Bütün makroekonomik metotlar bir işe yaramadı, tersine riskli yatırımlar ve borçlar arttı, yani dengesizlikler derinleşti. Öbür taraftan durgunlaşan sanayi üretimi ve yatırımlar, bütün dünya ekonomisini negatif etkiledi ve etkilemeye devam ediyor 2016’ya girmişken çoğu uluslararası veya ilgili kurumların dünya ekonomisi üzerine yaptığı açıklamalar olumsuz. BM, OECD, IMF, WB’den TÜSİAD’dan tutun ve JPMorgan’a kadar birçok kurum, […]
Bütün makroekonomik metotlar bir işe yaramadı, tersine riskli yatırımlar ve borçlar arttı, yani dengesizlikler derinleşti. Öbür taraftan durgunlaşan sanayi üretimi ve yatırımlar, bütün dünya ekonomisini negatif etkiledi ve etkilemeye devam ediyor
2016’ya girmişken çoğu uluslararası veya ilgili kurumların dünya ekonomisi üzerine yaptığı açıklamalar olumsuz.
BM, OECD, IMF, WB’den TÜSİAD’dan tutun ve JPMorgan’a kadar birçok kurum, 2016’yı dünya ekonomisi için kritik bir yıl olarak görüyor. BM’ye göre, mesela 2016 için, dünya GSYİH’nin büyümesi – eğer bir çalkalanma olmazsa – % 2,4 civarında olacak. Krizden önceki ortalama % 4-5 civarında büyümeyi hatırlarsak, krizin patlak vermesinden kaç sene sonra daha hâlâ krizden önceki büyüme hızının yakalanamadığını görürüz.
Sadece bu bulgu 2016’yı ekonomi bakış açısından özel bir yıl olarak yapmayacak. “Eh, kriz öncesi kadar güçlü olmasa da bir büyüme var” denilebilir. Ancak GSYİH’yi dünya ortalaması olarak hesapladığımızda, GSYİH’nin ulusal ekonomilerin performansını kavramak için kullanıldığında oluşan problemler dünya için de geçerli: Her tarz ortalama gibi, hangi ekstremlerin, hangi eşitsizliklerin nasıl ortalaması olduğunu göstermiyor.
Ayrıca, belki de en büyük eksiği, ekonomiyi ve dolayısıyla yükseliş ve çöküşü de belirleyen dinamikleri açıklayamıyor. Onun için, bu makalede 2016’da dünya iktisadını belirleyen – en azından bazı – ana dinamikleri ve durumun neden kritik olduğunu ortaya koymak istiyorum.[1]
Krizle boğuşan kapitalizm
Bilindiği gibi, 2007/8’de patlak veren Dünya Ekonomik Krizi’ne karşı bir önlem olarak, bankaları kurtarmak için devletler devreye girdi.
Bunun için, AB’de mali krize giren devletlere verilen krediler ön koşul olarak aşırı neoliberal reformlara bağlandı (Portekiz, İspanya, Yunanistan…) ve merkez bankaları, ABD’nin merkez bankası olan FED’in öncülüğü altında “quantitative easing” (QE, “niceliksel gevşeme”) olarak adlandırılan metoda başvurdu.
QE ve onun arkasındaki düşünce kısaca şu: Krizin, farklı nedenlerle bir likidite kıtlılığın (para kıtlığı) oluşmasından ve piyasa kurallarının yaşanan şokla işlevsiz hale gelmesinden kaynaklandığı düşünülüyordu. Çöküşü durdurup yatırımları pompalamak için, merkez bankaları özel bankalara ucuz krediler veriyor ve ikincil piyasalardan özel bankaların satmak istedikleri borç paketlerini satın alarak, hem piyasalara güven kazandırıyor öbür taraftan da likidite sağlamak istiyordu.
QE sonrasında, merkez bankaların bilançosu patladı ve inanılmaz boyutlara yükseldi: Sadece 2007’den 2013’e kadar dünyadaki 36 en büyük merkez bankasının bilançosu 10 trilyon dolardan 20 trilyon dolara, yani ikiye katlandı.[2] Örnek olarak, FED’in bilançosu 925 milyar dolardan şu an 4,5 trilyon dolara yükseldi.[3] Ucuz kredi, güven ve likidite ile beraber, bankaların o paraları kredi biçiminde tüketicilere ve başka borçlulara aktaracağı ve yatırımların yine yükseleceği öngörülmüştü.
Bu beklentilerin hiçbirisi gerçekleşmedi dersek, yanlış yapmış olmayız.
