Paris’te meydana gelen 13 Kasım olaylarının kökünü son kırk yıldır Avrupa ve Fransa’nın sürdürdüğü dış politikada aramak gerekir. Avrupa Filistin halkını kaderine terk etti, daha kolay yakınlaşabileceği Türkiye’yi kaybetti ve Fransa “petrol krallıkları” ile ittifak kurdu… Bu gibi hataların, Ortadoğu’daki felaketi, Batı’ya karşı kırgınlığı ve radikalleşmeyi olumsuz anlamda etkilediğini söyleyebiliriz Seçimlere üç hafta kala hükümetin […]
Paris’te meydana gelen 13 Kasım olaylarının kökünü son kırk yıldır Avrupa ve Fransa’nın sürdürdüğü dış politikada aramak gerekir. Avrupa Filistin halkını kaderine terk etti, daha kolay yakınlaşabileceği Türkiye’yi kaybetti ve Fransa “petrol krallıkları” ile ittifak kurdu… Bu gibi hataların, Ortadoğu’daki felaketi, Batı’ya karşı kırgınlığı ve radikalleşmeyi olumsuz anlamda etkilediğini söyleyebiliriz
Seçimlere üç hafta kala hükümetin iyi/kötü güvenlik talimatlarına dair fırsatçı ve sinsi polemikler yaratmaktan daha önemlisi; siyasetçiler, medya ve kamuoyunun, şu an yaşanan felaketle ilgili geçmişten bugüne uzanan bir sorumluluk duymaları olur. Bu felaket 70’lerden beri demokratik bir şekilde düzenli olarak onayladığımız hatalar silsilesinin zehirli bir meyvesidir.
Filistin durumuna gelirsek, İsrail’in çıkarları söz konusu olduğunda Avrupa’nın çifte standart uygulayarak İsrail’e kayıtsız kalması, sadece Batı’ya değil, Hıristyanlar ve Yahudiler’e karşı olan kırgınlığın da radikalleşmesi ve manipüle edilmesine yol açan bir haksızlık hissi uyandırıyor. Hamas’ın tartışılmaz seçim galibiyetinin hemen ardından bu örgütü “terörist örgütler” listesine alan Fransa’nın sadece kendi ticari çıkarları düşünerek petrol krallıklarıyla stratejik ittifak kurması ülkenin demokrasiye düşkünlüğünü sorgulanır hale getirdi.
Daha kötüsü, 1980’lerden Fransa bu ittifaki kurarak petro-dolarlı Selefi Müslümanların propagandasını fiilen onaylamış oldu. Malesef ki bu politik manevra süreç itibariyle Ortadoğu ve Afrika’daki seküler devletlerin zayıfladığı ve halklarının yoksullaştığı bir döneme denk geldi. Aynı dönemde, uygulanan neo-liberal “yapısal uyum programları” ve kalkınma adına verilen finansal desteğin erimesi, hem Afrika’da hem de Ortadoğu’da sağlık ve eğitim alanlarında Muhafazakar Müslüman yapıların güçlenmesine yol açtı.
Keza Fransa’nın petrol krallıklarıyla yaptığı bu anlaşma, diplomatik ve askeri açıdan 1980-1988 savaşı sırasında İran’a karşı Irak’ın saldırgan politikasına destek vermesine neden oldu. Bugün Lübnan ve Suriye’de gördüğümüz gibi, bölgedeki nadir sağlam devletlerden olan ve siyasi çatışmaların çoğunun anahtarını elinde bulunduran İran’la Türkiye’yi malesef ki dışlamış oldu.
Fransa Ankara’ya karşı da benzer bir tutumdaydı. Paris, Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırmak yerine ona yüz çevirmeyi tercih etti. Türkiye üzerindeki etkisini kaybetme riskini göze alıp onu cihatçı hareketlerle “tehlikeli ilişkiler” içeresinde bırakarak, Putin Rusya’sı benzeri bir diktatörleşmenin önünü açtı.
Fransa, senelerce utanmadan Cezayir’de, Tunus’ta, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta otoriter rejimleri siyasi istikrarın garantisi olarak gören bir riyakarlık oyununu oynadı. Bu ülkelerin halklarının sonsuza kadar otoriter rejimlere itaat edeceklerini düşünerek etnik ve dini kutuplaşmalara göz yumdu. Muhalefete destek vermek yerine, “nasıl olsa İslam topraklarının doğal bir özelliğidir ” diyerek Ortadoğu ve Afrika’da kaosa yol açan otoriter rejimleri desteklemeye devam etti. Diktatörlüklere karşı biriken bu öfkenin patlamasıyla ortaya çıkan manzara pek hoş olmadı.
Yıllarca diktatörlere destek veren Fransa, bu politikayla halkları ne kadar rencide ettiğini göz ardı ederek, çocukça yeni bir demokratik maceraya atıldı. İktidardaki diktatörlerin kendi ajandalarını ne kadar soğukkanlılıkla uyguladıklarını anlayamadı. Bunun yanı sıra, yıllar boyunca (kısmen) kendi yarattığı sorunlara karşı sanki tek çözüm buymuş gibi savaş ilan etti ve “panzehirini” bilmeden o halkların yeniden kendisinden nefret etmesine yol açtı.
Çözülemeyen Afganistan, Irak, Suriye, Libya iç siyasetleri sadece bu ucuz hesapların bir sonucudur. Bu durum, Cezayir’de ve Mısır’daki otoriter rejimlerin gelecekteki muhtemel dönüşümü konusunda da fikir veriyor. Bu körlük ve sorumsuzluk sanki yetmiyormuş gibi, Libya’da ve Irak’ta desteklediğimiz otoriter rejimlerden ve ilan ettiğimiz savaşlardan kaçan sığınmacılara yakışık almayan ve aşağılayıcı muamelelerde bulunduk.
