Her birey ister doğuştan ister içine doğduğu sosyal çevre itibariyle olsun belli başlı ön yargılarla doğar. Psikososyal gelişim sürecinde gerek ön yargılarını kırması gerekse de özerk bir birey olma sürecinde kişisel deneyimleri kanalıyla ön yargılarını (ve aslında sağlıklı kimlik olmayı) derinleştirir ya da azaltır. Bizde ise aileden topluma, siyasetten idareye temel sosyal ilişki biçimi tek […]
Her birey ister doğuştan ister içine doğduğu sosyal çevre itibariyle olsun belli başlı ön yargılarla doğar. Psikososyal gelişim sürecinde gerek ön yargılarını kırması gerekse de özerk bir birey olma sürecinde kişisel deneyimleri kanalıyla ön yargılarını (ve aslında sağlıklı kimlik olmayı) derinleştirir ya da azaltır. Bizde ise aileden topluma, siyasetten idareye temel sosyal ilişki biçimi tek yönlü, kontrolcü, otoriter ve sosyal tabularla bezendiğinden ötürü parazit bir ilişki olup mevcudu (yani asalak/sömürü ilişkilerini) tahkim ve tanzim etmenin yolu olarak şiddet araçları kullanılır
Devleti-hükümeti sabah akşam eleştiren biri olsam da vicdanen sorumsuz değilim ama safım belli: Ankara eylemi açık bir vahşettir. Buna ‘öfkeli gençler, karşı şiddet’ vs. demek şiddetin bilakis kendisi, dahası örtük bir sadizme varır. Eylemi gerçekleştirenler için belki psikolojik tahliller gider; ancak, eyleme karar veren lider akıl, IŞİD’le farkını bir isim farklılığına indirgeyebilir.
Öten yandan sadizme varan şiddetin başat sorumlusu olarak siyasal iradeyi imlemek mümkün, buna şüphe yok; ancak, devlet dışı politik organizasyonlar ve karar mekanizmalarının da siyasal retorikle örtemeyecekleri şiddet aygıtları olabileceğini görmekteyiz. Bunların briç klubü yahut hayvanları koruma derneği olmadıkları biliyoruz; lakin sosyolojik bir realite aranacaksa bu gerçek birer kişilik hüviyeti kazanmamış toplumsal gerçekliğimizdir. Hülasa, Ankara’yı herhangi bir şart/ama ile anacak olan herkes daha en baştan Sur, Cizre vb hakikatler için tutarlı olma şansını kaybeder.
Ankara vahşetinin senaryo odasında neler konuşulduğunu bilemeyiz. Anlaşılıyor ki, Dolmabahçe’de devrilen süreç yeni yöntemin ne olacağını Cizre ve Sur’da bizatihi muhataplarına öğreterek göstermiş. Ne de olsa öğrenen tek kendileri değil. Türkiye’nin Batısı, uzun zamandır ilk defa savaşı iliklerine kadar hissediyor. Gözlemlediğim bilhassa milliyetçi-muhafazakar bireylerin neredeyse hiçbiri, Ankara vahşetinde örgütün adını bile anmıyor. (İnkar psikolojisi) Yalnız, hükümete çok öfkeliler. Uzun sürmez: Linç edecekleri hiç değilse bir Koreli bulurlar.
Peki ya sonra? Sur ve Cizre’deki yöntemler, teferruatları ve aynıyla mı benimsenecek? Kişisel eşyalar teşhir edilip duvarlara yazılmış sloganları mı okuyacağız karşılıklı? Savaş/şiddet, kimliği dejenere edip vahşi güdüsel davranışları tetikler. Akıl, sağduyu, izan, makuliyet kalmaz; eyvallah. İyi ama yıllardır bu ölçekte yapılmamışı bugün yapmak epeyi kafa bulandırıcı. Rojava hakikati karşımızda dururken üstelik: Savaşın tam manasıyla varlık-yokluk kavgasına dönüştüğü Kobanê’de bile yaşanmadı bunlar.
Sosyal şiddet ve kimlik sorunu
Türkiye’nin 100 yıllık sorunu, aslında hiçbir ‘sorun’u olmamasıdır. Yanlış okumadınız: Asıl sorunumuz, aslında sorunumuzun olmamasıdır. Bir kere herhangi bir ‘sorun’un kabulü, o sorunun çözümünün ilk aşamasıdır. Gerek toplumun siyasal temsilcileri gerekse toplum henüz sorunları olduğunu kabullenme noktasında görünmüyor. Akut hale gelmiş bir inkar sosyolojisi yaşıyoruz. İnkarın sebebiyse bireyden bireylerin oluşturduğu kolektif şuura değin gerçek anlamıyla ‘kişilik’ hüviyeti edinemeyişimiz. 100 yıldır hakiki manada kişilik olmamanın sancısını çeken, özünde yaptığı/eylediği hiçbir şeyin sorumluluğunu üstlenmeyenlerin bataklığında boğuluyoruz anlayacağınız. Kendi hakikatinden korktuğu için inkar eden, inkar ettiğini de alabildiğince suni ideolojik/politik retoriklerle gizleyip kendine yapay gerçeklik sahası yaratanların topluma ve devlete biçtiği rolleri Ankara ve Cizre’de görmekteyiz. Hepsinin ağzında devasa ideolojik şablon ve efsunlar, alabildiğince böbürlenen söz ola beri gele laflar. Gerçeklik duygusundan o derece kopuklar ki, gerçeklikle olan açı farkı arttıkça ideolojik dozaj da artıyor. Büyüyen yanılsama, her seferinde başka bir duvara çarptıkça, kuşku ve paranoyaları artıyor. Kuşku ve paranoya arttıkça saldırganlıkları…Yok edecek kendilerinden başka bir şey kalmadığındaysa, bazen o bile kar etmez, her biri çocuklar gibi şımarıkça ağlayan birer aciz suretine dönüyorlar.
