Yıkılmış binalardan birinin fotoğrafını çekerken gençten bir erkek yaklaşıyor “Hangi gazete abi?” diyerek. Kapatıyorum makineyi sohbet etmek için. “Gazeteci değilim, arada yazıyorum sadece” diyorum. Onun da gözleri buğulu; yemyeşil gözlerini gözlerime dikerek “Mazlumları savunuyorsunuz değil…” diyor. “Değil”e bir soru işareti vurgusu takarak. Yutkunamıyorum. Bir süre sadece bakıyorum. Kısık bir şekilde gırtlağımdan “Elimizden geldiğince kardeşim…” çıkıyor. […]
Yıkılmış binalardan birinin fotoğrafını çekerken gençten bir erkek yaklaşıyor “Hangi gazete abi?” diyerek. Kapatıyorum makineyi sohbet etmek için. “Gazeteci değilim, arada yazıyorum sadece” diyorum. Onun da gözleri buğulu; yemyeşil gözlerini gözlerime dikerek “Mazlumları savunuyorsunuz değil…” diyor. “Değil”e bir soru işareti vurgusu takarak. Yutkunamıyorum. Bir süre sadece bakıyorum. Kısık bir şekilde gırtlağımdan “Elimizden geldiğince kardeşim…” çıkıyor. “Keşke” diyorum ama gerisinin gelemeyeceğini anlıyor
Newroz programını Cizre’de kapatmak için yola çıkan HDP heyetinin İdil-Cizre arasında engellenmesinden ve yol açıldıktan sonra, Haber Nöbeti’nden gazeteci arkadaşlarımızla Cizre’ye girmeyi deniyoruz. Girişimiz esnasında çıkarılan zorluklar, daha da ötesinde heyetin kente girişinin engellenmesinin; tarafı olduğumuz AİHS ve bizzat Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na nasıl bir aykırılık teşkil ettiği malum.
Cizre’ye girişteki bir arama noktasında, genç polisler durduruyor aracı. Araçta benim dışımdaki herkes gazeteci. Kimlikleri istiyorlar veriyoruz. Benim kimliğimi alan ve avukat olduğumu öğrenen genç polis hemen geri veriyor. Eşyalarımı ayırmamı ve kenarda beklememi, gazetecilerin kimliklerinin kontrol edileceğini eşyalarının ve arabanın aranacağı söyleniyor. Çantaların iç içe olduğunu, zaman kaybetmek istemediğimizi, benim eşyalarım varken de aracı arayabileceklerini söylüyorum.
Verilen cevap gerçekten göz yaşartıcı(!): “Yok avukat bey, siz eşyanızı alın kenara geçin, burada hukuka uygun işlem yapılır.” Gülümsüyor ve kenara geçiyorum; arama yapılırken tüm aracı ve işlemleri görebileceğim bir mesafeye.
Sonra, nerden geldiğini göremediğim bir komiser geliyor, çelik yelekli ama yeleğin ipleri açık, elleri yeleğin göğsündeki cepte, alaycı gülümsemesiyle. Diğerlerinde olmayan ve yeleğin iki yanına takılı, gaz bombası olduğunu sandığım ürkütücü bombaları var. “Avukat varmış aranızda, kimmiş?” diye soruyor. “Benim” diyorum. Kimliğim elindeyken “Hangi baro?” diye soruyor bu defa, “İstanbul Barosu” olduğunu söylüyorum. “Arkadaş nedir bu İstanbullu avukatların sevdası, ne çok seviyorsunuz Cizre’yi, gidip güneyde Antalya’da tatil yapsanıza” diyor. Hemen yanındaki genç polis “Yani bizim geldiğimiz yerlere gitsenize” diye ekliyor gülerek.
Komiser, gazeteci arkadaşlarıma dönerek tekrarlıyor: “Ne çok seviyorsunuz Cizre’yi, güneye gidin tatil yapın…” Sonra ekliyor aynı komiser, “Bizi severler Cizre’de, size bir şey yapmazlar korkmayın!” Bu kadar tahrike karşın dişlerimizi sıkıyoruz. Kente girmek mühim. Kazanamayacaklar bu psikolojik gerilimi. Her gerilim hamlelerinde sakin kalmaya çalışıyoruz (Şafak Timur Cizre’ye girişte yaşananların başka bir boyutunu yazmıştı).
“Geçebilirsiniz” diyor sonra aynı komiser. Araca biniyoruz, 100 metre uzaklaşmadan sesleniyormuş, el sallıyorlarmış arkamızdan “Geri dönün” diye. Araçtaki gazeteci arkadaşlarımızdan biri tesadüfen görüyor ve geri dönüyoruz. Yanımıza geliyorlar, araçtan iniyorum. Merkezden haber bekliyorlarmış. Bekleyecekmişiz. “Araçta bekleyin” diyor.