Bilanço, Fransa’nın iç politikası için de ağır. Neo-liberal ekonomik politikalarımızdan çıkan yüksek işsizlik oranıyla birlikte sanayileşme gerilerken, kamuoyundaki gereksiz kimlik tartışmalarında sıkışıp kalarak, aşırı sağa bir iyilik yapmış olduk. Yıllardır, politik camiada göç politikası konusunda kimse dürüstçe konuşmadı (belki 2006’da Sosyalist partinin ön seçimlerinde kampanya yürüten Dominique Strauss-Kahn hariç).
Genç Fransızların çift kültürlülüğünü bir avantaj, bir zenginlik olarak görmek yerine, belli bir kısmını –müslüman olanları- marjinalize ettik. Vatana bağlarını o kadar sorguladık ki kendileri bile bundan şüphe etmeye başladılar. Cumhurbaşkanları, bakanlar, bürokratlar onlarla ilgili kullandıkları anayasaya aykırı ifadeler nedeniyle hiçbir ceza almazken medya ise kendilerini “düşünür” ilan eden benzer fikirlere sahip insanlara televizyon programlarını ve gazete köşelerini açtı.
Okullarda eğitim sistemi çökmüş durumda, araştırma alanına ayrılacak para da kalmadı. Sağ partiler yücelttikleri Cumhuriyetin eğitim üzerine kurulu olduğunu unutarak anti-entelektüel ve “poujadiste”[1] tavırlar sergiledi. Sonuç olarak, eğitimde geldiğimiz bu durum, bizi doğru bilgiden ve analiz kabiliyetinden yoksun bıraktı.
Çok uzun zamandır birçok düşünür yanlış bir yolda olduğumuzu söyleyip duruyor. Ne yazık ki, onların uyarılarına rağmen hiçbir şey değişmedi ve ortaya çıkan durum “tarih tekerrürden ibarettir” deyimini haklı çıkardı. Bir bumerang gibi geri gelip yüzümüze çarpan bu hatalar 1970’den bu yana iktidarda olan tüm hükümetlerin kendi inisiyatifiyle ortaya koydukları girişimlerin bir sonucudur. Dolayısıyla hepimizin bir vicdan muhasebesi yapması gerekiyor. Sarkozy’nin, 5. Cumhuriyetin en kötü cumhurbaşkanı olduğunu çekinmeden söylerken, Giscard d’Estaing, Chirac, Mitterrand ve Hollande’ın politikalarının da farklı olmadığını kabul etmek zorundayız. Bu insanları seçen biziz. Medyayı satın alan da… Sonuçta olan bitenin sorumlusu da biziz.
Radikal bir değişim olmadan, bu işin içinden çıkmamız mümkün değil ve maalesef işimiz zor:
– Sosyal ilişkileri yok eden, kitlesel bir şekilde halkları yoksullaştıran ve her türlü haydutluğa sebebiyet veren kapitalizmin finansal bir boyut kazanmasını sorgulamak,
– Sistematik ve etkisiz bir halk gözetimi yerine dayanışmayı yürürlüğe koyabilecek güvenlik politikaları uygulamak,
– Toplumumuza kasteden terörist saldırılara cevap olarak, kamu özgürlüklerini yeniden kurmak ve genişletmek,
– Sadece ticari ilişkilerden ibaret olan şüpheli ittifaklarımızı yeniden gözden geçirmek,
– Ve belki en çok aciliyet gerektiren de, hem bizim aydınlarımızın ve siyasetçilerimizin hem de cihatçıların etnisite üzerine kurulu saçma siyasetlerine karşı çıkmak. Etnolog Germaine Tillion’un dediği gibi, bir taraftan Zemmour, Dieudonné ve Le Pen[2] diğer taraftan Kouachi ve Coulibaly[3], birbiriyle savaşan değil, birbirini “güçlendiren düşmanlar”.
Seçimlere üç hafta kala, net bir şekilde karşımıza çıkan tek alternatif siyasettir. Ya sözde aydınlar ve güvenlik uzmanlarının bizi uçuruma doğru itmelerine izin vereceğiz ve kimliğimizi daha da daraltan – sağcı ya da solcu fark etmez – Viktor Orban gibi bir cumhurbaşkanımız olacak. Ya da daha trajik bir dönem olan İkinci dünya savaşında Fransız Direniş Hareketi’nin yaptığı gibi, özsavunma hakkımızı yeni özgürlükler kazanmakla eşdeğer tutacağız. Savaş çığırtkanı şarlatanlara ve aptal katillere verilecek en doğru cevap ikincisi olacaktır.
Dipnotlar:
[1] Poujadisme: Pierre Poujade’dan türenmiş bir kelime. Fransa’nın dördüncü Cumhuriyet’in sonuna doğru, devletin ekonomik politikasına karşı çıkan ve esnaflara destek veren sağcı bir siyasi harekettir. Günümüzde, daha genel bir şekilde popülist dili kullanan partilere söylenir.
[2] Eric Zemmour (yazar), Dieudonné (komedyen) ve Marinne Le Pen ( Ulusal Cephe’nin başkanı, aşırı sağın ana temsilcisi)
[3] 7 Ocak 2015’te Charlie Hebdo ve HyperCacher’i saldırılarını gerçekleştirenlerdir.
15 Kasım 2015
* Jean-François Bayart
IHEID’de (Cenevre) profesör
Karşılaştırmalı Afrika Etüdleri Direktörü (UM6P, RABAT)
L’Islam Républicain. Ankara, Téhéran, Dakar (Albin Michel, 2010) yazarı
[Fransızca orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.