Gökdelendeki horoz
Engin Geçtan, Sadece Ben kitabında Orhan Hançerlioğlu’ndan bir hikaye anlatır:
Günün birinde Manhattan gökdelenlerinden birinde yangın çıkmış. Herkes taşınabilir değerli eşyalarını alıp merdivenlerden aşağı kaçıyormuş. Bir ara otuzbirinci katta oturan adam otuzuncu katta oturan komşusuyla karşılaşmış. Adam elinde üzeri örtülü bir nesne taşıyormuş. Üst kat komşusu ‘Herkes yükte hafif, pahada ağır bir şeyler kaçırırken elindeki o şey ne?’ diye sormuş merakla. ‘Örtünün altında kafes, kafesin içinde horoz var.’ cevabını alınca düşüp bayılmış. Merdivendeki komşular başına üşüşüp onu ayıltmaya çalışmışlar. Adam nihayet kendine gelmeye başladığında ‘Binada yangın varken bayılmanın sırası mıydı?’ diye çıkışmışlar. ‘Nasıl bayılmam’ demiş adam. ‘New York’un otuz birinci katında horoz sesi duyuyorum diye yıllardır psikiyatriste gidiyorum!
Her birey ister doğuştan ister içine doğduğu sosyal çevre itibariyle olsun belli başlı ön yargılarla doğar. Psikososyal gelişim sürecinde gerek ön yargılarını kırması gerekse de özerk bir birey olma sürecinde kişisel deneyimleri kanalıyla ön yargılarını (ve aslında sağlıklı kimlik olmayı) derinleştirir ya da azaltır. Bizde ise aileden topluma, siyasetten idareye temel sosyal ilişki biçimi tek yönlü, kontrolcü, otoriter ve sosyal tabularla bezendiğinden ötürü parazit bir ilişki olup mevcudu (yani asalak/sömürü ilişkilerini) tahkim ve tanzim etmenin yolu olarak şiddet araçları kullanılır.
Konumu ve mevkisi ne olursa olsun mutsuz, tatminsiz, asabi insanlar üreten bu sosyal zemin iş siyasete gelince başkalarının ölümünü, başkalarına eziyet etmeyi, ırkçılığı, mezhepçiliği besleyen kaynağa evrilir. İsterse en kallavi eğitimlerden geçip mesleki başarılarla donansın sağlıksız/doyumsuz bir kimlik/var oluş hissiyatı bir süre önce haberlere yansıyan adam gibi kendi öz yeğenlerinin yüzüne asit atmaya götürebilir insanı.
Gökdelendeki horozu (hakikati) yıllarca duyan ama duyduğuna (ön yargılar) inanmayan, bunun için terapi dahi alsa gerçekle yanılsamayı ayırt edemeyen bir travma halindeyiz. Hatta koma. O evde dayak atılan kadın ve çocuklar, aşağılanan insanlar, kibir, ırkçılık, mezhepçi fanatizm, seksizm ve dayatılan asalak/sömürü ilişkileri var ya; hiçbir bomba o bataklıktan daha canlı, daha cani değil. Atılan her tokat, mazluma/ötekine savrulan her küfür, nefret ve kibir çocuklarımızın, kadınların ve bizlerin katilidir. Erkeklikle, milliyetçilikle, mezhepçilikle; hülasa övünecek başka hiçbir vasfı olmayan acizliklerle övünüyor da övünüyorlar! Hepiniz yarattığınız uygar, eşit, onurlu, özgür medeniyet/karakter/tavırla değil; sadece bahşedilmiş olanla var oluyor, övünebiliyorsunuz. Güce ve aslında kendi acziyetinize, kişiliksizliğinize, beceriksizliğinize aşıksınız. Her biriniz sıfırlanmış kişiliğinizle pimi çekilmiş bir bombanın fünyesisiniz.
İşte patronuna kızıp evde kadını ve çocuğu döven asabi erkeğin sınıfsal ezilmişliği değil; öfke kontrolü ve kendi duygularının sorumluluğunu almayı reddetmesidir asıl problem. Toplum olarak kendi duygularımızın ve hislerimizin sorumluluğunu almadığımız; adet/töre/geleneklerimiz de bu sorumsuzluğu üretip beslediği için siyasal üst yapıdan alt yapıya değin kendi dayakçılarımızda (asalaklarımız) keramet arıyoruz. Tıpkı yediği onca dayak, gördüğü aşağılama, ötekileştirme hatta boşanma vs. olaylara rağmen nikahta keramet arayan kadın gibi! 17’sinde kızını evden kocaya kaçırtıp haşat edilmiş naaşını/yarı ölüsünü görünce kaderden/kocadan yakınan aile gibi. Kendine hayal dünyalarında suni kişilikler yaratıp herkesin hayaletlere inanmasını bekleyenler; hayallerinin psikoza, psikozun da cinnete dönmesiyle hepimizi katlediyorlar. Tek ihtiyacımız olan biraz olsun aynaya bakmak oysa! Aynalarla barıştığınız an gerçek barış gelecektir. Yoksa kah absürtleşen dinsel fantezilerde bir taciz mağduru, kah fantastik ideolojik düşlerde çakma bir kurtarıcı kah kendi obsesyonlarından gayrı her şeye körleşen lumpenler olarak uzuuun bir süre daha hayal havuzunun cinnet piyonları olmaya devam ederiz. Gerçek İslam, devlet, devrim şu bu nedir bilemem: Ama gerçek ve gerçek şahsiyet kesinlikle bu değildir…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.