Mersin Üniversitesi’nden “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacıları Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener, Galip Deniz Altınay ve Yrd.Doç.Dr. Tolga Tören ile söyleştik
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacısı akademisyenlerle söyleşilerimize Mersin Üniversitesi’nden akademisyenlerle devam ediyoruz.
Mersin Üniversitesi Rektörlüğü, bildiriye imza atan ve üniversitede öğretim görevlisi ve üyesi olarak çalışan 21 akademisyen hakkında soruşturma başlattığı gibi, hukuku çiğneme konusunda kamu üniversiteleri arasında bir ilke imza attı, imzacılar arasından 6 akademisyeni iş sözleşmesini yenilemeyerek işten çıkardı*.
Mersin Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener, uzman olarak görev yapan Galip Deniz Altınay ve Yrd. Doç. Dr. Tolga Tören, Barış için Akademisyenler’in savaş politikalarına karşı aldığı tutumun etkilerini, iktidarın saldırılarını, akademinin durumunu ve gelişen dayanışma/mücadele eğilimlerini Sendika.Org’a değerlendirdi
“Barış Bildirisi nasıl Tayyip Erdoğan tarafından akademiye müdahale için uzun zamandır aranıp da bulunamayan bir fırsat olarak görülmüşse, Mersin yerelinde de sağ-muhafazakâr çevreler tarafından üniversitenin ele geçirilmesinde önemli bir imkan olarak değerlendirilmek istendi”
“Aslında çoğu kişi tarafından özenilen, parmakla gösterilen, ayrıcalıklı olarak görülen akademinin aslında ne kadar ülkedeki diğer işkollarıyla benzerlikler içerdiğini gösterdi bu süreç. Güvencesizlik akademide de tıpkı diğer işkollarında olduğu gibi fazlasıyla mevcut ama bu çok görünmeyen veya hissedilmeyen bir noktadayken Mersin’de yaşanan bu süreç bu durumu biraz daha görünür kıldı”
“İçinde yaşadığımız toplumun sorunlarına, hele de Kürt meselesi gibi can yakıcı bir soruna barıştan yana ses vermek yalnızca hakkımız değil, sorumluluğumuz da aynı zamanda. Resmi terzilerin kralın elbisesinin ne kadar da güzel olduğunu iddia etmeye devam ededurdukları bir zamanda; kral çıplak demiş oldu akademi. Böyle diyerek ve sonrasındaki baskıları göğüsleyerek”
Sendika.Org: Bugün Erdoğan eliyle fiili bir diktatörlük kurulduğu eleştirisi yapılıyor. Üstelik bu fiili durumu şiddet araçlarını devreye sokarak ve baskıyı tırmandırarak sürdürüyor. Tam böyle bir politik atmosferde üniversiteden iktidarın savaş politikalarına karşı “hayır” sesi yükseldi ve arkası geldi. Barış İçin Akademisyenler ’in imza kampanyası iktidarın savaş politikalarına karşı toplumda biriken hoşnutsuzluğun dışa vurulmasını sağlayan bir işaret fişeğine dönüştü. İktidar tarafından da tutuklamalara varan bir saldırı dalgası ile karşılandı. Bekliyor muydunuz böyle bir etki yaratacağını?
Mustafa Şener: Doğrusu, bu kadar etkili olmasını beklemiyordum. Muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın saldırıları ve hedef göstermesi olmasaydı, toplumsal açıdan bu kadar etki yaratamayacaktı. Fakat öte yandan böylesine büyük bir saldırıyla karşılaşmamız doğru zamanda doğru yere dokunduğumuzu da göstermiş oldu. Tam da, 7 Haziran seçimlerinden sonra çözüm sürecinden vazgeçen siyasi iktidarın Kürt illerinde savaş ve yıkım politikasına yöneldiği bir anda “Durun, biz bu yıkım politikasına karşıyız; şiddetle bu sorun çözülemez, devlet hukuk içinde kalmalıdır, aksi suçtur ve siz suç işleyecekseniz biz buna ortak olmayacağız” dedik. Kürt meselesi konusunda sadece şiddet araçlarının sesinin çıkmasının istendiği bir anda buna “hayır” diyen güçlü bir sesin yükselmesi iktidarı son derece tedirgin etti. Bu sesin akademiden yükselmesi ve hiç de azımsanmayacak sayıda akademisyenin bu sese ortak olması sessizlikte aniden patlayan bir şimşek etkisi yarattı. Bu ses aynı zamanda Kürt illerinden gelen “sesimi duyan yok mu” çığlığına “batıdan” verilen güçlü bir yanıt oldu. Ve bu yanıt aslında sadece AKP ve Erdoğan’ı değil, düzenin eski ve yeni tüm sahiplerini rahatsız etti. Nitekim MHP tümüyle ve CHP de ulusalcı kanadıyla iktidarın savaş politikasına şöyle ya da böyle destek veriyorlardı. Bölgede yükselen yeni savaş konsepti AKP iktidarının “derin devlet”le de hiçbir sorununun kalmadığını, ya da kendi derin devletini çoktan örgütlediğini gözler önüne serdi. Kürtlere karşı “milli mutabakat” yeniden tesis edildi yani. Bizim bildirimiz de burada bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş oldu.
Ben kişisel olarak bu bildiriye imza atarken çok da düşünmedim doğrusu. Bir kere zaten genellikle imza kampanyalarını, etkisi çok tartışılır da olsa, demokrasi mücadelesinin bir biçimi olarak görüyorum. Hiçbir sonuç doğurmasa bile tarihe not düşmek, ya da Firavun’un ateşini söndürmek üzere gücü yettiğince su taşıyan karınca misali, tarafını belli etmek olarak önemsiyorum. Ama “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi özel bir önem de taşıyordu elbette. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden sonra siyasi iktidar tarafından öne çıkarılan savaş politikası, hem Kürt sorununun çözümünü çıkmaza sokuyor hem de bölgeden hemen her gün gelen ölüm haberleriyle sadece bölgede değil tüm ülkede toplumsal barışı ve demokrasiyi dinamitliyordu. Bu savaşın hiçbir şeyi çözmeyeceği açık olduğu gibi, kadın-erkek, bebek-yaşlı, asker-sivil ölümleri toplumu her geçen gün daha çok zehirliyor, benim de vicdanımı her gün yeniden kanatıyordu. Sabahları haberlere bakmaya korkar olmuştum. “Bugün kaç kişi öldü, kaç ilçede sokağa çıkılamıyor, hangi mahalleler bombalanıyor acaba?” gibi sorular beyninizi kemirirken normal hayatınıza devam etmeniz mümkün değil zaten. Tabi sol memenizin altındaki cevahirde kararmayan toplu iğne başı kadar bir yer kalmışsa! İşte imza metni böyle bir ortamda çıktı ve ben de savaşı durduracak daha etkili bir şey yapamıyorsam en azından tarafım belli olsun dedim.
