“Onlar bizim ‘özgürlüğümüzden’ nefret etmiyorlar. Petrol için ülkelerinde kendi ideallerimize ihanet ettiğimiz için bizden nefret ediyorlar.” Kısmen babam bir Arap tarafından öldürüldüğü için kısmen de Ortadoğu’da ABD politikalarının etkisini ve özellikle de İslam dünyasından ülkemize karşı yapılan kanlı saldırıların nedenlerini anlayabilmek için çaba sarf ettim. IŞİD’in yükselişi ve San Bernardino ve Paris’e yönelik birçok masum […]
“Onlar bizim ‘özgürlüğümüzden’ nefret etmiyorlar. Petrol için ülkelerinde kendi ideallerimize ihanet ettiğimiz için bizden nefret ediyorlar.”
Kısmen babam bir Arap tarafından öldürüldüğü için kısmen de Ortadoğu’da ABD politikalarının etkisini ve özellikle de İslam dünyasından ülkemize karşı yapılan kanlı saldırıların nedenlerini anlayabilmek için çaba sarf ettim. IŞİD’in yükselişi ve San Bernardino ve Paris’e yönelik birçok masum insanın ölümüyle sonuçlanan kanlı saldırıların nedenlerine odaklandığımız bugünlerde çok faydalı gibi gözüken din ve ideoloji temelli açıklamaların ötesine bakmamız gerekmektedir. Tarihin daha karmaşık gerekçelerine, petrole ve sonuç olarak tarihin ve petrolün suçlu olarak işaret ettiği şeye odaklanmalıyız, yani kendimize.
ABD’nin, Suriye’ye yönelik şiddet dolu müdahalelerinin uzun bir tarihi var. ABD halkı bu konuda pek bir şey bilmese de Suriyeliler ülkelerini İslamcı cihatçılık için bereketli topraklara dönüştüren ve IŞİD tehdidine karşı etkin bir mücadeleyi en başından karmaşıklaştıran bu tarihi çok iyi bilir. ABD kamuoyu ve politikacılarının bu tarihten bihaber olmaları, yeni müdahalelerin krizi derinleştirmekten başka bir fayda sağlamayacağını gösteriyor. Dışişleri Bakanı Kerry bu hafta Suriye’de “geçici” bir ateşkes sağlandığını açıkladı. Ancak ABD’nin Suriye üzerinde hiçbir etkisi ve prestiji olmadığı ve savaşın iki önemli tarafı, Nusra ve IŞİD’i kapsamadığı için, ateşkes çok kaygan bir zeminde duruyor. Benzer biçimde, Başkan Obama Libya’ya askeri müdahale konusunda da bir adım attı ve ABD Hava Kuvvetleri IŞİD’in Libya’daki eğitim kamplarından birini bombaladı. Bu müdahale de Libya’daki İslamcı radikallerin varlığını zayıflatacağına güçlendirecektir. 8 Aralık 2015’te New York Times’ın baş sayfasında yayınlanan bir makale, IŞİD liderleri ve strateji planlamacılarının bir ABD müdahalesini kışkırtmak için çaba gösterdiklerini yazıyordu. Deneyimleri sonucu böyle bir müdahalenin saflarını yeni gönüllülerle dolduracağını, ılımlıların seslerini kısacağını ve İslam dünyasını ABD’ye karşı birleştireceğini biliyorlar.
Bu dinamiği anlayabilmek için tarihe, özellikle de bugünkü çatışmanın tohumlarına Suriyeliler açısından bakmalıyız. Sünni ayaklanmasını kışkırtan ve sonrada IŞİD’e evrilten 2003 Irak işgalinden çok önce, CIA bir Soğuk Savaş silahı olarak cihatçı şiddeti körükledi ve ABD-Suriye ilişkilerini zehirledi.
Bu gelişme ABD’de de tartışmalara yol açtı. Temmuz 1957’de, CIA’in Suriye’deki başarısız darbe girişiminden hemen sonra, amcam Sen. John F. Kennedy tarihi bir konuşmayla, Beyaz Saray’daki Eisenhower yönetimini, her iki partinin politik liderlerini ve Avrupalı müttefiklerimizi ağır bir dille eleştirdi. Arap dünyasının kendini yönetme hakkını desteklediği bu konuşma, bölgeye yaptığım geziler sırasında birçok Arap tarafından bölgenin ABD’den beklediği idealizmin en somut göstergesi olarak bana hatırlatıldı. ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda, Atlantik Bildirisi’nde ortaya koyduğu yüksek değerlere tekrar dönmesine yönelik bir çağrıydı bu konuşma; Franklin D. Roosevelt Avrupa’da faşizme karşı yürütülecek savaşa müdahil olmadan önce Winston Churchill ve diğer bütün Avrupalı müttefiklerden, savaştan sonra sömürgelerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyacaklarına dair bir yazılı bir belge istemişti.
Ancak Allen Dulles ve CIA’in ülkemizin temel politik ilkeleriyle tezat halinde olan dış politika entrikaları sayesinde Atlantik Bildirisi’nde ortaya konan yol hiç bir zaman takip edilmedi. 1957’de büyükbabam Büyükelçi Joseph P. Kennedy CIA’in Ortadoğu’da işlediği suçları araştırmak için kurulan komitenin başkanlığına getirildi. Bu komitenin yayınladığı, kendisinin de altına imza attığı, “Bruce-Lovett raporu”, Ürdün, Suriye, İran, Irak ve Mısır’da CIA’in gerçekleştirdiği darbeleri anlatır. Sokaktaki her Arap’ın bildiği ama hükümetlerinin inkârlarına inanan ABD vatandaşının hakkında hiçbir şey bilmediği darbeler. Rapor bütün dünyada kök salan öfke dolu ABD düşmanlığı için CIA’i suçlar. Bruce-Lovett raporu bu müdahalelerin ABD’nin etik değerlerine uygun olmadığını ve ülkenin uluslararası liderliğine ABD halkının haberi olmadan gölge düşürdüğünü söyler. Rapor bir başka ülkenin bizim ülkemizde aynı müdahaleleri gerçekleştirmesini engellemeye yönelik CIA’in hiçbir çalışması olmadığını da sonuçlarına ekler.