Önceden de vurgulandığı gibi, o para bolluğu çoğunlukla spekülasyonda, hisse geri satın alınmalarda, füzyon/birleşmelerde ve merkezden çevre ülkelere kredi/yatırım olarak kullanıldı. Bankalar, kimi kez parayı stokladılar. Hane halkı ise, kredilerini ödemek için kullandı, yani tüketim pompalanamadı.
Bu tespitleri temellendirmek için birkaç rakam verelim: Dünya ekonomisindeki krizin dibe vurmasından hemen sonra, krizi tetikleyen önemli faktörlerden biri olan yüksek riskli spekülasyon olgusu, kriz önceki hallerine geri döndü, hatta kat kat arttı.
Bu konuda, “junk bonds” denilen tahvillerin piyasalarına bakmak yeterli (junk bonds, yüksek faiz veren ancak iflas etmesi yüksek ihtimal olan tahviller/krediler). 2014 Haziranı’nda bu piyasalarda dönen junk bonds’lar 2009’a göre üç kat artıp 305 milyar dolara ulaştı. Bu piyasadaki borçlar ise, 2007’de 700 milyar dolarken 2014’de 1,2 trilyon dolara ulaştı. Bu junk bonds’lar çoğunlukla enerji sektörü ve sanayi meta sektörlerinde ihraç ediliyor. Rating ajansları, enerji sektörün ihraç ettiği junk bonds’ların % 50’sinin, sanayi meta sektörünün ihraç ettiği junk bonds’ların ise % 72’sinin iflas etme ihtimali olduğunu vurguluyor.[4]
Hisse geri satın almalar konusunda ise, hisse geri satın alışlarının (ve temettü hisselerin) 2015 yılında S&P 500’deki şirket kârlarının % 104’ü boyutlara ulaştığını, yani kârlardan daha büyük bir boyutta olduğunu görüyoruz.[5]
Birleşmelere bakarsak, sadece ABD’de ve sadece 2015 yılında 4,7 trilyon dolar civarında birleşme operasyonunun gerçekleştiğini görebiliyoruz. Krizle beraber merkez ülkelerden çevre ülkelere nasıl birden sermaye aktığını ise basit bir karşılaştırma ile görebiliriz: 2008 yılında merkez ülkelerden çevre ülkelere net 20 milyar dolar civarında sermaye akarken, 2010 yılında 600 milyar dolardan fazla sermaye aktı.
Merkezden çevreye akan sermaye dışında (o da zaten sadece kısmen) bütün bu öbür ana eğilimler, özünde mülkiyetin el değiştirmesi, gelecekte üretilen artı değere önceden el koyulması ve var olan kapasitelerin yer yer rasyonalleştirilmesinden ibarettir.
Demek istediğim, kapitalist üretim ve birikim biçiminin temellerinde hiçbir şey değişmedi, yeni yatırımlar veya kâr oranını olumlu bir şekilde etkileyen eylemlerde bulunulmadı, olsa olsa çevre ülkelere yatırım yapıldı.
Ancak çevre ülkeler de 2013’ten itibaren sarsılmaya başladı. Bazı hesaplamalara göre çevredeki kâr oranları da merkez ülkelerdeki ortalama kâr oranlarının seviyesine ve hatta altına düşmeye başladı. Ve, FEFD 2013’de QE metodundan vazgeçeceğini, yani ikincil piyasalardaki faaliyetlerini azaltıp faizleri yükselteceğini duyurdu. 2015 Aralık’ında da, politika faizi % 0,25 yükseltildi.
FED’in bu kararını ilan etmesiyle, merkez ülkelerin bütün çeşit faizlerin yükselmesi beklentisi oluştu ve önce çevreye giden sermaye akışları durdu, sonra 2015 ile beraber açık seçik terse dönmeye başladı: 2015 yılında, onlarca sene sonra ilk kez çevre ülkelerinden merkez ülkelere sermaye akmaya başladı ve bu akış da (çoğu Çin’den kaçış olmak üzere toplamda) 700 milyar dolar net ile muazzam boyutlara ulaştı.[6] Bu kaçışlara paralel olarak, çevre ülkelerin kurlarının (yani mesela TL, Real, Ruble, vs.) zaten var olan düşüşü daha da derinleşti.
Bilindiği gibi, bir ülkenin kurunun değer kaybetmesi dış borçlarını yükseltir ve ithalatını pahalılaştırır. Türkiye gibi ana ve ara girdilerin ithalatına muazzam bağlı olan çevre ülkeler için bu durum çok vahim bir gelişme.