Galip Deniz Altınay: Sanıyorum bu imza kampanyasının bu kadar büyük bir ses getireceğini kimse öngörmüyordu. Kampanya üzerine yapılan değerlendirmelerde de çoğu kişinin dile getirdiği nokta zaten iktidarın metni çarpıttığı ve kendi çıkarları için kullandığı yönünde oldu. Ben de iktidarın imza kampanyasına yaklaşımında iki noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bunların birincisi kampanyanın kamuoyuyla paylaşılması Sultanahmet’te yaşanan bir canlı bomba saldırısıyla hemen hemen aynı tarihlerde gerçekleşmişti. İktidar bu konunun üzerini örtmek amacıyla bu kampanyayı çarpıtarak kullandı ve kendi ellerinde olan medya organları yoluyla da bu konuda bir algı yaratmaya çalıştı. İkinci bir nokta ise toplumun önemli bir kesiminde uzun süreden beri ülkede yaşananlara karşı duyulan bir tepki mevcuttu ama iktidar mümkün olduğunca bu tepkileri izole edip, birbirlerine temas ettirmemeye çalışıyordu –ki hâlâ bu durum böyle bana göre. Bu anlamda Ortadoğu coğrafyasında yaşanan savaşın artık ülke sınırları içine taşınmış olmasına ülkenin sadece bu çatışmaları birebir yaşayanlarından değil farklı kesimlerinden de tepki gelmesi, toplumsal muhalefetin bu anlamda birleşip genişlemesi iktidarın hiç istemediği bir şeydi. Bu imza kampanyası biraz da bunu gerçekleştirdiği için iktidar bu kampanyaya bu kadar sert bir tepki gösterdi. İktidarın gösterdiği bu tepkiyle de zaten metin çok daha görünür bir hale geldi.
Benim metne imza koyma nedenim aslında pek çok arkadaşımın da dile getirdiği gibi son derece vicdani bir temele dayanmakta. Ülkede yaşanan bir savaş var, bunun sonucunda her gün onlarca ölüm haberi alıyoruz. Artık bu tür haberler almak istemediğim için, daha fazla insanın hayatını kaybetmesini, ailelerin daha fazla gözyaşı dökmesini istemediğim için, bu topraklarda artık halklar eşit, özgür ve barış içinde yaşasın istediğim için bu metne imzamı koydum. Daha önce benzer onlarca imza kampanyasına katılmış ve imza kampanyalarının çok sonuç vermediğini bilen birisi olarak aslında sadece kişisel bir itirazı dile getirmekti temel niyetim.
Tolga Tören: İçinde yaşadığımız zaman dilimi, geçtiğimiz yıl Sendika.Org’ta da yürütülen tartışmalarda da görüldüğü üzere, faşizmden, Bonapartizme, otoriterlikten, olağanüstü devlet biçimine kadar farklı kavramlarla tanımlandı sosyal bilimciler ve siyasal analizciler tarafından. Bu tartışma devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor. Sadece ne ile karşı karşıya kaldığımızı anlamak açısından değil, karşı karşıya kaldığımız şey ile nasıl mücadele edeceğimizin de belirlenmesi açısından… İçinde bulunduğumuz dönemi, yani iktidarın “Yeni Türkiye” olarak sunduğu şeyi nasıl tanımlamak gerektiği konusunda farklı kavramlara başvurulabilir elbet; ama bir nokta çok açık: Bize “yeni Türkiye” adıyla sunulan şey, kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliği bağlamında bakacaksak, pek de yeni değil; ama kapitalist üretim ilişkilerini, sermaye birikimi sürecini sürekli kılmaya dönük politikaların, aktörlerin, devletin yapısının, devletin ideolojik ve baskı araçları arasındaki ilişkilerin farklılaşması bağlamında kimi yenilikler ile karşı karşıyayız…
Bununla birlikte içinde yaşadığımız savaş ve her manada baskı ortamı düşünüldüğünde, güvenlik kavramının gündelik yaşamımızın bu kadar içine girdiği düşünüldüğünde, bu “yeni”liklerin hiçbirisinin, Walter Benjamin’in sözüyle “ezilenlerin geleneği” açısından, toplum açısından hayırlı bir şeye tekabül etmediğini görüyoruz.
Bildiriye gelince… Haziran ayına kadar bu coğrafyada bahar havası esiyordu, insanlar barış beklentisi içerisinde idi. Ama 7 Haziran seçimleri sonrasında kendimizi inanılmaz bir hızla çatışma ortamına doğru ilerlerken gördük. Sokağa çıkma yasakları, ölümler, bir önceki dönemin barışa ya da çatışmasızlığa ilişkin söylemlerinin yerini alan savaş çığırtkanlığı… Bütün bunların, toplumun üzerini örten bir kara buluta dönmeye başladığı bir zaman diliminde, bölgedeki sokağa çıkma yasaklarının, çatışma ortamının, ölümlerin yarattığı atmosfere dikkat çekmek, Kürt sorununun barış ve müzakere yoluyla çözümüne vurgu yapmak için yayımlanan bu metne imza koymaktan imtina etmek, tanık olduklarımıza gözlerimizi kapamak anlamına gelecekti…
İçinde yaşadığımız toplumun sorunlarına, hele de Kürt meselesi gibi can yakıcı bir soruna barıştan yana ses vermek yalnızca hakkımız değil, sorumluluğumuz da aynı zamanda. Resmi terzilerin kralın elbisesinin ne kadar da güzel olduğunu iddia etmeye devam ededurdukları bir zamanda; kral çıplak demiş oldu akademi. Böyle diyerek ve sonrasındaki baskıları göğüsleyerek, “…insanın kendi toplumunun, yurttaşlarına hesap vermek zorunda olan yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenme konusunda özel bir görevi olduğuna inanıyorum ben; özellikle de bu güçler apaçık ahlak dışı ve kendisinden çok daha güçsüz bir tarafa karşı yürütülen bir savaşta ya da kasten ayrımcılığı, baskı yapmayı ve toplu zulmü hedefleyen programlar için kullanıldığında” diyen Edward Said’i de anmış oldu.