George W. Bush, Ted Cruz ve Marco Rubio gibi müdahale yanlılarının Ortadoğu’daki milliyetçileri “Bizim özgürlüğümüzden nefret ediyorlar” diye etiketledikleri narsistik çözümlemenin eksik olan yönü işte bu kanlı tarihtir. Hayır bizden nefret etmiyorlar eğer ediyorlarsa da özgürlüklerimiz nedeniyle değil, bu özgürlüklere, kendi ideallerimize- onların sınırları içinde ihanet ettiğimiz için nefret ediyorlar.
Amerikalıların ne olup bittiğini biraz olsun anlayabilmeleri için, bu kirli ama çok az hatırlanan tarihi tekrar gözden geçirmekte fayda var. 1950’lerde Eisenhower ve Dulles Kardeşler -CIA Başkanı Allen Dulles ve Dışişleri Bakanı John Foster Dulles- Sovyetler’in Ortadoğu’yu soğuk savaş için tarafsız bir bölge haline getirme ve Arap topraklarını Arapların yönetimine bırakma teklifini reddettiler. Bunun yerine, Allen Dulles’in komünizmle eşdeğer gördüğü Arap milliyetçiliğine karşı örtük bir savaş başlattılar. Arap özyönetimleri petrol konusunda ABD’nin talep ettiği ayrıcalıkları reddedince de bu kirli ve gizli savaşı genişlettiler. Cihatçı ideolojinin Sovyet Marksizmine karşı etkin bir panzehir olduğunu düşünerek, Suudi Arabistan, Ürdün, Irak ve Lübnan’ın diktatörlerine, değerli kuklalarına yaptıkları askeri yardımı arttırdılar. Eylül 1957’de Beyaz Saray’da CIA Planlama Yöneticisi Frank Wisner ve John Foster Dulles’la yaptığı bir toplantıda, Genelkurmay sekreteri Gen. Andrew J. Goodpaster’ın notunda belirttiği gibi, Eisenhower, “Cihadı [orj.‘holy war’] öne çıkarmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız” diyordu.
CIA kuruluşundan sadece bir yıl sonra, 1949’da faal olarak Suriye’ye müdahale etmeye başladı. Suriyeli vatanseverler Nazilere karşı savaş açmış ve Vichy hükümetine bağlı Fransız sömürge hükümetini ülkelerinden atmıştı. Ülkelerinde ABD modeline benzeyen kırılgan, seküler bir demokrasi kurmuşlardı. Ama Mart 1949’da Suriye’nin demokratik olarak seçilmiş başkanı Şükrü el-Kuvvetli Trans-Arap boru hattı projesine onay vermedi. Proje Suudi Arabistan petrol havzalarını Suriye’den geçen bir boru hattıyla Lübnan limanlarına bağlamayı amaçlıyordu. El-Kuvvetli’nin itirazına misilleme olarak CIA’in Hüsnü el-Zaim adlı eski bir dolandırıcıyı başkanlığa getirmek için tezgahladığı darbenin hikâyesini CIA tarihçisi Tim Weiner’in Legacy of Ashes [Küllerin Mirası] adlı kitabında bulabilirsiniz. El-Zaim Suriyeliler tarafından tekrar iktidardan indirilmeden, iktidarda olduğu 4,5 aylık süre içinde parlamentoyu feshetmek ve petrol boru hattı projesini onaylamak için yeterli zamanı zar zor bulabildi.
Takip eden bir dizi karşı darbe sonrasında Suriye halkı demokrasi için yeni bir atılımda bulundu, 1955’te El-Kuvvetli ve Milli Partisi tekrar seçimleri kazandı. El-Kuvvetli hâlâ Soğuk Savaş’a karşı tarafsız bloktaydı ama ABD müdahalesinin dehşetiyle Sovyet bloğuna yanaştı. Bu yanaşma sonrasında CIA Başkanı Dulles “Suriye’nin bir darbe için olgunlaşmış durumda” olduğunu açıkladı ve iki darbe büyücüsünü Kim Roosevelt ve Rocky Stone’u Şam’a yolladı.