Pahalılaşan ithalat, ithalata bağlı olan sanayilerin karlarını düşürür (veya satış fiyatlarını yükseltir, bu da ihracatı pahalılaştırır, ayrıca enflasyonu ve onunla beraber faizleri, dolayısıyla yani maliyetleri yükseltir), borç almalarını zorlar. Bu gelişmeyle birlikte, genel olarak çevre ülkelerin özel sektörünün borçlanması daha da uç noktalara sıçradı: 2004 yılında, çevre ülkelerin özel sektörleri toplamda 4 trilyon dolar civarında borç biriktirmişken; bu rakam 2014 yılında 18 trilyon dolara yükseldi.[7]
QE’den sonra NİRP mi?
Egemenler, QE politikaların teşviki yoluyla yatırımları yine yükseltip ekonomiyi stabilize etmeyi hedefleyen ana birikim modelinin de sonuç vermemesi veya en azından çok zayıf bir şekilde küresel ekonomiye olumlu katıklarda bulunmasıyla karşı karşıyaydılar.
Aslında uzun zamandır egemenler arasında, eğilimlerin pek güzel olmadığı ve krize karşı uygulanan metotların zayıf küresel ekonomiyi ayağa kaldıramadığı fark ediliyordu. Mesela, Bank of America’nın ana yatırım stratejisti Michael Hartnett, krizden beri dünya çapında toplam 619 kez politika faiz oranların düşürüldüğünü ve merkez bankaları tarafından 10,4 trilyon dolar civarında finansal varlıkların satın alındığını, ancak bunun hiç bir işe yaramadığını henüz yeni vurguladı.[8]
Dünyadaki farklı ülkelerin egemenleri, 2016’ya girerken merkez bankalarıyla beraber QE’yi terk edip veya en azından QE’ye bir ek olarak, küresel ekonomiyi pompalamak için Negative İnterest Rate Policy’e (NİRP), yani negatif faiz oranı politikasına başvurmaya karar verdi.
NİRP nedir ve onu uygulamaktan egemenler ne kazanabileceklerini düşünüyorlar?
Modern neoliberal ekonomilerde iki belirleyici faiz oranı var: Birincisi, merkez bankaların öbür bankalara verdiği kredilerin faiz oranı. Almanca’da buna Leitzins, yani ana faiz deniliyor (Türkçe’ye politika faizi olarak çeviriliyor). Teoriye göre, bu politika faizinin bütün öbür faizleri de belirler. Ya da, en azından ekonominin öbür bölümlerindeki faizlerin alt sınırını çizer (bankalar merkez bankalarından aldıkları kredilerin faizlerinden daha düşük bir faize kredi verirlerse kayba girecekleri için, ekonominin öbür sektörlerindeki faizler genellikle politika faizin üstünde olur).
Öbür önemli faiz oranı ise, merkez bankaların mevduat faiz oranıdır: Bu oran, merkez bankasına mevduat olarak para yatıran bankaların, bu işlemden ne kadar faiz aldıklarını belirtir. İflas etmeleri mümkün olmadığı için, merkez bankasına (ve güçlü devletlerin devlet tahvillerine) para yatırmak normalde en güvenli yatırımlardan sayılır. Krizle beraber, çok büyük miktarda sermaye, merkez bankalarına mevduat veya güçlü devletlerin tahvillerine para biçiminde bir yatırım olarak gitti.
Bankalar, QE ile oluşan para bolluğunu, en güvenli olarak sayılan mevduat biçimi ve tahvillere yatırmayı tercih etti (veya sadece el değiştirme faaliyetlere ve yüksek riskli spekülasyonlara girdi). Elbette QE politikalarını uygulayan devletler bunu istemiyordu: QE’nin yarattığı ucuz para bolluğu, teoriye göre ekonomideki sözde likidite sıkıntılarını çözüp yatırımlara ve yükselen tüketime yol açacaktı. Bu, önce belirttiğim gibi, hemen hemen hiç olmadı.
Merkez bankası mevduatı veya güçlü devletlerin tahvilleri biçimindeki yatırımları önlemek, yani merkez bankasından alınan paraların anlamsız bir şekilde merkez bankasına mevduat olarak geri dönmesinin önüne geçmek için, artık merkez bankaları tarafından, negatif bir teşvik olarak bu konuda negatif, yani % 0 altında faiz oranlarına başvuruluyor. Bu mantığa göre, artık en güvenli sayılan yatırımların bile kar değil de kayıp getirmesi yüzünden, sermaye sahipleri üretici olmayan ve bütün ekonomiyi canlandırmayan operasyonlardan uzak tutulacak ve daha anlamlı yerlere yatırım yapmaya zorlanacaktı.