Sizin de belirttiğiniz gibi Erdoğan ya da AKP iktidarı bu kampanyayı görmezden gelse belki etkisi de bu denli olmayacaktı. Ancak üniversiteden gelen bu çıkışa olabilecek en sert biçimde karşılık verdiler. İktidarın gösterdiği tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Mustafa Şener: Bu bildiri tam anlamıyla iktidarın sırlarını döktü ortaya. Tabi aslında herkesin bildiği bir sırdı bu. Yani kralın çıplak olduğunu herkes biliyordu ama bunun kamusal bir alanda dillendirilmesi bu bildiriyle mümkün oldu. Bu yüzden tepkinin bu kadar sert olduğunu düşünüyorum. Bir de, bilemiyorum, “aydın” dediğimiz canlı türünün ya da akademinin demek ki hâlâ bir ağırlığı varmış bu toplumda, bunu gördük. Bilinir, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde aydınların hep özel bir yeri olmuştur. Yeni Osmanlılar’dan beri böyledir bu. Cumhuriyet’ten beridir de hep muhalif bir aydın hareketi var olmuştur ve bu hareket belli tarihsel dönemeçlerde hep boyundan büyük işler yapmıştır. Aydın da budur zaten; Sartre’ın deyişiyle, üzerine vazife olmayan işlere karışan ya da boyundan ötesine yeltenen.
Galip Deniz Altınay: İktidarın gösterdiği tepki aslında ilk başta şaşırtıcı gelse de bu iktidarın genel olarak izlediği politikalara bakıldığında hiç de şaşırtıcı bir yerde durmuyor. Karşımızda faydacı politikalar izlemek konusunda uzman olan bir iktidar var ve önlerine çıkan her durumu bu anlamda sahip oldukları iktidar aygıtlarını da kullanarak maniple edebiliyorlar. Özellikle Haziran seçimlerinden sonra ülkede iktidar eliyle gerginliğin nasıl günden güne arttırıldığını gördük ve görmeye devam ediyoruz. Bu dönemden sonra izledikleri politikaların kendilerine yaradığını Kasım seçimlerinde de gördüler ve bu politikayı izlemeye devam ediyorlar bu nedenle. İşte imza kampanyasına iktidarın gösterdiği bu sert tepki de bence hem bu faydacı politikaların bir devamı hem de yukarıdaki soruda da belirttiğim gibi toplumsal muhalefetin birleşip güçlenmesinden duydukları korkuyla ilişkili. Bu korku da yine verilen bu sert tepkinin nedenlerinden bir bana kalırsa.
Tolga Tören: Mustafa ve Deniz’in söylediklerine katılmamak mümkün değil elbet… Açıkçası ben de bildiriye karşı böyle bir tepki beklemiyordum. Ama verili koşullar altında şaşırtıcı da olmadı. Basından bürokrasiye birçok alanın yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı bir zaman diliminde sıranın üniversitelere gelmemesi düşünülemezdi. Nitekim öyle de oldu… Bildiri vesilesi ile bir yandan “imzacı” akademisyenler hedef gösterilir, itibarsızlaştırma kampanyaları ile karşı karşıya kalır, işinden kovulur, sınır dışı edilir, tutuklanırken, YÖK de üniversiteler için yeni kadrolar tahsis etmekte gecikmedi, metni ilk imzalayanların sayısına eşit kadro tahsisi yaptı üniversitelere hatırlayacak olursanız sürecin başında. Bu anlamda bildiri, Kürt meselesine, barışa, çözüm sürecine ilişkin dile getirdiklerinin yarattığı etkinin yanında “yeni Türkiye”nin akademisini ve akademisyenlerini tanımlamanın, hatta oluşturmanın aracı olarak kullanıldı/kullanılıyor sanki iktidar tarafından. Ama görünen ve mutluluk verici olan o ki “bilim itaat etmeyecek”. Metnimizin arkasındayız, barış talebimizden vazgeçmiyoruz.
Mersin Üniversitesi’nde şu an için sizin de aralarında yer aldığınız 6 akademisyen iş akdinin tamamlanmasıyla “akademik yetersizlik”, “evrak geciktirme” vb. gerekçeler sunularak işten çıkarıldı ve diğer imzacı akademisyenlerin de sözleşme süresinin dolmasıyla işten çıkarılması büyük olasılık gibi görünüyor. Bu kolay işten çıkarma rahatlığı güvencesizliğin bir göstergesi aynı zamanda, Mersin Üniversitesi rektörünün bu aceleci tavrını ve keyfi uygulamalarını neye bağlıyorsunuz?
Mustafa Şener: Evet, kamu üniversiteleri içinde en hak-hukuk tanımaz tutum Mersin Üniversitesi’nden geldi. En “cevval” rektör bizimki çıktı. Bildirinin kamuoyuyla paylaşıldığı günlerde sürelerinin uzatılması gereken iki yardımcı doçentin süresini uzatmayarak, ki bunlardan birisi benim, hukuksuzluğa hızlı bir giriş yaptı ve ardından da imzacı tüm akademisyenleri aynı akıbetin beklediğini, kendisiyle görüşmeye giden bir grup arkadaşımıza açıkça ifade etti. Elbette kendisi de bu hukuksuzluğun farkında olduğundan kamuoyuna “Bu akademisyenleri imzacı oldukları için bunları atıyorum” diyemedi. Onu yerine türlü bahaneler bulmaya çalıştı. Benim durumumda örneğin, dünya literatürüne geçecek bir absürtlüğe imza attı. Dosyam eksiksizdi, jüri raporlarım olumluydu, başvurumu zamanında yapmıştım. Ama külyutmaz bir dedektif özeniyle çalışan rektörlük benim dosyanın bizim fakülteden rektörlüğe sözleşme süresinin dolmasından üç gün sonra gittiğini saptadı. Benim başvurumu zamanında yapmış olmam, jüri raporlarının zamanında ve olumlu olarak gelmiş olması falan önemli değildi. Şimdiye kadar Mersin Üniversitesi’nde ve diğer üniversitelerde bu türden gecikmelerin rutin hale gelmiş olması da rektörü durduramadı. İdare hukuku açısından idarenin bir bütün olarak kabul edildiğini, dolayısıyla süresi içinde dosyamı fakülteye vermiş olmamın benim açımdan sorumluluğu ortadan kaldırdığını bilmesine bilirdi de her yönetici, yüksek yerden gelen emir demiri kesti.
Ama Mersin Üniversitesi rektörünün bu “cevval” tavrı, bu emir kadar, herhalde kendisinin siyasal görüşleriyle de ilgilidir. Çünkü başka hiçbir kamu üniversitesi, en azından şimdilik, hukuku bu ölçüde ayaklar altına al(a)madı.
