Anlatılan olaylar aynı zamanda bir yemin ihlali olduğundan, cumhurun başı olduğu iddiasındaki kişinin de yasaları tanımamak gibi bir alışkanlığı olduğundan, artık bunun Anayasal bir idari makam olduğunu değil, diktatörlük olduğunu kabul etmek gerekir Ankara’da hakimler var! Prusya Kralı II. (Büyük) Frederik, Potsdam ormanlarında gezinirken bir tepeye ulaşır. Görür ki, hemen yanında daha büyük bir tepe […]
Anlatılan olaylar aynı zamanda bir yemin ihlali olduğundan, cumhurun başı olduğu iddiasındaki kişinin de yasaları tanımamak gibi bir alışkanlığı olduğundan, artık bunun Anayasal bir idari makam olduğunu değil, diktatörlük olduğunu kabul etmek gerekir
Ankara’da hakimler var!
Prusya Kralı II. (Büyük) Frederik, Potsdam ormanlarında gezinirken bir tepeye ulaşır. Görür ki, hemen yanında daha büyük bir tepe daha vardır ve bu tepenin üstünde bir değirmen kuruludur. Kral, yüksek olan tepeye Saray yaptırmayı düşünmektedir. Değirmeni satın alarak bu hayalini gerçekleştirmek ister. Fakat değirmenci satışa razı değildir. Büyük Frederik değirmenciyi ikna etmek için önce değirmene değerinin kat kat üstünde bir bedel ödemeyi teklif eder. Değirmenci Johann Wilhelm Gravenitz, “Hayır. Değirmenim satılık değil” der. Kral bu cevaba kızar ve “Sen benim Prusya Kralı olduğumu bilmiyor musun?” diye sorar. “Biliyorum, biliyorum” der Gravenitz, “Sen de benim bu değirmenin tapulu sahibi olduğumu biliyor musun” diye anlamlı ve ağır bir cevap verir. Kral çok öfkelenir; ”Senin tapun da olsa, rızan da olmasa, ben burayı zorla alacağım. Bakalım o zaman ne yapacaksın?” der. Değirmenci başını kaldırır ve atının üzerinde bütün ihtişamı ile duran krala, sükunet için de tarihe geçecek olan o sözü söyler; “Berlin’de hakimler var.” Bugün Gravenitz’in değirmeni halen Sanssouci Sarayı’nda bulunmaktadır.
Gazeteci Can Dündar ise tahliye edildikten sonra “Ankara’da hakimler var” diyerek Anayasa Mahkemesi başvurusuna, hukuka, adalete olan güveninin boşa çıkmadığını ifade etmişti. Hatta Dündar’ın bu sözünden sonra Cemaat’e/Gül’e iltifat ediyor yakıştırması yapanlar oldu. İşin aslı, 18. yüzyıldaki gerçek bir hikayeden, “Berlin’de hakimler var” sözünden gelmektedir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak her AKP’linin temel şiarı olduğundan ve dağarcıklarında “dış güçler”, “bunlar paralel”, “faiz lobisi” haricinde kelime bulunmadığından iki yüzyıl önce yaşanmış bir olayı gözardı ederek meseleyi Cemaat’e/Gül’e bağlayabilmişlerdir.
Tabii bu Berlin’deki yargıçlara bel bağlamamak, yine Sendika.Org’da yayımlanan Taylan Efe’nin “Berlin’deki Yargıçlara Ne oldu” yazısını da göz ardı etmemek gerek.
Mahkeme kararlarını tanımayan bir adam
Cumhurbaşkanı Erdoğan, gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ü tahliye eden Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararına ilişkin “Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek zorunda değilim. Verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veyahutta Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahutta şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’e gideceklerdi” demiş ve kararı tanımadığını “ifade ettiği” gibi yerel mahkemeye de “neden direnme kararı vermedin” diye öfkesini dile getirmiştir.
Bu “kararları tanımama” hali aslında ilk değil. 2014 yılında Erdoğan dönemin başbakanı olduğu günlerde Atatürk Orman Çiftliği’ni talana ve yağmaya açan “Başbakanlık Binası” olarak inşa edilen şimdiki Kaçak Saray ile ilgili Ankara 11. İdare Mahkemesi ve Ankara 5. İdare Mahkemesi tarafından ayrı ayrı yürütmenin durdurulması kararları vermesine rağmen “Hukuksuz olarak yaptığımız hiçbir şey yok. Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım” demiş ve mahkeme kararlarına başbakanlığı döneminde de meydan okumuştu.