Bu metodu öncelikle İsviçre, sonra İsveç ve yakın zamanda Japonya ve Avrupa merkez bankaları uyguladı.[9] AMB daha yeni -% 0,3’ten % 0,4’e indirdi mevduat faizini. Ve AMB daha da ileriye gitti: Bir yandan artık finansal olmayan kurumların da tahvillerini satın alacağını ilan etti (önceden sadece devlet tahvillerini satın alıyordu ikincil piyasalardan) öbür taraftan da, politika faizini günlük krediler için % 0,25, haftalık krediler için % 0,00 indirdi. Ayrıca, uzun vadeli kredi faaliyetlerini uzatıp büyüteceğini duyurdu.[10] (Anlayacağımız, AMB, hem QE hem de NİRP metodunu uyguluyor.)
Ancak şöyle ilginç bir gerçeklik var: Reel olarak bakıldığında, yani yıllık ortalama enflasyon oranına karşı hesaplandığında, zaten uzun zamandır negatif faizin ciddi bir gerçek olduğunu görüyoruz. Reel derken; mesela Alman devlet tahvilleri uzun zamandır % 1’in altında bir oranda faiz veriyordu. AB çapındaki enflasyon oranı ise, % 1-2 arasında bir yerde duruyordu. Yani Alman devlet tahvillerine yatırım yapan, negatif faiz alıyordu.
Bu bakış açısından baktığımızda, zaten bugün bile dünyada negatif faiz veren devlet tahvillerine olan yatırım 6 trilyon dolar veya bütün dünyadaki devlet tahvillerinin % 33 civarı olduğunu görüyoruz.[11]
Bu metot bugüne kadar istendiği sonuç vermediğine göre, şimdi neden ve nasıl verecek, o belli değil. Açıkçası, yeni moda olan NİRP’in de bir sonuç vereceği pek muhtemel değil ve bu, şimdi yaşanan Dünya Ekonomik Krizi’nin yapısal nedenlerinin, parasal veya likidite sorunlarından değil de yatırımlar ve kar oranlarıyla alakalı olmasından kaynaklanıyor.
Yatırımlar ve meta fiyatlarındaki gelişmelere, bir de özel olarak Çin’in durumuna bakarak ne demek istediğimin tümünü ortaya koymuş olayım.
Kürsel yatırım şaşkınlığı ve Çin
2015 ortasında OECD bir raporunda global investment puzzle, yani – biraz özgürce çevirirsem – küresel yatırım şaşkınlığından bahsediyordu.[12] Neden şaşkınlık? Çünkü bir tarafta dünya tarihinde görülmemiş bir bollukta ve düşük maaliyetle erişebilinir para var, ancak yatırımlar küresel seviyede düşük hatta git gide daha da düşme eğiliminde.
Bunun kilit göstergelerini de sunalım: 2008’den beri 20 en büyük gelişmiş ülkelerin 17’sinde (yeni) yatırımlar düştü, sadece Kuzey Amerika ve Avrupa’da bu düşüş -% 20 civarı. ABD için JPMorgan 2009’dan sonra şirketlerin muazzam yükselen kâr marjlarının ilk kez 2015’de düştüğünü ve 2016’da -% 10 civarında düşebileceğini ön görüyor.[13]
Genel olarak ABD’nin sanayi performansı 2015 sonunda/2016’ya girerken kötüye doğru gitmeye başladı. 2015’de ABD’deki sanayi üretim 12 ayın 10 ayında düşerken 2016’ya girerken gelecek (veya gelmeyecek!) yatırımların göstergesi olan uzun ömürlü meta siparişleri 2015 toplamında -% 7,5 civarında düştü, imalat mal siparişleri ise 2015 Aralık’ında -% 2,9 civarında düştü.[14]
Ancak, bu küresel yatırım şaşkınlığının, genelde bütün dünyadaki ekonomiler için geçerli olduğunu, sanayi hammadde fiyatlarının hareketliliğinden de görebiliriz. Düşen talep, yani durgunlaşan sanayi üretimi yüzünden, önemli sanayi hammaddelerinin fiyatları düşmeye devam ediyor.