Fakat ben bu tavırda Mersin’in ve Mersin Üniversitesi’nin özgün konumunun da etkili olduğunu düşünüyorum. Bununla, Mersin’in, hele de il merkezinin görece demokrat, ılımlı, etnik ve dini inançlar bakımından kozmopolit bir yer olmasını kastediyorum. Şehirdeki bu hava şöyle ya da böyle Mersin Üniversitesi’ne de yansımıştı ve bu üniversite özellikle taşra üniversiteleri içinde görece demokrat ve çoğulcu bir yapıyı barındırıyordu. Gerçi 1998 yılında YÖK eliyle burada bir darbe düzenlenmiş ve üniversite sıkıyönetim altına alınmıştı ama gene de bu yapı az çok korunmuştu. Gelgelelim 2014 yerel seçimlerinde Büyükşehir Belediyesi’ni MHP’nin kazanması bu güçlerin Mersin üzerindeki iştahını biraz daha kabarttı. Kentin muhafazakârlaştırılmasında önemli bir adım atılmış ve şimdi sıra üniversiteye gelmişti. Yani hem yereldeki MHP’lilerin hem de AKP’nin gözünde Mersin Üniversitesi “ele geçirilmesi gereken bir kale” konumundaydı. Nitekim Ahmet Çamsarı rektör olduktan sonra üniversitenin kadro yapısını değiştirme yönünde hızlı adımlar atmış; önceki dönemden devreden taşeron işçilerin bir bölümünü işten çıkararak yerine AKP ve MHP kanalından bildirilen isimleri almış, muhalif olabilecek (önemli bir bölümü Eğitim-Sen’li) memurları oradan oraya sürmüş, akademik kadrolara bölümlere sormadan alımlar yapmaya başlamıştı. Üniversitede örgütlü yetkili sendika olan Eğitim-Sen üzerinde de türlü baskılar kurulmaya çalışılmıştı. O güne kadar üniversitede bir varlık gösterememiş olan ve hiçbir etkinliği bulunmayan yandaş sendika müdürler ve şefler eliyle örgütlenmeye başlanmıştı. Dolayısıyla Barış Bildirisi nasıl Tayyip Erdoğan tarafından akademiye müdahale için uzun zamandır aranıp da bulunamayan bir fırsat olarak görülmüşse, Mersin yerelinde de sağ-muhafazakâr çevreler tarafından üniversitenin ele geçirilmesinde önemli bir imkan olarak değerlendirilmek istendi.
Galip Deniz Altınay: Mersin Üniversitesi’nde yaşanan haksız ve hukuksuz uygulamalar gerçekten bu süreçte Türkiye’deki kamu üniversitelerinin hiçbirinde yaşanmadı. Bizim ilk başlarda imza kampanyasına en sert tepkiyi verdiğini düşündüğümüz Muğla, Düzce vb. yerlerde bile akademisyenlere en fazla açılan soruşturmalar süresince uzaklaştırmalar verildi ki bu bile Mersin Üniversitesi Rektörlüğü’nün uygulamalarının yanında çok naif kalmakta. Mersin’de yaşanan süreç şu açılardan önem taşıyor bence. Her şeyden önce genel olarak akademi üzerinden bakıldığında aslında çoğu kişi tarafından özenilen, parmakla gösterilen, ayrıcalıklı olarak görülen akademinin aslında ne kadar ülkedeki diğer iş kollarıyla benzerlikler içerdiğini gösterdi bu süreç. Güvencesizlik akademide de tıpkı diğer iş kollarında olduğu gibi fazlasıyla mevcut ama bu çok görünmeyen veya hissedilmeyen bir noktadayken Mersin’de yaşanan bu süreç bu durumu biraz daha görünür kıldı. Buna ek olarak akademideki bu sorunun sadece akademi bazlı olarak ele alınmasının da çok mümkün olmadığı bence artık ortada. Özellikle iktidarın yaşanan bu süreçlere paralel olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nu ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nu değiştirme isteği diğer işkollarındaki benzer değişikliklerle beraber yürümekte dolayısıyla bu yaşananlara karşı bir mücadele verilecekse bu toplu ve beraber yürütülmesi gereken bir mücadele olarak karşımızda durmakta. Bence Mersin’de yaşanan bu süreç bu mücadelelerin farklı kesimlerle beraber örgütlenmesinin ne kadar elzem olduğunu göstermesi bakımından da önemli bir yerde duruyor.
Mersin’de yaşanan hukuksuzluklara Mersin özelinde baktığımızda da şu tablo karşımıza çıkıyor. Rektörlüğün bu tavrı aslında göreve geldikleri andan itibaren uygulamaya koydukları tavrın bir devamı niteliğinde. Üniversitedeki taşeron işçilerle başlayan, idari personelle devam eden haksız ve hukuksuz uygulamaların akademisyenlere gelmeyeceğini düşünmek zaten safça bir bakış açısıydı. Uzun süreden beri düşünülen ve planlanan Mersin Üniversitesi’ndeki muhalefeti sindirmek ve tasfiye etme çabalarının başlangıcı olarak görmekteyim bu uygulamaları.
Tolga Tören: Mustafa ve Deniz’in vurguladıklarına ek olarak iki noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor. Bunlardan birisi 12 Eylül 1980 rejiminin bir ürünü olan YÖK sisteminin rektörlere verdiği olağanüstü yetkiler… İkincisi ise hukukun, kaymakamlara dahi “mevzuata takılmayın” denebilecek ölçüde ortadan kalktığı bir zaman diliminde yaşıyor oluşumuz. Elbette devletin en üst katından kaymakamlara yapılan “mevzuata takılmayın” çağrısı, kaymakamlar dışında bir yerlerde de karşılık bulacaktı. Nitekim buldu da… Arkadaşlarımız, hukuk ve akademik teamüller dikkate alınmaksızın işten çıkarıldılar, Kıvanç Ersoy, Esra Mungan, Muzaffer Kaya hocalarımız tutuklandılar, Chris Stephenson hocamız apar topar, son derece çirkin bir şekilde sınır dışı edildi…
İşten çıkarılmaların hukuksuz boyutu bir yana, değerlendirmenin karşı imzacı akademisyenler tarafından yapıldığına dair iddialar var. Bu konu hakkında da bilgi verir misiniz? Süreç nasıl işletildi sizler için Mersin’de?