Erdoğan, AKP’den ve iktidar koltuğuna oturmadan önce de işine gelmeyen mahkeme kararlarını tanımıyordu. 6 Mart 1989 yerel seçimlerinde Tayyip Erdoğan, Refah Partisi’nin Beyoğlu Belediye Başkan adayıydı. Seçimleri kaybedince Erdoğan, Beyoğlu’nda komiserlik yapan Rasim Şimşek ve partililerle beraber seçim kurulunu basmış, Seçim Kurulu Başkanı Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi hakimi Nazmi Özcan’a hakaret etmiş, Özcan’ın alkollü olduğunu iddia ederek kendisini adli tıbba götürmeye çalışmıştı.
Seçim Kurulu Başkanı Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi hakimi Özcan, o sırada kararı yazıyordu. Erdoğan ise o kararı tanımamakta ısrarcıydı.[1] Çünkü seçimleri kaybetmiş ve öfkeliydi. Akabinde Erdoğan hakkında Beyoğlu 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılmış, tutuklanacağını anlayan Erdoğan adliyeden kaçmıştı. Sonrasında Erdoğan’a 6 ay hapis cezası verilmiş ve para cezasına çevrilerek ertelenmişti.[2]
Görüleceği üzere Erdoğan’ın Gül ve Dündar hakkında verilen Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum sözleri ilk değil ve bu sözleri sık sık duyacağız gibi görünüyor. Yakında Anayasa Mahkemesi kararlarına direnen yerel mahkemelerin haberlerini görüp şaşıracağız. Çünkü Gül ve Dündar’ın tahliyesine karar veren Anayasa Mahkemesi aynı gün Roboski Katliamı’nda hayatını kaybedenlerin yakınları tarafından yapılan başvuruyu reddetti. Bu yüzdendir ki, Anayasa Mahkemesi’nden veya diğer mahkemelerden umutla bir karar beklemek yerine ayağa kalkıp diktatöre dur demeliyiz.
Mahkemelerin verdikleri kararlarda direnmesi ne anlama gelir?
Hukukumuzda ikili bir yargılama sistemi vardır. Bunlardan ilki, hak aramanın başladığı mahkemelerdir. İlk derece mahkemeleri vatandaşların hak aramak için gittiği, bazen davasını açtığı, bazen yargılandığı, yani herkesin bir şekilde işinin düştüğü adliye binalarındaki mahkemelerdir. İlk derece mahkemesi, yaptığı yargılama sonucunda bir karar verir ve kararı beğenmeyen taraf, karara itiraz ederek temyiz mahkemesine (Yargıtay veya Danıştay’a) taşır. Yargıtay veya Danıştay’da dosyayı inceleyen ilgili daire, ilk derece mahkemesinin kararının hatalı olduğuna kanaat getirirse kararı “bozar” ve ilk derece mahkemesine yeni bir karar vermek üzere dosyayı iade eder. İlk derece mahkemesi, bozma kararına uyup temyiz mahkemesinin dediği gibi bir karar verebileceği gibi, kendi ilk kararının doğru olduğunda ısrarcı olup “direnme kararı” da verebilir. Bu durumda dosya yine Yargıtay veya Danıştay’a gider ancak bu defa kararı daha önce dosyaya bakan “daire” değil “genel kurul” inceler ve karara bağlar. Buradan çıkan karar, artık ilk derece mahkemesini bağlar ve ilk derece mahkemesi genel kurul kararına ikinci bir defa direnemez, artık o karara uymak zorundadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı direnme kararı verilebilir mi?
Hayır, verilemez çünkü Anayasa Mahkemesi kararları kesindir.[3]
Kesin karar; iç hukukta başkaca bir mahkemeye itiraz yoluna başvurulamayacağı, verilen kararın derhal uygulanması gerektiği anlamına gelir.
Direnme kararının ne olduğuna ilişkin durum Hukuk Muhakemleri Kanunu (HMK), Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) ve İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda (İYUK) yazılı yerel mahkemelere “direnme kararı verme yetkisi”nin tanındığı mevzuatlardan derlenerek yazılmıştır. İlk derece mahkemelerine “direnme kararı verme yetkisi” CMK, HMK ve İYUK’ta tanınmıştır. Yani, ilk derece mahkemeleri yalnızca temyiz mahkemesi kararlarına karşı direnme kararı verebilir. Anayasa’nın 153. maddesi gereği, verilen karar kesin olduğu için Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı “direnme kararı verme yetkisi” yoktur.
Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı ilk derece mahkemelerinin direnme kararı verme yetkisi yoksa Erdoğan neden mahkemeye direnme kararı vermeliydi diyor?
Cevap çok basit: Uzun uzun anlatmaya gerek yok çünkü her ne kadar kendisi kabul etmese de, o bir “diktatör”.
Peki Erdoğan’ın mahkemelere olmayan bir hukuk yolunu kullanmalarını istemesi yargıyı tahakküm altına almak istemesi suç değil mi?