İki yıl önce Roosevelt ve Stone yine demokratik seçimlerle yönetime gelmiş İran Başbakanı Musaddık’a karşı bir darbe düzenlemişlerdi. İran’ın İngiliz petrol devi Anglo-Iranian Oil Company (şimdi BP) ile imzaladığı adaletsiz petrol sözleşmelerini tekrar tartışmaya açan Musaddık, İran’ın 4 bin yıllık tarihinde demokratik olarak seçilmiş ilk devlet başkanıydı ve gelişmekte olan ülkelerde demokrasinin yılmaz savunucusuydu. İngiliz istihbarat ajanlarının İngiliz diplomatlarla birlikte tezgâhladığı darbe teşebbüsünden sonra Musaddık bütün İngiliz diplomatlarını sınır dışı etti. Ancak ölümcül bir hata yaptı ve danışmanlarının bütün itirazlarına rağmen -CIA’in de İngiliz darbe teşebbüsünün içinde olduğunu söylüyorlardı ve haklıydılar- CIA çalışanlarını sınır dışı etmedi. Musaddık İran’ın yeni demokrasisi için ABD’yi bir model olarak yüceltmişti ve bu tür bir ihanetin içinde olacağına ihtimal vermiyordu. Dulles’in çabalarına rağmen başkan Harry Truman CIA’in, İngilizlerin Musaddık’ı devirmek için işledikleri suçlara ortak olmasını kesin bir dille yasaklamıştı. 1953’te Eisenhower başkan olunca hemen Dulles’ın tasmasını saldı. “Ajax Operasyonu” sonrasında Stone ve Roosevelt Musaddık’ı devirdi ve yerine Şah Rıza Pehlevi’yi ikame etti. Kendinden menkul tacıyla tavus kuşu gibi övünen Şah sadece ABD petrol şirketlerinin İran’da her istediğini yapmasına izin vermekle kalmadı, CIA’in kendi halkına karşı yürüttüğü on yıllar boyunca süren vahşi saldırıya da destek verdi. Sonunda 35 yıl boyunca dış politikamızı şeytanlaştıran 1979 İslam devriminin fitilini ateşleyerek, iktidardan devrildi.
İran’daki Ajax Operasyonu “başarı”sıyla ünlenen Stone cebinde 3 milyon dolarla Nisan 1957’de Şam’a geldi. John Prados’un Safe for Democracy: The Secret Wars of the CIA [Demokrasi için Güvenlik: CIA’in Gizli Savaşları] kitabında anlattığı gibi bu parayla İslamcı militanları silahlandıracak, Suriyeli subayları satın alacak ve demokratik bir seçimle işbaşına gelmiş El-Kuvvetli’nin iktidarına son verecekti. Müslüman Kardeşler’le işbirliği içinde milyonlarca dolar harcayarak Suriye’nin istihbarat başkanını, genelkurmay başkanını ve Komünist Parti başkanını suikastle öldürecek ve sonradan suçu Suriye Baasçıları’na atmak için Irak, Lübnan ve Ürdün’de bir dizi “ulusal komplo ve silahlı çatışma” örgütleyecekti. Küllerin Mirası adlı kitabında Tim Weiner, Suriye hükümetini yıkmak ve Suriye’nin Irak ve Ürdün (her iki ülkenin hükümetleri de CIA tarafından kontrol ediliyordu) tarafından işgalini sağlamak için neden üreten CIA planını detaylarıyla anlatır. The Guardian gazetesinde yayınlanan CIA belgelerine göre Kim Roosevelt’in öngörülerine göre CIA’in Suriye’deki yeni kukla hükümetinin dayanak noktası “baskıcı önlemler ve gücün gelişigüzel kullanımı” olacaktı.
Ancak CIA’in onca parası Suriyeli subayları satın almaya yetmez. Askerler CIA’in rüşvet tekliflerini Baas rejimine rapor ederler. Bunun üzerine rejim, Amerikan Elçiliği’ni işgal eder ve Stone’u tutuklar. Sert sorgulamalardan sonra Stone, İran darbesindeki rolünü ve CIA’in Suriye’nin yasal hükümetini devirmek için gösterdiği çabaları televizyondan da yayınlanan bir oturumda itiraf eder. Suriye, Stone’u ve elçiliğin iki çalışanını sınırdışı eder. Böylece tarihte ilk defa bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı diplomatı bir Arap ülkesinden sınırdışı edilmiş olur. Eisenhower’ın Beyaz Sarayı Stone’un itiraflarını “uydurma” ve “karalama” olarak niteler. Bu inkâr New York Times öncülüğünde bütün ABD basını tarafından yutulur ve Musaddık’ın kendi hükümetleri hakkındaki idealist algısını paylaşan Amerikan halkı bu yalanlamaya inanır. Suriye ABD’ye yakın bütün politikacıları politik sistemden ayıklar ve darbeyle bağlantılı tüm subayları vatana ihanet suçundan infaz eder. Misilleme olarak ABD 6. Filo’yu Akdeniz’e gönderir, savaş tehdidinde bulunur ve Türkiye’yi Suriye’yi işgal etmesi için yönlendirir. Türkler Suriye sınırına 50.000 asker yığar, ancak Arap Birliği’nin ABD müdahalesi nedeniyle çılgına dönmüş bütün liderlerini karşısında bulunca vazgeçer. Bu ihraçtan sonra bile CIA, Suriye’nin demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş Baasçı hükümetini devirmek için gizli çabalarını sürdürür. Matthew Jones’un “The ‘Preferred Plan’: The Anglo-American Working Group Report on Covert Action in Syria 1957” [Seçilmiş Plan: Anglo-Amerikan Çalışma Grubunun 1957’de Suriye’deki Gizli Eylem Raporu] kitabında yazdığı gibi CIA, “Özgür Suriye Komitesi” oluşturmada Britanya’nın MI6’i ile işbirliği yapar ve “Amerikan komplosu”nu açığa çıkaran 3 Suriye devlet görevlisini öldürmeleri için Müslüman Kardeşleri silahlandırır. CIA’in şeytanlığı böylece Suriye’yi ABD’den uzaklaştırır ve Suriye’nin Sovyetler Birliği ve Mısırla ittifakını sürdürmesine neden olur.
Suriye’deki ikinci darbe girişimi sonrasında uzanan Amerika karşıtı protesto gösterileri Lübnan’dan Cezayir’e Ortadoğu’yu sarsar. 14 Temmuz 1958’de yeni dalga Amerika karşıtı subaylar Irak’ın ABD yanlısı kralı Nuri El-Said’i devirirler. Darbenin liderleri Nuri El-Said’in yüksek maaşlı bir CIA kuklası olduğuna dair gizli hükümet belgelerini yayınladılar. Amerika ihanetine bir tepki olarak yeni Irak hükümeti Sovyet diplomat ve ekonomik danışmanları ülkeye davet eder ve Batı’ya sırtını döner.