Mustafa Şener: Bana uygulanan saçmalık derecesindeki hukuksuzluğu anlatmıştım. Benimle aynı günlerde Yasemin Karaca arkadaşımızın da süresi uzatılmadı. Fakat Yasemin’in dosyasında zamanla ilgili bir sıkıntı olmadığı için rektörlük onun için başka bir yol uyguladı. Zamanında teslim edilmiş ve olumlu jüri raporlarını ihtiva eden dosyasını kabul etmeyerek, onun çalıştığı yüksekokul yönetimine jürinin yeniden oluşturulması için baskı yaptı. Hatta yeni jüri üyelerini de, aslında hukuk dışı olasına rağmen, bizzat rektörlük belirledi. Normalde jüriyi ilgili yüksekokul müdürü ya da dekan belirler. Jüri üyelerini seçerken de, sonucun olumsuz olmasını garanti altına almak için, üç üyeden ikisini karşı imzacılar (yani bizim barış bildirisine karşı bir kontra bildiri yayınlayan akademisyenler) arasından seçti. Ve elbette sonuç istedikleri gibi oldu; bu iki üye olumsuz rapor yazdı. Diğer gerçekten “tarafsız” jürinin olumlu raporu yetmedi. Fakat şunu da eklemek gerekir ki, rektörlük bu süreçte de hukuku ayaklar altına aldı. Bir kere, ilk jürinin raporlarını kabul etmemesi teamüllere uygun değildi. İkincisi, ikinci jüriyi kendisinin seçmesi yönetmeliklere aykırıydı. Üçüncüsü, ilgili yönetmeliğe göre üç jüri üyesinden birinin ilgili birimden (bu durumda Yasemin’in çalıştığı yüksekokuldan) seçilmesi gerekirken, rektörlük üç üyeyi de kurum dışından belirleyerek bu yönetmeliği açıkça çiğnedi. Dördüncüsü, jüri üyeleri de usulsüz davrandı. Aslında önlerine gelen dosyadaki yayınları yeniden puanlama yetkileri yokken (Bu birçok Danıştay kararıyla kesinleşmiştir: Yardımcı doçentlik uzatmasında kurulan jüri, sınav jürisi değildir, makale ve yayınların puanlarını keyfine ya da yayının içeriğine göre değiştiremez. Biçimsel şartların yerine getirilip getirilmediğini kontrol edebilir sadece), keyfe eder biçimde puanları indirdiler, makalelerin üstünü çizdiler. Sonra da adayı yetersiz buldular. Yani baştan sona hukuksuz, yasalara, yönetmeliklere, teamüllere aykırı bir süreç işletildi.
Galip Deniz Altınay: Kendi yaşadığım süreç üzerinden değerlendirecek olursak, benim kadro durumumda herhangi bir jüri raporu durumu söz konusu olmadığı için karşı imzacıların bu noktada bir müdahalesinden söz edemem. Ancak kendi durumumda yaşananlara ilişkin de şunu belirtmek isterim. Benimle beraber uzman ve araştırma görevlisi kadrosundaki iki arkadaşımın sözleşme uzatmaları bölüm ve fakültelerden rektörlüğe gönderilen raporlar üzerinden gerçekleşiyor. Rektörlük bu süreçte dekanlıklara baskı uygulayarak Aralık ayında bizim hakkımızda rektörlüğe gönderilmiş olan “olumlu” raporları olumsuza çevirmeye çalıştı. Uygulanan bu baskı sonucu haksız bir şekilde -ki neden olarak sadece hakkımızda açılmış olan adli ve idari soruşturmalar gösteriliyor- incelenmek üzere dekanlığa iade edilen dosyalarımız takdir hakları rektörlüğe bırakılarak geri rektörlüğe gönderildi. Rektörlükte yine hakkımızda açılmış olan soruşturmaları öne sürerek ve dekanlıkların maalesef rektörlüğe bıraktıkları “takdir hakkını” kullanarak sözleşmelerimizin uzatılmayacağını bizlere tebliğ etti. Bizler bu konuyu yargıya taşıdık artık konu yargının incelemesinde ancak şunun bilinmesi gerekiyor bu sürecin sonunda yaşanacak kazanım ve kayıplar sadece bizlerin değil tüm Mersin Üniversitesi kamuoyunun kazanım veya kayıpları olacaktır. Bu noktada artık şimdiye kadar sessiz kalan akademisyen arkadaşlarım başta olmak üzere tüm Mersin Üniversitesi kamuoyuna seslenmek istiyorum; burada yaşanan sadece birkaç kişiyi ilgilendiren bir durum değil. Mersin Üniversitesi’nin geleceğinin nasıl olacağının belli olacağı bir süreç yaşanıyor ve bu noktada sessiz kalınması sadece kaçınılmaz olanı biraz geciktirecektir ama yarın başkalarının da benzer süreçleri yaşaması bugün verilen mücadele yalnız bırakıldığında çok da uzun süre almayacaktır. Bu yüzden bu durumun görülüp ona göre davranılması gerekiyor.
Tolga Tören: Mersin Üniversitesi bilimsel çalışmaları ve etkinlikleri ile ya da öğrencilerinin başarıları ile değil, akademisyenlere, idari kadro çalışanlarına ve öğrencilere uygulanan baskılar ile gündeme gelmeye başlamış durumda. Düzmece bahanelerle işten çıkarılan akademisyenlere, kampüsten gözaltına alınan öğrencilere, çalışma yeri değiştirilen idari personele, öğretim elemanlarını ihtiyaç dışı göstermeleri için baskı altına alınan dekanlara ya da fakülte yönetim kurullarına dair haberler üniversitenin sıradan gelişmeleri artık. İmzacı olsun ya da olmasın akademisyen kimliğini taşıyan herkesin tüm bunlar üzerine titizlikle düşünmesi gerekiyor kanaatindeyim. Kuralsızlığın, hukuksuzluğun sıradanlaşmasının yarattığı etkilerden hiçbirimizin kurtulma şansı yok.
Ülke çapında diğer akademisyenlerle ilişkiler nasıl ilerliyor, iletişim halinde misiniz? Barış için Akademisyenler çalışması nasıl devam edecek, beklentilerinizi tarifleyebilir misiniz?