Petrolün fiyatı zaten birkaç sene içinde (sadece düşen talep yüzünden değil de mesela ABD’nin fracking sanayisi ile gelişen aşırı petrol üretimi, yani fazlasıyla arz yüzünden de) -% 70 civarında düşmüştü. Şubat 2016’da, en önemli petrol üreticisi ülkelerden bir kısmı (Suudi Arabistan, Venezüella, Rusya, Katar) petrol fiyatlarının düşüşünü durdurmak için, petrol üretimini artırmayacaklarını, varolan nicel üretim boyutlarında kalacaklarını ilan ettiler.[15] OPEC, petrol fiyatlarının 2040’a kadar toparlamayacaklarını vurguladı.[16]
Petrol dışında ise, çinko (-%28), nikel (-40%)[17] ve demir filizi (2011’e göre -%75)[18] gibi kilit sanayi hammaddelerinin fiyatları düştü. Sanayi merkezlerinin (mesela Çin’in) hammadde taleplerinin düşüşü yüzünden düşen hammadde fiyatları, elbette Brezilya, Rusya, Venezüella gibi sanayi hammadde ihracatına çok bağlı olan ülkelerin gelirlerini ve cari açıklarını sarsıyor, ciddi sıkıntılar yaratıyor.
Küresel yatırım şaşkınlığı ve onunla beraber gelen düşen sanayi hammade fiyatlarında önemli bir faktör, Çin’in ekonomik durumu.
Çin, yüksek teknoloji ve üretim araçları dışında, özellikle işlenmiş hammadde ve ara girdiler alanında, dünya ekonomisinin sanayi tedarikçisi haline gelmişti. Mesela, Çin’in fazla çelik üretimi (yani kendi iç kullanımının dışında kalan çelik üretimi) artık öyle boyutlara ulaştı ki, Japonya, Almanya ve ABD’nin tüm çelik üretiminden daha büyük.[19]
İşte, Çin böyle dev bir sanayi tedarikçisi olunca, her sarsıntısı bütün dünyaya yayılıyor ve dünya ekonomisinde var olan sıkıntıların ipucu oluyor.
Mesela, 2015 yılı içinde 2014’e göre Çin’in ithalatı -%14,1, ihracatı ise -%2,9 civarında düştü. Bu trend, 2016’da da ciddi bir şekilde devam etti. Ocak 2016’da Ocak 2015’e göre Çin’in ithalatı -%14,4 ve ihracatı -%6,6 civarında düşerken[20], Şubat 2016’da Şubat 2015’ya göre ithalatı bir kere daha -%13,8, ihracatı ise inanılmaz bir şekilde -%25,4 civarında düştü.[21]
Çin’in ithalat düşüşü konusunda bütün analistler hemfikir, onu hızlıca açıklayayım: Çin’in zamanında %10’lara ulaşan büyüme hızı %6’lara doğru yavaşlıyor ve özellikle sanayi sektörü bir durgunluğa doğru evriliyor. Bu durumun ve Çin’in ihracatının düşüşünün nedeni konusunda, burjuva iktisatçılarla hemfikir değilim. Batı burjuvazisinde Çin korkusu bir heyula halinde geziyor. Herkes, Çin’in üretimi Avrupa’yı sollayacak ve ABD’ninkini de geçecek diye korkuyor. Bu telaş içinde yapılan ve Çin üzerine bilimsel olduğu iddia edilen yorumlar, çoğunlukla buram buram ideoloji kokuyor.
“İşte komünizmde hep böyle olur” argümanını hızlıca geçiyorum. Çin’in komünizmle sözde komünist partisi ve güçlü devleti dışında ne alakası kaldı bilemedim. Ayrıca, o “komünist” yöntemlerle Çin oldukça uzun bir zamandır dünyanın başka yerlerinde görünmeyen muazzam büyüme hızlarına ulaşabildi ve ancak şimdi yavaşlamaya başlıyor. Çin’in “komünizmi” bir şey ispatlıyorsa, o da geç kapitalistleşen çevre ülkelerde ve emperyalizm çağında, güçlü devlet modelinin çok başarılı bir yöntem olabileceğidir.
Gelelim daha spesifik açıklamalara.