Irak ve Suriye’den atılan Kim Roosevelt, CIA’deki kamu hizmeti boyunca hizmette kusur etmediği petrol sanayiinde yönetici olarak çalışmak için Ortadoğu’dan ayrılır. Weiner’e göre, Eisenhower’ın Roosevelt’in yerine atadığı CIA istasyon şefi James Critchfield, yeni Irak başkanına zehirli bir mendil kullanarak başarısız bir suikast girişiminde bulunur. Beş yıl sonra CIA, Irak başkanını devirmeyi ve Baas Partisi’ni Irak’ta iktidara getirmeyi başarır. Karizmatik genç bir katil, Saddam Hüseyin, CIA’in Baasçı takımının önde gelen liderlerinden biridir. Saddam Hüseyin’le birlikte iktidara gelen Baas Partisi Genel Sekreteri Ali Salih Saadi, Said Aburiş’in A Brutal Friendship: The West and the Arab Elite [Vahşi Dostluk: Batı ve Arap seçkinleri] kitabında yazdığına göre, “Biz iktidara CIA’in treniyle geldik” der. Aburiş’e göre CIA Saddam ve yandaşlarına “başarının kalıcı olması için hemen tasfiye edilmesi gerekenler”i kapsayan bir ölüm listesi verir. Tim Weiner, Critchfield’in CIA’in “Saddam Hüseyin’i yarattığını” daha sonra kabul ettiğini yazar. Reaganlı yıllar boyunca CIA Hüseyin’e; eğitim, Özel Kuvvetler desteği, silahlar, savaş alanı istihbaratı ve Hüseyin’in İran’a karşı savaşta kullandığı bilinen hardal gazı, sinir gazı ve -ABD hükümetinden alınan şarbon da dahil- biyolojik silahlar için milyarlarca dolar akıtır. Reagan ve CIA Direktörü Bill Casey için Saddam, ABD petrol sanayiinin potansiyel dostu ve İran İslam Devrimi’nin yayılmasını önlemek için sağlam bir bariyerdir. Yönetimin özel temsilcisi Donald Rumsfeld 1983’te Bağdat’a yaptığı gezide Saddam’a altın kovboy mahmuzları ve kimyasal/biyolojik ve konvansiyonel silahlar içeren bir menü sunar. Bütün bunlar olurken CIA yasadışı yollardan Saddam’ın düşmanı İran’a binlerce tanksavar ve uçaksavar füzesi satar. Bu suç İran Kontra Skandalı sırasında açığa çıkar. Her iki taraftan da birçok cihatçı CIA kaynaklı bu silahları daha sonra Amerikan halkına karşı kullanır.
ABD’nin şiddet içeren yeni bir Ortadoğu müdahalesine tanık olurken, Amerikan halkının çoğu, CIA’in geçmişte işlediği büyük suçların günümüzdeki krizin oluşmasında önemli etkileri olduğundan bihaber. CIA’in on yıllardır süren entrikalarının etkileri bugün CIA’in mahvına yol açtığı demokrasi ve ılımlı İslam’ın enkaz bölgesi boyunca ulusal başkentlerde ve camilerden medreselere kadar tüm Ortadoğu’da yankılanmaya devam etmektedir.
Beşar Esad ve babası da dahil olmak üzere bir dizi İran ve Suriye diktatörü için CIA’in kanlı darbeleri, otoriter yönetimlerine, baskıcı taktiklerine ve Rusya ile güçlü bir ittifak aramalarına neden oluşturmuştur. Bu hikâyeler Suriye ve İranlılar tarafından iyi bilinir ve doğal olarak her yeni ABD müdahalesini bu tarihsel bağlamda yorumlarlar.
ABD basının itaatkâr papağanları Suriye ayaklanmasına askeri desteğimizin tamamen insancıl amaçlı olduğunu söylerken Arapların birçoğu şu anki krizi boru hatları ve jeopolitik çıkarlar için yürütülen bir başka vekalet savaşı olarak görür. Yangına körükle dalmadan önce bu bakış açısını destekleyen unsurların bolluğunu gözden geçirmekte fayda vardır.
Onlara göre Esad’a karşı yürüttüğümüz savaş 2011 yılında Arap Baharı’nın barışçıl sivil gösterileri ile başlamadı. 2000 yılında Katar, 10 milyar dolarlık, 1500 km uzunluğunda Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye’ye uzanan bir boru hattı projesi önerisiyle ortaya çıkınca başladı. Katar İranla birlikte dünyanın en büyük gaz rezervlerine sahip olan Güney Fars/Kuzey Kubbe doğalgaz sahasını paylaşır. Yakın zamana kadar uluslararası ambargo İran’ın yurtdışına doğalgaz satışını önlemekteydi. Katar ise Avrupa piyasasına ancak gazı sıvılaştırıp gemilere yükleyerek ulaşabiliyordu. Bu da hem maliyetleri aşırı arttırıyor hem de pazarlanacak gazın kapasitesini sınırlıyordu. Önerilen boru hattı, Türkiye’de kurulacak dağıtım terminalleri aracılığıyla -bu da Türkiye için transit ücretlerinden oluşan güzel bir harçlık anlamına geliyordu- Katar gazını dolaysız olarak Avrupa pazarına ulaştıracaktı. Katar-Türkiye boru hattı Basra Körfezi’nin Sünni krallıklarına dünya doğalgaz piyasasında belirleyici bir üstünlük sağlayacak ve ABD’nin Arap dünyasındaki en yakın müttefiki olan Katar’ı güçlendirecekti. Katar, iki dev ABD askeri üssüne ve ABD Ordusu’nun Ortadoğu Komuta Merkezi’ne ev sahipliği yapmaktadır.