Mustafa Şener: Bu bildiriyi imzalayan 1128 kişi (sonradan katılımlarla bu sayı 2212 oldu) arasında birbirini tanıyanlar çok azdı aslında. Barış İçin Akademisyenler adıyla ortak bir tavır geliştirmeye çalışan bir grubun ve bu isimle bir internet sitesinin ortaya çıkışı birkaç yıl öncesine gider gerçi ama imzacıların sayısı ve bileşimi bu grubun çok ötesine geçti. Dolayısıyla imzacılar önceden kendi içlerinde bir iletişim ağına sahip değillerdi. Fakat böylesine büyük bir saldırıya maruz kalınca ister istemez bir dayanışma ihtiyacı doğdu. Hem bu süreçte maruz kalınan hak ihlalleriyle mücadele etmek için, ama hem de bildirinin yayınlandığı tarihten sonra giderek artan savaş ve yıkım siyasetine daha da güçlü bir şekilde karşı durabilmek için. Böylelikle önceden var olmayan yeni dayanışma ağları kuruldu. Hem akademisyenler arasındaki bilgi akışını hızlandırmak için, hem idari ve adli soruşturmalarda ortak tavır geliştirebilmek için, hem bu süreçte işini kaybedenlerle maddi dayanışmada bulunmak için, hem de barış mücadelesini kaldığı yerden daha da güçlü biçimde devam ettirebilmek için şu anda yoğun bir diyalog ve fikir alışverişi yaşanıyor imzacılar arasında. Yakın gelecekte uluslararası bir Barış Konferansı düzenlenmesi planlanıyor. Diyarbakır, Cizre, Silopi gibi yerlerde barış nöbeti tutulması ve buraların yeniden inşasına elden geldiğince katkıda bulunmak için de çaba gösterilecek. Orta ve uzun vadede de bu ortak girişimlerden yeni bir örgütlenme tarzının doğması umuluyor. Alternatif bir akademinin inşası da tartışılan hedefler arasında.
Galip Deniz Altınay: İmza kampanyasını iktidarın bu şekilde çarpıtması ve akademisyenlere yönelik tehditler bu anlamda üniversitelerde belirli bir farkındalık yarattı. Özellikle metne imza koyan akademisyenlerin hızlı bir biçimde iletişime geçme durumu gerçekleşti. Gerek sosyal medya üzerinden gerekse yerel ve ülke bazında örgütlenen toplantılar üzerinden hızlıca farklı konu başlıkları altında çalışmalar başlatıldı. Şu anda da bu konuda çalışmaların devam etme durumu söz konusu. Barış için akademisyenler çalışması bu anlamda artık imza kampanyasını çoktan aşmış bir noktaya gelmiş durumda. Uluslararası bir görünürlüğe sahip ve özellikle uluslararası çapta akademi üzerindeki baskıların somut bir örneğini oluşturmakta. Uzun yıllardan beri devam eden savaş politikalarına karşı pasif kalan akademinin bu anlamda neler yapabileceğini göstermesi açısından da Barış İçin Akademisyenler’in bu imza kampanyası bir örnek oluşturdu. Bundan sonra da hem ülke çapında hem de uluslararası alanda bu tarz örgütlülüklerin doğacağını ve akademinin de bu süreçte savaş tehlikesine karşı daha fazla ses çıkaracağını ummaktayım.
Tolga Tören: Öncelikle, birbirini tanımasa da birbiri için kaygılanan, başına ne geldiğini ya da geleceğini merak eden, başına bir şey geldiğinde ne yapmalı diye soran, koşturan kocaman bir aile olduğumuz hissiyatı oluştu bende. Yalnız olmadığını bilmek. Üstelik, barış gibi bir talebin etrafında kenetlenmiş bir topluluk ile sarmalandığını bilmek… Bu muazzam bir şey…
Barışın sesinin daha gür duyulması, yaşanan hukuksuzluklara daha güçlü bir şekilde karşı koyulabilmesi ve nihayetinde Mustafa ve Deniz’in bahsettiği çalışmaların toplumda daha fazla karşılığını bulabilmesi noktasındaki en önemli şeylerden birisinin bu kenetlenme, bir arada durma halinin ısrarla korunması olduğunu düşünüyorum…
Öğrenci hareketini bir kenara koyarsak uzunca bir süredir üniversitelerde çok ciddi sorunlar olmasına rağmen akademisyenler cephesinden çok ciddi bir hareket olmadığı görülüyor. Her üniversitede akademisyenlerin kendi içinde akademik hiyerarşi, statüler, performans, rekabet zorlaması, cinsiyet temelli ayrımcılık vb. türlü eksenlerde parçalandığını, ayrıştığını biliyoruz. Barış için Akademisyenler heterojen bir topluluğun ortak bir tutum alışı oldu ve saldırı karşısında dayanışma öne çıktı. Bu süreç üniversite mücadelesi açısından, birbirinin sorununa bakma, sorunları görme, ortak müdahale etme gibi bir tutumu da geliştirdi mi, ya da geliştirme potansiyeli taşıyor mu?
Mustafa Şener: Toplumdaki örgütsüzlük sorunu elbette akademide de geçerli. Belirttiğiniz gibi, akademideki hiyerarşik basamakların çokluğu da örgütlenmeyi zorlaştıran bir etken. Ayrıca liberal-kapitalist sistemin giderek akademiyi üretim sürecinin sıradan bir halkası gibi görmesi ve “etkinlik, üretkenlik, verimlilik” gibi kavramlarla bu süreci ideolojik olarak dönüştürmesi akademiyi de etkiliyor. Dolayısıyla bilimin kendisiyle pek de alakası olmayan rekabet, performans gibi kavramlar akademiyi de esir alıyor. YÖK sisteminin akademik üretimi sırf yayın sayısıyla ölçmesi bunun bir göstergesi. Böyle bir ortamda örgütlenmek, ortak tavırlar geliştirmek oldukça zor. Sendikal örgütler var ama bunların da akademik dünyayı yeterince temsil edebildiği söylenemez. Yine kurulmuş olan bazı dernekler de ancak çok sınırlı bir kitleyi temsil edebiliyorlar. Şimdi bu bildiri vasıtasıyla akademik dünya uzun bir aradan sonra birlikte hareket etmenin sonuç alıcı bazı imkanlar yaratabileceğini tekrar deneyimledi. Başlangıçta 1128 olan imzacı sayısının ciddi tehdit ve hakaretlere rağmen sonradan 2212’ye çıkması, akademisyenlerin kendilerine ve birbirlerine olan güvenlerini tazeledi. Bildirinin toplumun bütün kesimlerinde uyandırdığı olumlu ya da olumsuz tepkiler sözün ve yazının hâlâ anlamlı sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Şu anda bütün imzacılar birbirleriyle dayanışmak için muazzam bir enerjiyle hareket ediyorlar; bir yandan sendikalarını bu işin içine daha azla çekebilmek için mücadele ederken bir yandan da yeni dayanışma formları yaratıyorlar, hiç kimsenin kendini yalnız hissetmemesi için müthiş bir seferberlik halindeler. Ana merkezlerde kısmen rahat olan arkadaşlarımız, taşrada daha zor durumda olan meslektaşlarının elini tutuyorlar. Ve bir yandan da bütün bunlara koştururken asıl meseleyi, yani barış mücadelesini ikinci plana düşürmemek için çabalıyorlar. Yani, evet, bu deneyim gelecek açısından ciddi bir potansiyel yaratıyor. Türkiye’de barıştan yana, emekten yana, özgürlükten yana bir üniversite olacaksa, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi bu sürecin önemli kilometre taşlarından biri olacak şüphesiz.