Geri dönerken hepimizin aklındaki soru kendi aramızda dilimize düşüyor: “Ya duymasaydık dur ve geri dön ihtarlarını!” İşte kamu düzenini (?) sağlayan araçlar, belki de yaralanmadan İstanbul’a dönmemizi keyfi bir “dur” ipliğine bağlamış sallandırıyor. Hakikaten; ya duymasaydık… Düşünmek istemiyoruz.
1 saat 40 dakikalık bekleyişten sonra girişe izin veriliyor. Ardından bir arama noktası daha. Bu defa avukat olmam ya da olmamam fark etmiyor tüm çantaların açılmasını istiyorlar; oldukça nazikler. Genç olan polis, komiserine soruyor “Gazetecilerin girişi için bir yasak var mıydı?”
Mesleki faaliyetimizin kolluk güçleri karşısında bazen engelleyici işlemlere maruz kalması ile, her an hukuki bir müdahalede bulunmak zorunda kalma ihtimalimin kaybettireceği zaman arasında bir denge kurmaya çalışıyorum. Çantaların ağızlarını açıp sadece bakacakları mesafede tutarak önlerinden geçiriyorum. Herkes kendi çantasını aynı şekilde bazılarını açmadan tutuyor, üstünden arıyorlar. Çantalara herhangi bir müdahale olmadığı için ben de gazeteci arkadaşların daha fazla zaman kaybetmesine neden olmamaya çalışıyorum ve bu arama noktasını da geçiyoruz. Sokağa çıkma yasağının başlamasına yaklaşık bir saat kaldı. Bu sürede Cizre’yi gözlemek ve yasak başlamadan önceki otobüsümüze yetişmek zorundayız.
Cizre’ye girince bir otoparka aracı park ederken, orada çalışan bir abi ile göz göze geliyoruz. Araçtan inerken selam veriyorum, yüzünde tarifsiz bir gülümseme Kürtçe bir şey söylüyor. Anlamadığımı, Kürtçe bilmediğimi söylüyorum. “Türkçe bilmiyorum” dediğimi sanmışlar; yabancı olduğumu sanıyor ve gözleri ile başlarını sallayarak ve gülerek elimi sıkıyorlar. Türk olduğumu, Türkçe bildiğimi ama Kürtçe bilmediğimi yeniden söylüyorum. Türk olduğumu söyleyince elimi nasıl daha samimi sıktıklarını ve gülümsemelerinin nasıl daha da sımsıcak olduğunu, defalarca “Hoş gelmişsiniz, hoş gelmişsiniz” deyişlerindeki kırgınlığı ama memnuniyeti anlatmak da zor, çok zor. O kırgınlık ve öfke ki… Otoparktan çıkarak kenti dolaşmaya başlıyoruz.
Cizre mimari olarak sadece adı kalmış bir hayalet şehir gibi ama yaşamın devam ettiği; görmeden tanımlanamayacak bir şehir. Her yer gergin, şehir gergin; ruhu yasta, hüzünlü. Ralli yapar gibi driftlerle giden akrepler, her köşe başında konuşlanmış, yıkıntılar arasında “Bunu ben yaptım” edasında yüzleri maskeli, elleri “kocaman” silahlı kişiler; yıkıntılar arasında çocuklar, insanlar var. Fotoğraflar çekiyoruz zaman zaman makineleri gizleyerek. Bize etrafı gösteren yereldeki bir gazeteci arkadaşımızı dinliyoruz. Gördüklerimiz ve dinlediklerimizden sonraki mide bulantısını, yakılı bulantıyı tarif etmek zor. Mide bulantısı çaresizliğin adı. Mide bulantısı, yıkılmış dört katlı bir binadan çıkarabildiği tek eşya bir masa olan bir amcayı, masayı temizlemeye çalışırken görmenin adı. Ayaküstü sohbet ediyoruz ellili yaşlarının başlarındaki amcayla. Ev onunmuş. Çok şükürmüş, o binadan ölen olmamış ama hemen karşısı “bodrum”muş. Gözleri buğulu söylüyor: “Bütün binalar yıkılsaydı, yine evsiz barksız kalsaydık da ne ordan ne burdan tek bir can yanmayaydı”. Karşılıklı olarak Allah’a emanet ediyoruz birbirimizi. Yürümeye devam ediyorum.
Çocukların yüzleri gülüyor her şeye rağmen. Şehirde bir dik başlılık ama büyük bir hüzün var; nasıl olmasın. Sanki kokuya bürünmüş dolaşıyor her ikisi de; hissediyorsunuz. Şehirde kokladığınız şey öfke ve hüzün. Ama çocuklar benimle oynuyor. Bir fotoğraf karesi istiyorum onlardan, makinenin kadrajına girmeyerek benden mahsustan kaçarken kahkahaları çınlıyor mermi deliklerinde.
Gruptan uzaklaştım. Onlara yetişmem gerekiyor.