Arka planda hep “işte komünizmde hep böyle olur” argümanıyla hareket eden daha spesifik açıklama, Çin’in devlet kalkınma modeli yüzünden bürokratik irrasyonalitelere açık verdiğini, dolayısıyla sanayide “aşırı kapasite” ve “düşük üretkenliğinin” oluştuğunu, çözümün özgür piyasa mantığının ve özgür rekabetin doğuracağı rasyonalleştirmelerden (yani tekelleşme, aşırı ve düşük üretkenli kapasitelerin silinmesi, vs.) geleceğini vurguluyor.[22]
Bu açıklama, açıklamayla betimlemeyi karıştırıyor ve işin (burjuvaziyi korkutan) özüne varamıyor. Evet, vurguladığım gibi, Çin’in fazla çelik üretimi, Japonya, Almanya ve ABD’nin toplam çelik üretiminden daha büyük. Ayrıca, kapasite kullanım oranları (capacity utilization rates) bütün merkezi sanayilerde 2008’den beri düşüyor, yani var olan kapasiteler git gide daha az bir oranda kullanılıyor. Yani, aşırı kapasite var. Şu da doğru: Çin’de sanayi şirketlerinin çoğu devletin elinde. Devlet derken, bölgelerin ve belediyelerin elinde. Onlar ise, o şirketlerin operasyonları ve vergilerinden gelen gelirlerin çoğunu elde ediyor ve onun için de merkezi devletin ve planlamanın kapasite azaltma veya merkezileştirme/tekelleştirme planlarına direniyorlar; yani bir bürokrasi problemi de var.[23]
Ancak bu neden böyle? “Aşırı kapasite” veya “düşük üretkenlik” neye karşı aşırı veya düşük oluyor? “Bürokratik problemler” niye bugüne kadar hiç ciddi bir problem olmadı?
Çin şirketlerinin üretkenliği küresel piyasalara karşı düşük olsa, rekabetçi kapitalist piyasaların ana kuralına göre – birinin kaybı eşittir öbürün kazancı – dünyanın öbür ülkeleri işlenmiş hammaddelerini ve ara girdilerini başka bir yerden ithal eder. Ancak öyle bir şey yok, en azından ben haberdar değilim. Aşırı kapasite derken de, küresel piyasaların talebine göre aşırı oluyor ve bunun da – sürpriz! – 2008’den beri oluşan bir trend olduğunu herkes vurguluyor.
Demek istediğim şey, Çin’in yavaşlamasının ana faktörünün, aşırı kapasite veya düşük üretkenlik gibi sadece bütünsel perspektif içinde anlam kazanabilen kısmi bir durumla değil, Dünya Ekonomik Kriz‘iyle alakalı olduğu.
Çin’de bu kriz dinamiklerinin bu kadar geç belirginleşmesinin sebebi, bütün öbür kapitalist ülkelerdeki gelişmelerin hemen aynısı: Çin’de de merkezi hükümet 2008’den sonra milyarlarca dolarlık yatırım ve kredi programları lanse etmişti ve işte, bunun geçici telafi etkileri şu an bütün dünyadaki gibi bitmeye başlıyor. Ve yanında da, başta %100/GSYİH olan Çin finansal olmayan şirketlerin borç oranlarının %250/GSYİH’e varmasını getiriyor.[24]
Eh, bir de kalan dünyada da telafi etkilerinin ortadan kalkması olgusuyla birlikte değerlendirirsek, mesela sanayi devi olan ABD’de yatırımların hala düşük kalması ve sanayinin duraklaması, Çin’den gelen mallara olan talebi düşürüyor ve dolayısıyla dünyanın tedarikçisini ciddi sıkıntılara sokuyor. Bu gelişme, Çin‘in hammadde talebini düşürüyor ve bu da dünyanın hammadde ihracatçılarını ciddi sıkıntıya sokuyor ve kapitalist sistemin merkez ülkelerinden çevre ülkelere akan sermayeler kaçmaya başlıyor! İşte, alın size dünya ekonomisinin şu an içine girdiği ve çıkması biraz zor gözüken kısır döngü!
“Des Pudels Kern” / 2016 perspektifleri
Goethe’nin Faust I’inde, Faust yardımcısı Wagner ile yürüyüş yaparken, Mefisto onu fino köpeği biçiminde ziyaret eder. Keskin zihniyle Faust bir şeyin doğru olmadığını sezer ve epey bir zaman geçtikten sonra Mefisto ona kendisini “gerçek” biçiminde gösterdiğinde şaşkınlığını dillendirir: “Das also war des Pudels Kern!” (“Buymuş demek ki finonun özü!”) Bu sahneden beri “des Pudels Kern”/”finonun özü” deyimi Alman lügatine girmiştir ve karmaşık ve uzun müddet çözülmeyen bir meselenin özünü, sırrın çözümünü ifade eder.
Gelelim “finonun özüne”, ki bütün makale boyunca etrafında dolaşıp durdum. Ancak, baştan söylemek biraz ucuza kaçmak olurdu ve ezberlerin ötesinde pek bir şey de açıklamazdı.