Galip Deniz Altınay: Şunu bir kez daha söylememiz gerekiyor sanırım. Bu imza kampanyası akademinin sorunları üzerine yola çıkmış bir kampanya değildi. Ancak süreç kampanyanın akademinin sorunlarını da görünür kılmasına yol açtı. Bu nedenle kendisine hedef olarak akademide yaşanan sorunları koymayan bir çalışmadan çok fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini düşünüyorum. En azından tek başına bu süreçte yaşananlar yetmeyecektir akademideki sürecin bundan sonrasına dair değerlendirmelerde bulunmak açısından. Ama tabi ki yaşanan her deneyimin önemli olduğu gerçeğinden de hareket ederek akademinin bu süreç boyunca kurduğu diyaloğun, yapılan tartışmaların, örülen mücadelenin de azımsanmaması gerektiğini de düşünüyorum. Dolayısıyla bu süreci mücadele içinde önemli bir kilometre taşı olarak görmek ve buradan neler yapılacağına dair daha kapsayıcı tartışmalar yapmak benim açımdan bu sürecin önemli kazanımlarıdır.
Tolga Tören: “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni akademinin sorunlarına ilişkin bir metin değildi elbet; ama metnin dolaşıma sokulması sonrasında yaşananlar, yani bildiriyi imzalayan akademisyenlerin yaşadığı baskılar, hukuksuzluklar, ayrımcılık uygulamaları, bizi aynı zamanda, akademik özgürlük, ifade özgürlüğü, akademideki güvencesiz çalışma koşulları, akademideki karar alma süreçlerinin anti-demokratikliği gibi konular üzerinde de düşünmek zorunda bıraktı diye düşünüyorum.
İmzacı akademisyenlerin birbiri ile dayanışma çabaları, alternatif bir akademi üzerine düşünülmeye başlanması, akademideki geleneksel sendikal örgütlenme formlarının sınırlılıklarının görülmesi, öğrencilerimizin gösterdiği muazzam tavırlar, farklılıklara rağmen bir arada durma inadı… Bunların hepsinin bahsettiğiniz türden bir potansiyelin ipuçları olduğu kanaatindeyim.
Son sözlerimizi “ne yapmalı” sorusuyla bitirelim. Üniversitenin sorgulanması ve dönüşümü için nasıl bir tutum almak, nasıl bir dayanışma inşa etmek gerekiyor?
Mustafa Şener: Bu soruya somut bir yanıt vermek mümkün değil bence. Çünkü hazır reçeteler pek sonuç vermiyor. Nasıl bir dayanışma ve nasıl bir örgütlülük sorusunun cevabını bu türden mücadeleler içinde yeniden yaratacağız. Bu bildiriden sonra yaşadığımız saldırılar, en basit dayanışma pratiklerimizin bile yeterince gelişkin olmadığını gösterdi örneğin. Ama ihtiyaç vaki olduğunda bunu hızla öğrenebileceğimizi de, “ihtiyaç keşiflerin anasıdır” derler ya, şimdi bazı şeyleri yeniden keşfediyor ya da hatırlıyoruz. Bu ülkenin solcuları, demokratları ve aydınları maalesef bugüne kadar neredeyse hiçbir alanda kalıcılığı olan, dosta düşmana karşı göğsümüzü gere gere savunabileceğimiz bir kurumsallaşma yaratamadılar. Haksızlık etmek de istemem, elbette bir mücadeleci, direnişçi aydın geleneği var bu ülkede. Bir İsmail Beşikçi, bir Fikret Başkaya, bir Haluk Gerger varken aksini söylemek insafsızlık olur. Fakat kalıcı bir örgütlülük ve kurumsallaşma (ki bunun illa formel bir biçim kazanması da gerekmiyor; edinilmiş, işgörür pratikler toplamı olarak kurumsallaşmadan söz ediyorum) yaratılamadığı da bir gerçek. Şimdi burada ve bugün en azından bunu yapabilirsek, bizden önce konulmuş tuğlalara yenilerini ekleyerek sağlam bir temel kurabilirsek, barış içinde ve özgür bir ülke ve dünyaya doğru küçücük de olsa bir adım atmış olacağız. Ve evet, bence Barış İçin Akademisyenler bunu fazlasıyla vaat ediyor. Umalım ki meyveler çiçeklerin vaadini de aşsın.
Tolga Tören: Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı dönüşümler birçok alanda olduğu gibi üniversiteler üzerinde de önemli etkiler doğurdu.
Üniversitelerin piyasa ilişkilerine açılması, bilimsel bilgi üretimi aracılığıyla toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm önerileri sunan kurumlar olmaktan çok sermayeye kalifiye işgücü üretmeye dönük, piyasanın bilgisini üretmeye dönük kurumlar haline gelmeye başlaması, bu sürece paralel olarak akademisyenlerin kendi içerisinde, vakıf üniversitelerinde çalışan–kamuda çalışan, kadrolu–sözleşmeli vb. ayrımlara tabii hale gelmesi, üniversite çalışanlarının da esnek-güvencesiz çalışma olgusu ile karşı karşıya kalması… Bunlar üniversitelerin yaşadığı dönüşümlerin en bilinenleri arasında.
Kapitalist üretim ilişkilerinin neoliberal formunun otoriterleşme, hatta giderek faşizan süreçlerle iç içe geçmesi, üniversitelerin sadece sermayenin değil, devletin basıncı altında kalmasına da yol açtı, açıyor elbet. Yaşadığımız süreç biraz da bunun göstergesi.
Tüm bunlar, üniversitelerdeki dönüşümden mustarip olan kesimlerin de çeşitlenmesine yol açtı kuşkusuz. Fikrini dile getirdiği için hapsedilen, sınır dışı edilen, işinden atılan akademisyen; kamu ya da vakıf üniversitelerinde güvencesiz çalışan akademisyen; demokratik bir hak olan protesto hakkını kullandığı için eğitim hakkı elinden alınan öğrenci; kaç oy aldığına bakılmaksızın atanan bir rektör istemedi diye görev yeri değiştirilen bir idari kadro çalışanı…
Geleneksel örgütlenme formlarının bu sorun alanlarının hepsini kapsayamaması elbette farklı örgütlenme arayışlarını, biçimlerini de beraberinde getiriyor. Ben önümüzdeki dönemlerde üniversite alanında yapılması gereken en elzem şeyin, farklı sorun alanlarında açığa çıkan farklı örgütlenme biçimlerini kapsayabilecek, kamu ve vakıf üniversitesi çalışanlarını, hatta öğrencileri de kapsayacak bir üst örgütlenme formunun yaratılmasına dönük çaba göstermek olduğunu düşünüyorum.