Doğalgaz gereksiniminin %30’unu Rusya’dan karşılayan AB, üye ülkelerine ucuz gaz sağlayacak ve Putin’in sahip olduğu boğucu ekonomik ve politik etkiyi ortadan kaldıracaktı. Rusya doğalgazının en büyük 2. alıcısı Türkiye ise eski hasmına karşı olan bu bağımlılığından kurtulmak ve Asya gazının Avrupa ülkelerine ulaştırılmasında kârlı bir kavşak olabilmek için büyük bir heyecan içindeydi. Katar boru hattı, Suudi Arabistan’ın muhafazakâr Sünni monarşisine Şii hakimiyeti altındaki Suriye’de önemli bir mevzi kazandırarak onun [Suudi Arabistan’ın] yararına olacaktı. Suudilerin jeopolitik hedefi Krallık’ın temel hasmı, bir Şii Devleti ve Suriye’nin en yakın müttefiki olan İran’ın ekonomik ve politik gücünü kırmaktı. Suud monarşisi, Irak’ta ABD desteğiyle Şiilerin iktidarı ele geçirmesini (ve daha yakın tarihte İran’a uygulanan ambargonun kaldırılmasını) bölgesel güç statüleri için büyük bir kayıp olarak görüyordu ve halihazırda Yemen’de Tahran’a karşı -İran’ın desteklediği Husi kabilesine karşı Suudi soykırımı olarak vurgulanan- bir vekalet savaşı yürütüyorlardı.
Doğalgaz ihracatının %70’ni Avrupa’ya yapan Rusya için Katar/Türkiye boru hattı tabii ki yaşamsal bir tehditti. Putin’in görüşüne göre Katar boru hattı; mevcut durumu değiştirecek, Rusya’nın Ortadoğu’daki tek mevziisini kaybettirecek, Rus ekonomisini boğacak ve Avrupa enerji piyasasındaki Rus baskısını sona erdirecek olan bir NATO komplosuydu. 2009’da Esad “müttefikimiz Rusya’nın çıkarlarını korumak adına” Suriye’den geçecek boru hattı anlaşmasını imzalamayı reddedeceğini açıkladı.
Esad daha da öteye gitti, doğalgaz sahasının İran tarafından başlayacak ve Suriye’den geçerek Lübnan limanlarına ulaşacak Rusya onaylı bir “İslam boru hattı”nı destekleyerek Körfez’in Sünni monarşilerini öfkelendirdi. İslam boru hattı, Sünni Katar’ı değil Şii İran’ı Avrupa piyasasının temel tedarikçisi haline getirecek ve İran’ın Ortadoğu’daki ve dünyadaki etkisini önemli ölçüde arttıracaktı. İran, Suriye ve onların vekilleri olan Hizbullah ve Hamas’ı güçlendirecek bu boru hattının yapımının önlenmesi için İsrail’in de kararlı olması son derece anlaşılır bir şeydi.
ABD, Suudi ve İsrail istihbarat teşkilatlarının gizli yazışmaları ve raporları, askeri ve istihbarat planlamacılarının Esad’ın Katar boru hattını reddetmesiyle birlikte Katar/Türkiye boru hattının yapılabilmesi için Sünni bir ayaklanmayla Esad’ın devrilmesinin en olası çözüm olduğu konusunda hızlıca anlaştığını gösteriyor. Wikileaks’e göre Esad boru hattı teklifini reddettikten hemen sonra, 2009 yılında, CIA Suriye’deki muhalif grupları finanse etmeye başladı. Bunun Esad’a karşı Arap Baharı’nın doğurduğu ayaklanma öncesinde olduğunu belirtmek önemlidir.
Beşar Esad’ın ailesi Alevidir. Alevilik ise Şii kampına yakın olarak algılanan Müslüman bir mezheptir. Bir mülakatta Seymour Hersh bana “Esad’ın hiçbir zaman başkan olmak gibi bir amacı olmadığını” söylemişti. “Ağabeyi, veliaht olan, trafik kazasında öldüğünde babası Londra’da tıp eğitimini sürdüren Esad’ı geri çağırdı.” Hersh’e göre savaş başlamadan önce Esad ülkeyi liberalleştirmeye başlamıştı. “Ülkede artık internet, gazeteler ve ATM makinaları vardı ve Esad batıya yönelmek istiyordu. 9/11’den sonra ‘ortak düşman’ olarak gördüğü cihatçı radikaller hakkında CIA’e binlerce pek de değerli olmayan belge ulaştırdı.” Esad rejimi açık bir biçimde sekülerdi ve Suriye etkileyici bir çeşitliliğe sahipti. Örneğin, Suriye hükümeti ve ordusunun %80’i Sünni’ydi. Esad bu çeşitliliğin arasındaki barışı, Esad ailesine bağlı yüksek maaşlar ödenen ve seçimi toplumun çeşitliliğini yansıtan üst düzey subayların yönettiği güçlü, disiplinli bir ordu ve etkin bir istihbarat aygıtı ve bizim şimdiki müttefiklerimiz de dahil Ortadoğu’daki diğer liderlerle karşılaştırıldığında eski savaşlara göre nispeten ılımlı bir şiddet kullanımıyla sağlıyordu. Hersh’e göre Esad, “Kesinlikle Suudilerin Mekke’de yaptığı gibi her Çarşamba kafa kesmiyordu.”
