Barış için Akademisyenlere dönük saldırıları Greenwich Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik ve İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Cem Oyvat ile konuştuk
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladıkları için doğrudan hedef gösterilen akademisyenlere dönük saldırıları Greenwich Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik ve İktisat Bölümü Öğretim Üyesi ve Sendika.Org yazarlarından Cem Oyvat ile konuştuk
Bildirinin imzacıları arasında yer alan Cem Oyvat, 62 ülkeden 1401 akademisyen ile birlikte Türkiye’de Barış için Akademisyenler’e yönelik baskının durdurulması çağrısı yaptıkları mektubun da imzacılarından biri.
Direkt olarak akademisyenleri hedef alan bu düzeyde geniş bir çaplı saldırının 12 Eylül dönemi sonrasında ilk defa olduğunu söyleyen Cem Oyvat, AKP iktidarının böyle bir saldırıyı yapabilme cesaretini, ancak siyasi baskıyı iyice arttırdığı bu yeni dönemde bulduğunu ifade etti.
Oyvat, Erdoğan’ın doğrudan akademisyenleri hedef almasını da şöyle yorumluyor: “Erdoğan’ın akademisyenleri hedef alması, aslında akademisyenlerin hala Erdoğan rejimi için bir tehdit olabileceğini de gösteriyor.”
Sendika.Org: Merhaba, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacılarından bir akademisyen olarak, üç akademisyenin imza verdiği için tutuklanması ve birinin de sınır dışı edilmesi kararı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cem Oyvat: AKP iktidarı, muhalefet üzerinde elindeki bütün baskı mekanizmalarını kullanıyor. Fakat bunu yaparken kontrollü bir şekilde korku salmak istiyorlar. Yani ismi geçen bütün akademisyenleri tutuklamaktansa; öne çıkan bazı isimleri tutuklayıp, diğerlerini kamuoyu baskısı, disiplin soruşturmaları, istifaya zorlama gibi mekanizmalarla sindirmeye çalışıyorlar.
İktidar kendisi açısından akıllıca bir strateji izliyor. Otoriterleşmeyi adım adım, alıştıra alıştıra gerçekleştirerek; ülkenin tamamen bir diktatörlüğe doğru yol aldığını gizlemeye çalışıyorlar. Dikkat edin, Barış için Akademisyenler bildirisini imzalayan akademisyen sayısı, Erdoğan’ın konuyla ilgili demeçlerini takiben 2000’i geçti. Ama imzacıların sayısı hala 1128’miş gibi hareket edildi. “2000 akademisyen”den ne ana akım medyada bahsedildi, ne de ilk 1128 imzacı dışındakilere adli soruşturma açıldı. Demek ki, imzacı sayısının daha küçük olması, iktidarın daha çok işine geliyor.
Dahası İstanbul ve Ankara’daki soruşturmalar bana kalırsa kasıtlı olarak yavaş yürütülüyor. Çünkü dediğim gibi hedef bildiriyi imzalayan bütün akademisyenleri tutuklamaktansa, aralarından en sivrilerini seçip diğerlerin sesini kısmak. Tutuklanan üç akademisyen Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya ve hakkında gözaltı kararı bulunan Meral Camcı bildirinin arkasında olduklarını belirterek kendilerini öne çıkardılar. İktidar da, sesi daha çok çıkan bu küçük gruptaki insanları tutukladı.
İktidar, yabancı uyruklu olup da Türkiye’deki siyasete müdahil olanlardan da sınır dışı etme yoluyla kurtulmak istiyor. Tabii Stephenson bu konuda bir ilk değil… Biliyorsunuz daha önce Türkiye’den sınır dışı edilen yabancı uyruklu basın çalışanları oldu. Hatta bir Katalan Parlamentosu milletvekili, Diyarbakır’daki bir etkinliğe giderken gerekçe gösterilmeden sınır dışı edildi.
Fakat Stephenson’ın sınır dışı edilme talebi İngiltere’de Guardian ve Telegraph gibi önemli basın organlarında yer buldu. Tabii Avrupa kamuoyu, Türkiye’deki otoriterleşme sürecini artık çok iyi biliyor… Üstelik öğrendiğim kadarıyla Stephenson, İngiltere’deki sosyalist siyasi çevrelerle de sıkı bağlantısı olan bir isim. Eğer sınır dışı edilseydi, bu olay İngiliz kamuoyunda gündemde tutulacak, belki daha da büyütülecekti.
Siz de başka bir ülkede akademisyenlik yapıyorsunuz. Bunu da göz önünde bulundurarak Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson’un sınır dışı edilmesi kararı ile ilgili ne söylemek istersiniz? (Bu soruların hazırlandığı sırada sınır dışı kararının kaldırıldığı haberini aldık.)