Akademinin başta barış olmak üzere toplumsal sorunlara ilişkin daha güçlü bir ses çıkarabilmesinin ilk adımı bu sanırım.
Galip Deniz Altınay: Kendi adıma öğrencilik yıllarımdan başlayarak benzer soruları ve çözüm önerilerini çokça konuştuğumuzu söyleyebilirim. Her dönemin gerçekliği içinde öne çıkan noktalar farklı olabiliyor. Bu dönemde de işte sadece barış adına atılan imzaların ardından akademiyi konuşmaya başladık. Naçizane söyleyebileceğim bundan sonrası için bu süreçte ortaya çıkan örgütlülüklerin, temasların artırılması için çalışmamız gerektiği. Çünkü iktidarın en çok korktuğu şey bu ülkede toplumsal muhalefetin tabanının genişlemesi. Türkiye tarihi içinde de bakıldığında üniversitelerin farklı seslerin bir araya geldiği, farklı tartışmaların bir araya geldiği nadir yerler olması bakımından bir önemi var. Özgür düşüncenin, bilimin bir yuvası haline gelebilirse eğer üniversiteler toplumsal muhalefetin genişletilmesi adına da üzerine düşenleri yapabilecektir akademi. Dolayısıyla şu dönemde akademinin her şeyden çok bir arada durmaya, konuşmaya ve paylaşmaya ihtiyacı var. Biz yan yana durup, örgütlülüklerimizi artırabilirsek buradan zaten akademinin geleceği adına da olumlu şeyler çıkarabilmemiz mümkün olacaktır.
Sendika.Org olarak Mersin Üniversitesi’nden akademisyenlerle röportajımızı bitirdikten hemen sonra 13 Mart Ankara Katliamı yaşandı ve arkasından Erdoğan’ın yeniden hedef göstermesi ile üç akademisyen Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy tutuklandı. Mustafa Şener’in yaşananlar hakkındaki görüşlerini söyleşimize ekledik…
Mustafa Şener: Bu röportajı yaptıktan sonra 13 Mart Ankara Katliamı’nı yaşadık ve onlarca insanımızı kaybettik maalesef. Aslında bu saldırı da bizim bildirimizin haklılığını bir kez daha ortaya koydu. Kürt sorununda barışçıl çözüme dönülmedikçe acıların artacağını gösterdi. Fakat Tayyip Erdoğan bu saldırıyı da biz akademisyenleri bir kez daha hedef göstermek için bir vesile saydı. Akademisyen, gazeteci ya da avukat gibi meslek erbabının da terör suçundan yargılanması gerektiğini, gerekirse ilgili kanunlarda bu yönde değişiklik yapılması gerektiğini buyurdu. Yazar-çizer insanlarla elinde silah tutanları denkleştirdi. Erdoğan’ın bu sözlerini talimat gibi algılayan yargı da hemen gereğini yerine getirdi ve 15 Mart’ta imzacı arkadaşlarımızdan üçü “terör propagandası” suçlamasıyla tutuklandı. Bir arkadaşımız yurt dışında olduğu için şimdilik ‘kurtuldu.’ Bir başka imzacı sınır dışı edildi. Yine aynı günün gecesinde İstanbul’da pek çok avukatın evi basıldı ve bu insanlar gözaltına alındılar.
Ben bu gelişmeleri ülkemizin diktatörlüğe bir adım daha yaklaşması olarak değerlendiriyorum. Tayyip Erdoğan her gelişmeyi kendisi için bir fırsata çevirmeyi başarıyor. Hiç kimse bu tutuklamaların hukuki olduğunu savunamaz. Mesele freni patlamış bir iktidarın ülkeyi her geçen gün büyük bir felakete bir adım daha yaklaştırmasıdır.
Ha, bizi soracak olursanız, hâlâ bulunduğumuz yerdeyiz. Yani hâlâ barışın yanındayız, hâlâ Kürt sorununa barışçıl çözümü savunuyoruz, hâlâ şiddet ve savaş politikalarıyla bir yere varılamayacağını düşünüyoruz. İşimizden edildik/ediliyoruz, her an tutuklanma baskısı altında yaşıyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, bu şiddet politikaları tarafından zaten esir edilmiş haldeyiz. Barış gelmeden düşünce ve ifade özgürlüğü başta, hiçbir demokratik hakkın korunamayacağını bizzat yaşayarak öğrendik.
Belki, şu anda tutuklu bulunan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi arkadaşımız Esra Mungan’ın ‘içerden’ yazdıklarıyla bitirmek en uygunu: “Tüm yıldırmalara ve baskılara rağmen barış arzulayan bizler sözümüzün arkasında durmaya devam ediyoruz. Bizler ve barış etrafında kenetlenmiş herkes ve hepimiz insan haklarına saygılı, kendi hukukuna ve ülkesinin uymakla yükümlü olduğu evrensel hukuk ilkelerine bağlı, tam demokratik, bağımsız, eşitlikten ve özgürlükten yana, kimsenin kimseyi ezmediği, çeşitlilik içinde birlikte yaşamın olduğu bir Türkiye için mücadelemiz yılmadan devam edecektir.”
* Mersin Üniversitesi’nde haklarında soruşturma açılan 21 öğretim üyesi arasından altısı işte çıkarıldı. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener (İİBF Kamu Yönetimi Bölümü), Yrd. Doç.Dr. Yasemin Karaca (Tarsus Uygulamalı Teknoloji ve İşletmecilik Yüksekokulu – Uluslararası Ticaret ve Lojistik Bölümü), Yrd. Doç. Dr. Veli Mert (Güzel Sanatlar Fakültesi) ataması yapılmayan ve fiilen işten çıkarılan üç akademisyen. Uzman olarak görev yapan Galip Deniz Altınay (İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü), yine uzman olarak görev yapan Bermal Aydın (İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü) ve Araştırma Görevlisi Esin Gülsen (İİBF Kamu Yönetimi Bölümü) ise 14 Nisan 2016 tarihi itibarı ile atama yapılmayarak işten çıkarılacak.
Sendika.Org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.