Başka bir deneyimli gazeteci Bob Parry bu değerlendirmeyi yineliyor. “Bölgede kimsenin elleri temiz değildi. Ama işkence, kitlesel katliamlar, insan hakları[nın ortadan kaldırılması] ve terörizmi desteklemek konusunda Esad, Suudilerin eline su dökemezdi.” Mısır, Libya, Yemen ve Tunus’ta yükselen anarşinin Suriye’deki rejimi sarsabileceğine kimse inanmıyordu. 2011 baharıyla birlikte Şam’da Esad rejiminin baskılarına karşı küçük barışçıl gösteriler oldu. Daha çok bir önceki yaz Arap Birliği ülkelerinde viral olarak yayılan Arap Baharı’nın kötü kokusu vardı. Oysa Wikileaks belgelerine göre CIA çoktan Suriye’ye ayak basmıştı.
Devasa petro-dolar kayıplarıyla karşı karşıya olan Sünni krallıklar ise Amerika’dan çok daha etkin bir hamle bekliyordu. 4 Eylül 2013’te Dışişleri Bakanı John Kerry Kongre’ye Sünni krallıkların Esad’ı devirmek için ABD’nin Suriye’yi işgalinin faturasını paylaşmayı önerdiklerini söyledi. “Hatta bazıları, daha önce [Irak’ta] yaptığımız gibi sonuna kadar gidersek bütün maliyeti karşılayabileceklerini de söyledi.” Kerry teklifi, temsilci Ileane Ros-Lehtinen’e (R-Fla) tekrarlattı; “Arap ülkelerinin Esad’ı devirmek için Suriye’nin [Amerika tarafından] işgal edilmesi masraflarını karşılaması konusunda, yanıtım kesin bir evettir. Öneri halen geçerlidir.”
Cumhuriyetçilerden gelen baskıya rağmen, Barack Obama, bir boru hattı tröstü uğruna genç Amerikalıların kiralanıp, paralı askerler gibi ölüme gönderilmesi projesine karşı çıktı. Obama Cumhuriyetçilerin Suriye’ye asker gönderme ya da “ılımlı muhaliflere” daha çok para akıtma yaygarasını duymazlıktan geldi. Ama 2011’in sonlarında Cumhuriyetçilerin baskıları ve Sünni müttefikler Amerikan hükümetini tartışmanın içine çekti.
2011 yılında, resmi olarak Esad’ın iktidarı bırakmasını talep eden Suriye Halkının Dostları Grubu’nu kurmak için ABD, Fransa, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Krallık bir araya geldi. CIA bir İngiliz TV kanalı olan Barada’ya Esad’ın gitmesi gerektiğini işleyen yapımlar için 6 milyon dolar ödedi. Wikileaks tarafından yayımlanan Suudi istihbarat dokümanları, 2012’de Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın Esad’ın Şii ittifakı rejimini devirmek için Suriye’de, Irak’ta, kısaca mümkün olan her yerde, radikal İslamcı cihatçıları silahlandırdığı, eğittiği ve finanse ettiğini gösteriyor. Bu işten en kârlı çıkacak olan Katar, ayaklanmayı başlatmak için 3 milyar dolar harcadı ve ülkedeki ABD askeri üslerinde isyancıları eğitmek için Pentagon’u davet etti. 2014 yılında Seymour Hersh’in yazdığı bir makaleye göre, CIA’in akıttığı silahlar Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan tarafından finanse ediliyordu.
Bölgenin doğal zenginliklerini kontrol edebilmek adına Suriye ve İran’daki rejimleri sarsacak bir Sünni-Şii iç savaşı çıkarma düşüncesi Pentagon’a pek sevimli gelmedi. 2008 yılında yayınlanan ve Pentagon tarafından finanse edilen aksi bir Rand raporu, gerçekleşmek üzere olanın tam bir dökümünü içerir. Rapora göre Basra Körfezi petrolü ve doğalgaz yataklarının kontrolünün ABD için “devam eden uzun savaşla güçlü etkileşim içinde olacak” “stratejik önceliği” devam etmektedir. Rand raporu, bir “böl ve yönet” stratejisini dayatmak için, “gizli operasyonlar, enformasyon harekâtları, gayri nizami savaş yöntemleri”nin kullanılmasını önerir. “ABD ve bölgesel müttefikleri bir vekalet seferberliği başlatmak için milliyetçi cihatçıları kullanabilir” ve “ABD liderleri Şii-Sünni çatışmasını sürdürmek ve Müslüman dünyasında güçlü Şii hareketlerinin önüne geçmek adına muhafazakâr Sünni rejimlerin yanında yer almalıdır… gittikçe düşman haline gelen İran rejimi karşısında otoriter Sünni hükümetleri desteklemelidir.”
Tam da beklendiği gibi, Esad’ın bu ithal krize gösterdiği aşırı tepki -Sünnilerin yoğunlukta olduğu bölgelere varil bombası atması ve sivilleri öldürmesi- Suriye’deki Sünni-Şii ayrımını kutuplaştırdı ve böylece ABD politikacılarının bu boru hattı savaşını insancıl bir savaş olarak servis edebilmelerini sağladı. 2013’te Sünni askerler Suriye Ordusu’ndan ayrılmaya başlayınca, Batı koalisyonu Suriye’yi daha da istikrarsız hale getirmek için Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) silahlandırdı. Birlik içinde hareket eden Suriyeli ılımlılar taburları olarak Özgür Suriye Ordusu, tamamen basının hayal ürünüdür. Çözülen birlikler genellikle cihatçı milisler tarafından yönetilen -en etkin savaşçılar onlardı- ya da onlarla ittifak içinde, yüzlerce bağımsız milis grubuna dönüştü. Daha o zamandan, Irak El Kaidesi’nin Sünni orduları Irak-Suriye sınırını geçerek, ÖSO’yu terkeden ve birçoğu Amerikalılar tarafından eğitilip, silahlandırılan gruplarla birleşiyordu.