Chris Stephenson’ın durumu hakkında bir kafa karışıklığı var, öncelikle onu açıklayayım: Stephenson, çantasında HDP’nin Newruz afişleri bulunduğu için gözaltına alınıyor ve sonrasında valiliğe Stephenson’ın sınır dışı edilmesi istemiyle yazı gönderiliyor. Stephenson’a da “valiliğin kararını ya İstanbul’da nezarette beklersin, ya da karar verilene kadar ülkeyi terk edersin” deniyor. Adam da, hakkında olumsuz bir karar çıkacağını düşündüğünden, fazladan 3-4 gününü de nezarette geçirmemek için ülkeyi terk ediyor.
Cuma günü (18 Mart) İl Göç İdaresi, Stephenson’a “Türkiye’ye giriş yasağının bulunmadığı anlaşılmıştır” gibi bir yazı gönderiyor. Ama anladığım kadarıyla bu yazının ne anlama geldiği konusunda, ilk başta Stephenson’ın kendisi de emin olamıyor. Fakat Stephenson, Cumartesi (19 Mart) öğleden sonra, DHA’ya Pazar günü Türkiye’ye geri döneceğini açıklıyor.
İktidar Stephenson olayında, ülkedeki alışılagelmiş aşırı milliyetçi/ırkçı damarı kullanmaya çalışıyor. Gözaltı kararının ardından, iktidar gazeteleri Stephenson’un “İngiliz ajanı” olduğunu iddia eden haberler yaptılar. İddiaların dayandığı elle tutulur bir şey yok tabii. Eğer bir kişi Türkiye’deki siyasi hayata dahil olmuşsa, üzerine bir de İngiliz ise kesin “ajan”dır. Mantık bu!
Ama iktidar medyası için mantıksal tutarlılık önemli değil. Ana akım basın bu kadar kontrol altındayken, iktidar medyası belli bir kesime istediği yalanı satabiliyor. Hatırlarsanız iktidar medyası, aynı aşırı milliyetçi damarı Gezi’de de kullanmış, Gezi’ye katılan yabancı uyruklu kişileri yine kanıt göstermeden “ajan” ilan etmişti.
Oysa solun ruhunda enternasyonel dayanışma vardır, emekçilerin ancak enternasyonel dayanışma ile düzlüğe çıkacağı anlayışı vardır. Nasıl ki, biz İngiltere’deki sağcı iktidarın neoliberal politikalarını hedef alan gösterilerin içinde yer alıyorsak; Türkiye’de 25 yıldır yaşayan bir İngiliz de, ülkedeki otoriterleşmeye karşı baş kaldırıyor. Bundan daha doğal bir şey olamaz.
Tutuklamalar, Tayyip Erdoğan’ın “terör” ve “terörist” tanımını değişmesi gerektiği ve doğrudan akademisyenleri hedef alan açıklamasının ardından geldi. Erdoğan’ın özel olarak akademiyi hedef almasının özel bir sebebi var mı sizce?
Tayyip Erdoğan’ın “terör” ve “terörist” tanımını değişmesi gerektiği yönündeki açıklamaları bariz bir faşizm planıdır. Erdoğan bize iki seçenek sunuyor: Ya Erdoğan’ın yanında yer alacağız, ya da “terörist”, “vatan haini” damgası yiyip bertaraf olacağız. Bu yeni bir dönemin başlangıcı.
Bu son olaya kadar, Türkiye’de akademisyenler saygı duyulan, dokunulması gazetecilere kıyasla daha zor olan bir kesimdi. Gerçi daha önce de hakkında soruşturma açılan, işten çıkartılan, Ergenekon ve KCK operasyonları kapsamında tutuklanan akademisyenler oldu. Fakat direkt olarak akademisyenleri hedef alan bu düzeyde geniş bir çaplı saldırı 12 Eylül dönemi sonrasında ilk defa oluyor. AKP iktidarı böyle bir saldırıyı yapabilme cesaretini, ancak siyasi baskıyı iyice arttırdığı bu yeni dönemde buldu.
Tabii şunu da belirtmek lazım: Türkiye’de bilim emekçilerine saygı duyan, bilim emekçilerinin etkileyebildiği önemli bir kitle hala var. Erdoğan’ın akademisyenleri hedef alması, aslında akademisyenlerin hala Erdoğan rejimi için bir tehdit olabileceğini de gösteriyor.
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin ve akademisyenlerin aldığı tutumu hem üniversite hem de ülkenin politik ortamı bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben özellikle sosyal bilimcilerin, etrafında olup biteni görmezden gelme, yok sayma hakkı olmadığını düşünüyorum. Eğer bir katliam yapıldığına inanıyorsanız, bunu söylemek zorundasınız. Yani mesele sadece siyasal olarak aktif olmakla ilgili değil, meslek ahlakıyla ilgili de bir mesele. Tabii bir bildiriye imza atmak, siyasal anlamda yapılabilecek en küçük, en pasif eylem. Ama maalesef, ülkenin geldiği bu ortamda bir bildiriye imza atmak dahi iktidar tarafından büyük bir tehdit olarak algılanıyor.