“Yalnız dolaşmayın birbirinizden kopmayın…” Kentin mıhlanmış sözcüğü sanki. Etrafta halı kilim parçaları enkaz altından saçılmış. Kenarlarında kanlı bir ayakkabı tozun toprağın içinde. Delik deşik, yanmış patlamış arabalar, binalar ve çocuk kahkahaları.
Yıkılmış binalardan birinin fotoğrafını çekerken gençten bir erkek yaklaşıyor “Hangi gazete abi?” diyerek. Kapatıyorum makineyi sohbet etmek için. “Gazeteci değilim, arada yazıyorum sadece” diyorum. Onun da gözleri buğulu; yemyeşil gözlerini gözlerime dikerek “Mazlumları savunuyorsunuz değil…” diyor. “Değil”e bir soru işareti vurgusu takarak. Yutkunamıyorum. Bir süre sadece bakıyorum. Kısık bir şekilde gırtlağımdan “Elimizden geldiğince kardeşim…” çıkıyor. “Keşke” diyorum ama gerisinin gelemeyeceğini anlıyor. Gözlerimizle ve hüzünle gülümseyerek selamlaşıyoruz. İkimiz de yolumuza gidiyoruz… Keşke…
Yine yıkılmış bir başka bina. İçindeki hangi yaşanmışlıkları bir top mermisine bıraktı bilinmez ki. Sorulmaz da… Belki sorulur, sorulmalı; o anda bilmiyorum. Yıkıntıların arasında yarısı sağlam kalmış duvarlardan birine yazılmış tek bir kelime var. Ölenlerle öldürenler arasındaki farkı anlatıyor sanki; “Ama”sız. O tek kelimeyi, ölenler söylüyor herşeye rağmen, yıkık duvara yazılmış mavi bir yazıyla: Barış…
Bulamıyorum daha fazla kelime…
Keşke… Barış…
Bir görüşme için Haber Nöbeti’ndeki gazeteci arkadaşlar Azadiya Welat Gazetesi’ne gidiyordu. Ben de onlara eşlik ettim.
Onlarca muhabiri öldürülmüş, tutuklanmış; diğer Kürt basın kuruluşları gibi “heyecanla”(*) ve olması gerektiği gibi gazetecilik yapıyorlar diye sürekli tehdit altındaki; ama her şeye rağmen işini yapmaya çalışan gazetecilerin olduğu gazetelerden Azadiya Welat.
Bizi aldıkları odada, öldürülmüş, kaybolmuş insanlarının resimleri var. Yetmemiş bir duvar; diğerini de doldurmuş resimler. Ne çoklar. Her bir resmin hikayesini merak ettim. İşlerine engel olmamak için kimseye anlattıramadım. İçlerinden birkaç simge isim dışındakilerin hikayelerini bilmediğim için de utandım. Derler ya, ateş düştüğü yeri yakar. Öyle, ateş düştüğü yeri yakmış ama bizim anlayamayacağımız; anlasak bile çok şeyin eksik kalacağı şekilde. Ölüleri, kayıpları için dişlerini sıkmış inadına yaşamaya, yaşatmaya devam etmişler.
Gazetenin bir odası ölümleri anıştırıyor. Daha yeni yazı işleri müdürleri bodrumlardan birinde hayatını kaybetmiş. Bir yandan bu kadar ölümle burun buruna yaşam sürerken, bir yandan da yangın merdivenindeki bir saksıda yepyeni bir hayat filizlenmiş. Bir kumru annenin, saksıda kuluçkaya yatırdığı iki yavrusu yumurtadan çıkmış. Hem de Newroz günü. Birine Newroz, diğerine Rojat ismini koymuşlar Azadiya Welat çalışanları, “birlikte”. Annenin beslenmesi için ıslatılmış yiyecekleri bırakmışlar saksıya. Anne beslenirken rahatsız etmemek için fotoğraflarını çekemedim. Yemeğini bitirip karnını doyuran kumru annenin, yavruları Newroz’la Rojat’ı, Diyarbakır serinliğinde ısıtmaya çalışırken çekilmiş fotoğrafını görüyorsunuz. İki fotoğraf… En acı verecek ve öfkelendirecek şekilde ölenlerle, Newroz günü yaşama kavuşmuş kumruların fotoğrafları.
Aslında bu iki fotoğraf, buralardaki yaşamın kısacık özeti. O fotoğrafların yanında iki satır yazı yazmak ayıp belki de bilmiyorum.
İki satır değil belki ama, kumru yavrusu Newroz ve Rojat’a bakınca yine iki kelime boğazımı yakarak düşüyor dilime: Keşke… Barış…
(*) Jinha Muhabiri Beritan Canözer; heyecanlı olduğu gerekçesiyle önce gözaltına alındı. Sonra başka sebeplerle tutuklandı. 29 Mart 2016’daki ilk duruşmasında ise tahliye edildi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.