Elbette suç. Türk Ceza Kanunu’nun 217. maddesine göre[4] halkı kanunlara uymamaya tahrik etmek suç olarak tanımlanmış. Erdoğan açıkça ve bile bile bu suçu işlemektedir. Yaptığı hukuksuzlukların, TIR’larla cihatçı çetelere gönderdiği silahların, savaş suçlusu olduğunun üstünü örtmek istemektedir. Ancak bizler Erdoğan’ın savaş suçlusu olduğunu o TIR’larla cihatçı çetelere silah yardımı yaptığını ve mahkemelere direnme kararı vermesi yönünde telkinde bulunurken de suç işlediğini biliyoruz.
Cumhurbaşkanı, nasıl suç işleyebilir? Suç işlerse bu bize neyi gösterir?
Anayasa’nın 103. maddesi cumhurbaşkanının göreve başlarken “Anayasa ve yasalara bağlılık yemini” etmesini düzenler. Yukarıda anlatılan olaylar aynı zamanda bir yemin ihlali olduğundan, cumhurun başı olduğu iddiasındaki kişinin de yasaları tanımamak gibi bir alışkanlığı olduğundan, artık bunun Anayasal bir idari makam olduğunu değil, diktatörlük olduğunu kabul etmek gerekir.
Sonuç niyetine;
Yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararına karşı direnme hakkı yok ve bu konuda sanki hukuk böyle bir hak tanıyormuş gibi yargıya müdahale etmeye çalışmak, suç olduğu kadar diktatör olmadığını iddia eden Erdoğan’ın aslında diktatör olduğunun başka bir ispatıdır.
Mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı direnme yetkisi olmayabilir.
Ancak halkın baskıya, zulme, faşizme ve diktatöre karşı ayağa kalkıp direnme hakkı vardır.
* Halkevleri Hukuk Dairesi
[1] Olay üzerine seçim Kurulu Başkanı Nazmi Özcan’ın talimatıyla Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu’nda görevli üyeler Ahmet Aslan (Beyoğlu Mal Müdürlüğü memuru), Nafiz Sayber (Beyoğlu Özel idare Müdürü), İsmail Atak (Hasköy Karakolu’nda komiser), Mehmet Kiraz (sandık görevlisi), Nadir Tunceli (sandık görevlisi), Soner Kalkan (Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi Kalem Müdürü ve 2. İlçe Seçim Kurulu Büro Şefi) ile Tahsin Selçuk bir tutanak tutarak olayı zapta aldı.
Soner Kalkan ifadesinde şunları söyledi: “Ben 2. Seçim Kurulu’nda büro şefi olarak çalışıyordum. Olay günü de görevli idim. İtiraz edilmişti. Sayım yaptık. Saat 04.00 sıraları idi.Karar yazıyordum. Bu arada Tayyip Erdoğan isimli şahıs yanında birkaç kişi olduğu halde içeriye girdi. Ve Seçim Kurulu Başkanı’na ‘Şu haline bak sarhoş adam. Şu adalete bak. Kimlere kalmış. Seni yakacağım. Hepinizi adlı tıbba göndereceğim, (hakime hitaben) Seni süründüreceğim. Yakacağım’ şeklinde tehditte bulundu.”
[2] Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu’nun şikayeti üzerine üzerine Recep Tayyip Erdoğan hakkında 18 aydan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Beyoğlu 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan dava dosyasının hazırlık no’su 1989/5326 ve esas numarası 1989/3333 idi.
Erdoğan, 31 Mart 1989 tarihinde polisler nezaretinde Beyoğlu Adliyesi’ne getirildi. İfadesi alınan Erdoğan, tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk edildi. Recep Tayyip Erdoğan, tutuklanacağını anlayınca mahkemenin bekleme salonundan kaçtı. Olay üzerine Erdoğan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.
Erdoğan, 27 Nisan tarihindeki ilk celseye geldi. Erdoğan’ın avukatı daha sonra Adalet Bakanı olan Şevket Kazan idi. Beyoğlu Asliye Ceza Mahkemesi, yapılan duruşmanın ardından Recep Tayyip Erdoğan’ı tutuklayarak Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderdi. 4 Mayıs 1989 tarihine kadar cezaevinde kalan Erdoğan’ın tekrar hakim karşısına çıktı. Mahkeme Erdoğan’ı 500.000 TL kefaletle serbest bıraktı. Mahkeme Erdoğan’ı yargılama sonunda hakime hakaret suçuyla 6 ay hapis ve 20 bin TL para cezasına çarptırdı. Hapis cezası TCK’nın 72. maddesi gereğince 920 bin TL para cezasına çevrilerek tecil edildi.
[3] Anayasa’nın “Anayasa Mahkemesinin kararları” başlıklı 153. Maddesi: Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir.
[4] 5237 sayılı TCK’nın “kanunlara uymamaya tahrik” başlıklı 217. Maddesi;
Madde 217- (1) Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.