Bildiriye gelecek olursak… Açıkçası ben böyle bir bildiriyi yazacak olsam, daha geniş bir kitle ile iletişim kurmak adına bildirinin üslubunu daha yumuşak tutardım. Hakkaniyetli görünmek adına da barış çağrısını hem Türkiye Devleti’ne hem de PKK’ye yapardım. Ama bildiride söylenenlere katılıyorum. Bildirinin “terör örgütü propagandası” içerdiği iddiası ise tamamen niyet okuma. Zira bildiride iki şey söyleniyor: 1) Devlet Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde katliam yapıyor. 2) Ülkede barış yeniden tesis edilmeli.
Erdoğan, zaten yakın zamana kadar barış sürecinin taraflarından biriydi. Katliam meselesine gelince… Devlet bölgede 2-3 aylık sokağa çıkma yasakları gibi insanlık dışı güvenlik politikaları uyguluyor. Bölgeden her gün, 11-12 yaşındaki kız çocukları dahil sivillerin vurulduğu haberleri geliyor. Daha bugün Yüksekova’da kimyasal silah kullandığına dair iddialar ortaya atıldı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri dahi bölgedeki güvenlik operasyonlarında sivillerin hedef alındığı kaygısını dile getirdi. Şırnak Valisi’nin “ne yapalım kurunun yanında yaşta yanacak. Bana Ankara’dan verilen talimat Cizre’yi temizle” dediği iddia edildi. Takip edebildiğim kadarıyla bu iddia yalanlanmadı.
Dahası “katliam yapılıyor, yapılmıyor” tartışması bir yana, “devlet katliam yapıyor” demenin bir suç olarak sunulması tuhaf bir durum. Hatırlayacaksanız, birkaç yıl önce Erdoğan siyasi rant amacıyla Dersim Katliamı’nı gündeme getirmiş, 1930’ların CHP iktidarının “binlerce kadın, çocuk katlettiğini”, “yuvaları yıktığını” söylemişti. Eğer “devlet katliam yapıyor” demek suçsa, o zaman Tayyip Erdoğan 1930’ların devletini hedef alarak bu suçu bizzat kendisi işledi.
Yaşanan bu süreç ve saldırıların ardından özellikle akademi açısından neler yapılabilir, yapılması gerekir?
Bu gerçekten zor bir soru. Geldiğimiz aşamada akademisyenlerin fikir üretme anlamında yapabileceği şeylerin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü siz ne yazarsanız, yazın; çok sınırlı bir kitleye ulaşabiliyorsunuz. Sabah, Star, Akşam gibi yayın organlarının her gün ürettiği deli saçması yalanlar, kitleler üzerinde sizden çok daha etkili oluyor. Tabii bu bir akademisyen için çok moral bozucu, cesaret kırıcı bir durum.
Bir de bazı şeyler, mesela Türkiye’deki rejimin giderek daha gerici ve baskıcı bir hale geldiği veya bu durumun Türkiye’yi adım adım karanlığa taşıdığı, iktidar propagandasının dışında kalabilen birçok kişi için artık çok net. Bu iddiaların akademisyenlerin ağzından çıkması belki kitleler üzerinde daha etkili olabilir, ama Türkiye’de baskıcı bir rejim olduğunu kanıtlamak için illa da akademisyen olmak gerekmiyor.
Lakin akademisyenler bilginin yayılması anlamında faydalı olabilir. Fakat bu da ancak akademisyenlerin örgütlü siyasi yapılarla birlikte hareket etmesi ile gerçekleşebilir. Ben kendi adıma, Türkiye’deki solun en önemli eksiğinin düşük veya orta gelirli, Sünni Müslüman Türklerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere ulaşamaması olduğunu düşünüyorum. Bu mahallelerde akademisyenlerin katıldığı toplantılar yapmak, küçük konuşmalar düzenlemek, hatta bu mahallelerdeki problemleri bizzat dinlemek, tartışmak ve çözüm aramak, belki bahsettiğimiz kesimlere ulaşmak anlamında faydalı olabilir.
Bugüne kadar akademisyenlerin bir araya geldiği, birlikte hareket ettiği/örgütlendiği bir zemin yoktu. Bu imza kampanyası ile birlikte bir araya gelişler üniversite/akademi açısından yeni bir sürecin başlangıcı olabilir mi sizce?
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi, akademisyenlerin rahatını kaçırıp daha da siyasallaşmalarını sağlamak gibi bir hayra vesile oldu. Ama dediğim gibi bugünün Türkiyesi’nde akademisyenlerin daha da siyasallaşması, örgütlü siyasal yapılarla beraber hareket ettikleri ölçüde bir anlam ifade ediyor. Ben kendi adıma uzakta olmanın sıkıntısını yaşıyorum. Ama Halkevleri veya diğer sol örgütlere katkı yapabileceğim bir şey olursa, elimden geleni yapmak isterim.
Söyleşi: Aylin Kaplan