Dünya ekonomisi konusunda önümüzdeki tablo şu:
Krizden beri bankalar, dünya tarihinde görülmediği kadar fazla paraya üstelik çok rahat koşullarda ulaşabildi. O paralar ise, çoğunlukla finansal spekülasyon ve mülkiyetin el değiştirmesi operasyonlarına aktı. Yatırımlar düşe düşe düşmeye devam etti ve negatif merkez banka mevduat faizleri bile kimseyi yatırıma zorlamadı. Kriz telafi paketlerinin etkilerinin git gide azalmasıyla beraber, dünya ekonomisinde bir bütün olarak yine ciddi telaşlar oluştu. Bu tablo içinde, yani sermayeye en olumlu koşullarda bile herkesin yatırımlardan kaçması, bence ve bir dizi başka teorisyene göre, özünde sanayinin ve yatırımların yetersiz karlılığıyla, veya Marksist bir kavramla ifade edecek olursak, düşen ortalama kâr oran(lar)ıyla alakalı.
Elbette düşen kâr oran(lar)ını istatistiksel olarak ispatlamaya çalışan ve bu ispatları sorgulayan bir çok teorisyen var. Kâr oran(lar)ının tam olarak nasıl hesaplanacağına, hangi değişkenlerin ilişkisi olacağına, tam olarak hangi koşullarda neyi ifade edeceğine dair binbir fikir var. Ayrıca, velev ki düşen kâr oran(lar)ını ispat ettik, sadece buradan hareket ederek illa ki ekonominin neden de tam bu yıl ciddi sıkıntıya girdiğini veya krize yaklaştığını ispatlamak biraz zor olacaktır. Çoğu kâr oran(lar)ı hesaplarına göre, ortalama kâr oran(lar)ı zaten onlarca senedir düşüyor. Ancak, Dünya Ekonomik Krizi, 2008’de patlak verdi ve 2016 yılında durumun yine ciddileşeceğine dair bulgular güçlü.
Demek istediğim, olaya sadece ortalama kâr oran(lar)ından bakarsak, somut koşulları fazla ezberden ve soyut geçeriz ve Marksizm bir kehanete dönüşür.
Ancak, bu makalede göstermeye çalıştığım gibi, somut bir küresel ekonomi ilişkisel bütünselliğinin, farklı yönleriyle sıkıntıya girmesini veya krizin patlak verebilme olasılığının yeniden yükselmesini, hem bu ilişkisel bütünlüğün bütün farklı boyutlarını analiz ederek hem de başka açıklamaların olayın bütünselliğini ikna edici bir şekilde açıklayamadığını göstererek – düşen ortalama kâr oran(lar)ıyla açıklıyabiliriz.
Gelelim genel olarak 2016 perspektifine.
Bu konuda, hem eleştirel teorisyenler, hem de IMF gibi mevcut kapitalizmin önemli kilit kurumları hemfikir: 2016’da da dünya ekonomisi kendisine gelemeyecek, hatta düşüşe geçme ihtimalinin yükseldiği düşünülüyor.
Mesela JP Morgan, daha yeni ABD’nin 2016’da resesyona girme ihtimalini %25’e yükseltti, Citibank analistleri ise, dünya ekonominin 2016’da resesyona girme ihtimalini %65’de görüyorlar.[25] Son birkaç ay içinde, IMF birkaç kez dünya ekonomisinin şoklara karşı ciddi bir şekilde açık olduğunu vurguladı ve siyasetçileri acilen kapsamlı yaklaşımlar üretmeye çağırdı.[26]
Sonuç olarak, makalede gösterdiğim gibi, bütün makroekonomik metotlar bir işe yaramadı, tersine riskli yatırımlar ve borçlar arttı, yani dengesizlikler derinleşti. Öbür taraftan durgunlaşan sanayi üretimi ve yatırımlar, bütün dünya ekonomisini negatif etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.
Brezilya, Kanada ve Avustralya, fiilen resesyona girmiş durumdalar. Brezilya’da, paralel olarak, sağcı bir darbe mekanizması işlemeye başladı. Bu trentten çıkış muhtemel gözükmüyor. Draghi, AMB başkanı, faizlerin uzun bir zaman bu düşük seviyede kalacağını vurguluyor, OPEC ise, petrol fiyatlarının onlarca yıl düşük kalacağını söylüyor. Avro krizinde “kurtarılan” ülkelerin borç oranları ise “kurtarıldıklarından” itibaren yükseldi ve dengesizlikler daha da derinleşti.