Medyanın Esad’a karşı ılımlı Arap isyanı olarak sunmasına karşın, istihbarat planlamacıları en başından beri boru hattı vekil savaşçılarının Irak ve Suriye’nin Sünni bölgelerinde kendilerine bir Halifelik kazımak isteyen radikal cihatçılar olduğunu biliyordu. IŞİD’li kafa kesenler dünya sahnesine çıkmadan 2 yıl önce, ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı tarafından yapılan 7 sayfalık 12 Ağustos 2012 tarihli çalışma – Judicial Watch adlı bir sağcı grup tarafından yayınlanmıştır- radikal Sünni cihatçılar için çalışan ABD/Sünni koalisyonu sayesinde artık “Selefiler, Müslüman Kardeşler ve Irak El Kaidesi (şimdi IŞİD) Suriye’deki ayaklanmanın baş aktörleri haline gelmişlerdir” uyarısını yapmaktadır. Bu gruplar, ABD ve Körfez ülkelerinin finansmanını kullanarak Esad’a karşı yapılan barışçıl gösterileri “tam bir mezhepçi (Şii-Sünni) yöne” dönüştürmeyi başardılar. Çalışma, çatışmanın Sünni “dini ve politik güçler” tarafından desteklenen mezhepsel bir iç savaş halini aldığını söylüyor. Aynı rapor Suriye çatışmasını, bölgenin kaynaklarını kontrol etmek için (Esad’a) muhalifleri destekleyen “Batı, Körfez ülkeleri ve Türkiye” ile Suriye’deki rejimi destekleyen Rusya, Çin ve İran arasında küresel çapta bir savaş olarak resmediyor. 7 sayfalık raporu kaleme alan Pentagon çalışanları anlaşılan o ki, IŞİD Halifesinin öngördüğü ilerlemeyi destekliyor görünüyor; “Eğer durum daha da karmaşıklaşırsa, Doğu Suriye’de (Haseke ve Deyrizor) ilan edilmiş ya da edilmemiş bir Selefi emirlik kurulması olasılığı var ve bu tam da muhalifleri destekleyen güçlerin Suriye rejiminin izole edilmesi için arzuladığı şey.” Pentagon raporu bu yeni emirliğin Irak sınırından Musul ve Ramadi’ye geçerek “Irak ve Suriye’deki diğer terörist örgütlenmelerle işbirliği içinde, bir İslam devleti kurma olasılığı konusunda” uyarıda bulunuyor.
Şüphesiz gerçekleşen şey tam da bu oldu. Rastlantısal da değildir, IŞİD’in Suriye’de işgal ettiği bölge tam da Katar boru hattı için önerilen güzergâhtır.
Ama sonra, 2014’de, bizim Sünni vekillerimiz yüzlerce insanın kafasını keserek ve milyonlarca mülteciyi Avrupa’ya sürerek Amerikan halkını dehşete düşürdü. 2004’ten 2008’e kadar FBI’ın Birleşik Terörizm Görev Gücü’ne başkanlık yapan ve Irak’ta Ulusal Polisle FBI ve ABD Ordusu arasında aracılık yapan Tim Clemente; “Düşmanımın düşmanı, dostumdur stratejisi bazen körlük yaratabilir” diyor. Clemente yaptığımız bir görüşmede “Aynı hatayı Afgan mücahitlerini eğittiğimiz zaman da yaptık. Ruslar gider gitmez, dostlarımız tarihi yapıları yıkmaya, kadınları köleleştirmeye, bedenlerine zarar vermeye ve bize ateş etmeye başladılar” demişti bana.
IŞİD’in “Cihatçı John”u televizyon ekranlarında mahkumları öldürmeye başladığı zaman, Beyaz Saray Esad’ı devirmek konusunda daha az, bölgesel istikrar konusunda daha fazla konuşmak konusunda öncü oldu. Obama yönetimi kendisi ve finanse ettiğimiz isyan arasına mesafe koymaya başladı. Beyaz Saray suçlayan işaret parmaklarını müttefiklerimize yöneltti. 3 Ekim 2014’te Başkan Yardımcısı Joe Biden, Harvard Siyaset Enstitüsü öğrencilerine John F. Kennedy salonunda yaptığı konuşmada “Bölgedeki müttefiklerimiz Suriye’deki en büyük sorunumuzdur” dedi. Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Esad’ı devirmek adına ‘Sünni-Şii vekalet savaşı” başlattıklarını ve kim olursa olsun Esad’la savaşmak isteyen herkese yüzlerce milyon dolar ve tonlarca silah desteğinde bulunduklarını söyledi. Halk haricinde, İslam Devleti’ni oluşturmak üzere 2014’te birleşen iki grup, El Nusra ve El Kaide de desteklendi. Biden, güvenilir dostlarımızın Amerikan ajandasını takip etmek konusunda pek de güvenilir olmadığına kızmış görünüyordu.
Ortadoğu Arap liderleri IŞİD’i yarattığı için sık sık ABD’yi suçluyordu. Birçok Amerikalı için bu suçlamalar akıl dışıydı. Oysa birçok Arap için IŞİD’in ortaya çıkmasında ABD katkısının kanıtları o kadar boldu ki, bu destek planlanmış olmalıydı.
