istilasına da karşı koyuyor. Zemheri soğuklar bedenlerimizi kaskatı kılmış ama ruhumuzdaki ateş yanı başımızdaki yoldaşı biraz da olsa ısıtmaya yetiyor. Yaralılarımız güleç yüzleriyle bodrumun karanlığını aydınlatıyor. Bulunduğumuz bina top atışlarının hedefi altında. Kurşun sesleri, bombalar durmak bilmiyor ve her patlama direncimizi insan üstü bir sınıra dayandırıp bırakıyor. Her patlama günlerin uykusuzluğuyla içine düştüğümüz bulanıklığın kuyusundan çekip çıkarıyor bizi. Cep telefonları artık işlevsiz durumda. Telefonun yokluğundan bir nevi tuhaf bir rahatlama yaşıyorum. Telefonun diğer ucundan kendini parlayan, bize çare olmak için çırpınan Faysal vekilin endişesini duymayacağız artık. Bize umut vadeden sesleri duymayacağız. Umudun kendisi olduğumuzu, onurun, inancın kendisi olduğumuzu anlamayanları duymayacağız. Giderek daralan ablukanın ortasında kalakalmış bizleri görmek istemeyen dünyadan kopmak zor olmasa gerek. Ölü bir kuşağın ağırlığını bu yeryüzü nasıl kaldıracak? Asıl mesele bu.
Açlık, yorgunluk, el ve ayaklarımızı hissizleştiren soğuklar bir yana susuzluk canımızı yakıyor. Boğazımızı yakan bir ateşe dönüşüyor susuzluk. Dicle’nin kıyısında susuzluktan içimiz kavruluyor. “Bir güvercin olsa şimdi. Dışarıya göndersek, salsak dünyaya. Bir zeytin dalı alıp gelse, anlasak kuşatmanın yarıldığını…” diyor bir arkadaş. Gülüyoruz. “Nuh tufanından geçmedik biz. Tanrıların gazabı değil, devletlerin gazabı üzerimize yağmakta…” diye bir tartışmaya giriyoruz kesik kesik sözcüklerimizle. Mecalsiz kalmış zaman atının yularına takılmış gidiyoruz. Bir kadın arkadaş gül yaprağının üzerindeki çiy tanelerine benzeyen sesiyle bir şarkıya başlıyor. Az sonra üzerinde öleceğimiz bu toprakları düşünüyorum. Aşkın, güzelliğin, gizemin, inceliğin, arayışın, yolun, yolculuğun, umudun topraklarını düşünüyorum. Bayram sabahlarını, akşamın hüzünlü anlarını, bakırı döven bakırcıların sabrını, altını, altının-gümüşün ruhunu yakalayan hünerli elleri, toprağı işleyen köylünün kavruk tenini anımsıyorum uzak bir geçmişi yad eder gibi. Kanın yoğun rengi dışındaki renkleri hatırlamaya çalışıyorum. Güneşin sarı-sıcak demetleri gibi, nehrin maviliğini, ay çiçeği tarlalarını, pamuk kozalaklarını, mısır püsküllerini, ılık bir rüzgarda dalgalanan buğday başaklarını anımsamaya çalışıyorum çocuksu bir inatla…
“Teslim olun!” anonsları yapılıyor. Şarkı devam ediyor. Terörist olarak çağrılıyoruz. İçimizde 12-13 yaşında çocuklar var, 50-60 yaşında büyüklerimiz. Yaptıkları terörü, yaydıkları dehşeti bize mal etmeye çalışıyorlar. Artık ciddiye bile almıyoruz. Tankların gölgesine sığınmış suratların zafer edasıyla katledilmiş ömrümüzün üzerine çökmesini görmektense ölümün merhametli kollarına sığınmayı tercih ediyoruz. Şarkı devam ediyor. Hepimiz açık bir yaraya dönüşüyoruz. Sokak sokak, ev ev, taş taş savunduğumuz Cizre gibi. Cizre’ye dönüşüyoruz. Ülkemden ötesi bunu anlamayacak. Ancak bu bile yaşadığımız onurun sevincini azaltmıyor. Nasıl olsa bir gün bizi anlayacaklar. Şarkı devam ediyor. “Teslim olun” anonsları kesiliyor. Bu bodrum katından sağ çıkmayacağız. Hepimiz bunun farkındayız. Çevremdeki yüzlerde korkunun izleri yok. Sararmış yüzlerimiz kaybettiğimiz kanın yoğunluğundan dolayı. Eğer ki anam cenazemi alırsa -hani ola ki alırsa- sararmış yüzümü korktuğuma bağlamasın. Onun dağ hikayelerindeki tek kişilik kahraman olamasam da, burada birlikte ölümün üzerine yürüdüğüm yoldaşlarımla bir kahramanlık destanı yazdığımızı, gelecek zamanlara haftalar boyu, aylar boyu direnen onurlu bir soyun anılarını bıraktığımızı bilsin. “Halil’im” diye sevdiği oğlunu Cizre sokaklarında korkusuzca oynayacak çocukların oyunlarında, özgürce salınacak genç kızların kararlı seslerinde, anaların karşı koyuşlarında, yeniden yaratma gücü veren hayallerinde görebileceğini bilsin. Taş taş inşa edilecek Cizre’nin Dicle’yle yıkandığı sabahlarda bulacağını bilsin. Sonra yüzünü Amed’e, Sur sokaklarına dönsün. Orada surlarla birlikte yüzyıllara meydan okuyan gençleri bağrına bastığında kokumu onlardan alacağını bilsin…
Varsın, bizsiz güneşin doğuşunu karşılayan yeryüzü yaşamaya devam etsin. Nasılsa sesimiz, düşlerimiz, özgürlük şarkımız, barikatlarımız bu halkın yarınlarına yurt olacak. Vatan tutmaz kalplerimiz bu topraklarda Mem û Zin’in kalpleriyle buluşup sonsuzluğa dalacak…
“Her şey nasıl başladı, kim başlattı?” düşünmeni istiyorum. Yalnızca bir an. Ama, “bir varmış, bir yokmuş” diye başlama benim hikayeme. Dağlanmamış yaramla son anlarımızı sana anlatışım bu yüzden…
* Gebze Kadın Hapishanesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.