Burjuvazinin elinde oynayacak kağıt kalmıyor. Hareketli, çalkantılı ve kaotik bir 2016’ya hazırlanalım.
[1] Bu yazı yazılırken Ali Rıza Güngen ve Ümit Akçay’ın aynı konu üzerine bir makaleleri yayınlandı. Benzer sonuçlara varırken, bazı başka bakış açılarına ve tarihe de vurgu yapan makaleyi okuyucuya öneririm: http://kriznotlari.blogspot.com.tr/2016/03/2016-basnda-dunya-ekonomisi-ve-turkiye.html. Ayrıca, şu an için AMB’nin yeni kararları ve Amerikan Fed’in faizleri daha yavaş yükselteceğine dair verdiği karar küresel piyasalarda bir nevi bir stabilisazyona yol açtı, bunun için bkz. https://thenextrecession.wordpress.com/2016/03/28/cheap-money-low-oil-prices-and-corporate-debt/ ve http://mustafasonmez.net/?p=5545. Bu etkilerin daha çok konjonktürel ve geçici olduğunu düşünüp, kritik ana dinamiklerde pek bir şeyin değişmediğini düşündüğüm için, bu makaleye söz konusu en yeni gelişmeleri eklemiyorum .
[2] http://www.faz.net/aktuell/wirtschaft/eurokrise/politik-der-zentralbanken-die-10-billionen-geldflut-12267219.html.
[3] http://mustafasonmez.net/?p=5441.
[4] http://www.wsws.org/en/articles/2015/12/31/econ-d31.html.
[5] http://www.thegoldandoilguy.com/the-crash-of-junk-bonds-is-indicating-something-that-has-yet-to-happen-in-the-stock-market/.
[6] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/02/09/can-we-avoid-the-oncoming-world-recession/.
[7] http://www.wsws.org/en/articles/2015/12/31/econ-d31.html.
[8] http://www.wsws.org/en/articles/2016/03/11/ecbm-m11.html.
[9] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/02/03/from-zirp-to-nirp-the-last-throw-of-the-dice/.
[10] http://www.finanzen.net/nachricht/zinsen/QE-aufgestockt-EZB-senkt-Leitzins-ueberraschend-auf-Null-4773430.
[11] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/02/09/can-we-avoid-the-oncoming-world-recession/.
[12] http://www.wsws.org/en/articles/2015/06/26/oecd-j26.html.
[13] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/02/09/can-we-avoid-the-oncoming-world-recession/.
[14] http://www.wsws.org/en/articles/2016/02/06/econ-f06.html; https://thenextrecession.wordpress.com/2016/01/29/the-global-gdp-story/.
[15] http://www.bloomberg.com/news/articles/2016-02-16/saudi-arabia-and-russia-agree-oil-output-freeze-in-qatar-talks.
[16] http://www.wsws.org/en/articles/2015/12/31/econ-d31.html.
[17] http://www.wsws.org/en/articles/2015/12/31/econ-d31.html.
[18] http://www.n-tv.de/wirtschaft/Rio-Tinto-schraubt-Produktion-hoch-article16797106.html.
[19] http://www.economist.com/news/business/21693573-chinas-excess-industrial-capacity-harms-its-economy-and-riles-its-trading-partners-march?fsrc=scn/tw/te/pe/ed/themarchofthezombies.
[20] http://www.jungewelt.de/2016/03-04/038.php.
[21] http://www.bloomberg.com/news/articles/2016-03-08/china-export-slump-shows-growth-push-depends-on-domestic-demand.
[22] Mesela şurda: http://www.economist.com/news/business/21693573-chinas-excess-industrial-capacity-harms-its-economy-and-riles-its-trading-partners-march?fsrc=scn/tw/te/pe/ed/themarchofthezombies.
[23] Tespitler için bkz. yine http://www.economist.com/news/business/21693573-chinas-excess-industrial-capacity-harms-its-economy-and-riles-its-trading-partners-march?fsrc=scn/tw/te/pe/ed/themarchofthezombies ve http://www.handelsblatt.com/unternehmen/mittelstand/wachstumsmaerkte/gefaelschte-rechnungen-und-export-einbruch-anti-dumping-zoelle/12965804-3.html.
[24] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/01/14/will-china-pull-down-the-world/.
[25] https://thenextrecession.wordpress.com/2016/02/09/can-we-avoid-the-oncoming-world-recession/.
[26] http://www.bbc.com/news/business-35656895; http://www.ft.com/cms/s/0/714fb8aa-e4ec-11e5-ac45-5c039e797d1c.html#axzz446lWNl7p.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.