Gerçekten de IŞİD savaşçılarının ve komutanlarının birçoğu CIA’in 30 yıldan daha uzun süredir Suriye, Mısır, Afganistan ve Irak’ta beslediği cihatçıların ideolojik ve örgütsel varisleriydi.
Amerikan işgalinden önce Saddam Hüseyin’ın Irak’ında El Kaide yoktu. Başkan George W. Bush, Saddam’ın seküler hükümetini devirdi ve onun naibi Paul Bremer, anıtsal bir yanlış yönetimle şimdi IŞİD olarak bilinen Sünni ordusunu etkili bir şekilde yarattı. Bremer, Şiileri iktidara getirdi ve çoğunluğu Sünni olan, aralarında öğretmenlerden tutun da bakanlara kadar yaklaşık 700.000 devlet ve parti görevlisini yönetimden uzaklaştırarak Saddam’ın Baas Partisi’ni yasakladı. Daha sonra %80’i Sünni olan 380.000 kişilik orduyu dağıttı. Bremer’ın kararları bir milyon Sünni Iraklı’yı rütbesinden, mülkünden, servetinden ve gücünden etti. Geride, kızgın, iyi eğitimli, yetenekli ve ağır silahlara sahip, kaybedecek pek de bir şeyi kalmamış umutsuz Sünni bir alt sınıf bıraktı. Sünni ayaklanması kendisine Irak El Kaidesi adını verdi. 2011’den başlayarak müttefiklerimiz Irak El Kaidesi savaşçılarının Suriye’yi işgalini finanse ettiler. Nisan 2013’te Suriye’ye girmiş olan Irak El Kaidesi adını IŞİD olarak değiştirdi. New Yorker’da çalışan Dexter Filkins’e göre, “IŞİD Iraklı eski generallerden oluşan bir konsey tarafından yönetilmekte… Saddam Hüseyin’in seküler Baas Partisi’nin üyesi olan bu isimlerin çoğu Amerikan hapishanelerinde radikal İslamcıya dönüş[müş]tü.” Obama’nın Suriye’ye gönderdiği 500 milyon dolarlık ABD askeri yardımının hemen hemen hepsi bu militan cihatçıların yararına sonuçlanmıştı. FBI ortak görev gücünün önceki başkanı Tim Clemente’e göre Irak ve Suriye çatışmalarının arasındaki fark, milyonlarca yaşlı askerin kendi cemaatleri adına savaşmak yerine savaş alanını terk ederek Avrupa’ya mülteci olarak gitmesidir. Görünen köy kılavuz istemez, bu ılımlı savaşçılar artık kendi savaşları olmayan bu savaşı terk etmektedirler. Rusya destekli Esad’ın baskıcı güçleriyle, küresel ölçekte boru hattı vekalet savaşı nedeniyle el verdiğimiz kana doymaz Sünni cihatçıların çekici arasında ezilmek istemiyorlar, durum bu kadar basit. Moskova veya Washington destekli bir ulusal hükümet için savaşmadıkları gerekçesiyle hiç kimse Suriyelileri suçlayamaz. Süper güçler, ılımlı Suriyeliler için savaşma gerekçesi olabilecek idealist bir Suriye geleceğine dair hiçbir umut bırakmadılar. Ve hiç kimse bir boru hattı için ölmek istemiyor.
Çözüm nedir? Eğer Ortadoğu’daki amacımız uzun dönemli barışsa (Arap ülkelerinin kendini yönetme hakkı ve ülkelerinde ulusal güvenlik) bölgeye yönelik her girişimimizi tarihe gerçekten de bir ders çıkarma amacıyla bakarak ele almalıyız. Biz Amerikalılar bu çatışmanın tarihsel ve politik bağlamını doğru anlayabilirsek liderlerimizin kararlarını doğru yönde etkileyebiliriz. 2003’te Saddam Hüseyin’e karşı yürütülen savaş sırasında kullanılan dil ve imgelerin benzerini kullanarak politikacılarımız Amerikan halkını, Suriye müdahalesinin tiranlığa, terörizme ve dini fanatikliğe karşı verilen idealist bir savaş olduğuna inandırdılar. Var olan krizin eski boru hatları ve jeopolitik çatışmanın devamı olduğunu söyleyen Arapların görüşleri ise alaycılıkla kapı dışarı edildi. Eğer etkin bir dış politika oluşturmak istiyorsak, Suriye çatışmasının, Ortadoğu’da 65 yıl boyunca devam eden ilan edilmemiş petrol savaşları ve kaynakların kontrolü için yürütülen gizli çatışmanın devamı olduğunu kabul etmeliyiz. Ve ancak çatışmayı bir boru hattı nedeniyle ortaya çıkan vekalet savaşı olarak kavradığımızda olaylar anlaşılır olmaya başlayacaktır. Sadece bu paradigma sayesinde Cumhuriyetçilerin ve Obama yönetiminin, neden bölgesel istikrar değil de rejim değişikliğine takılıp kaldığını, neden Obama yönetiminin savaşacak hiçbir Suriyeli ılımlı bulamadığını, IŞİD’in neden bir Rus yolcu uçağı düşürdüğünü, Suudilerin, ellerine Tahran’da yanmış bir elçilikten başka bir şey geçmemesine rağmen neden bir Şii din adamını infaz ettiğini, Rusya’nın IŞİD harici savaşçıları da bombaladığını ve Türkiye’nin iyice yoldan çıkarak bir Rus Savaş uçağı düşürdüğünü anlayabiliriz. Avrupa’ya akın eden milyonlarca mültecinin nedeni bir boru hattı savaşı ve CIA’nin saçmalıklarıdır.
Clemente IŞİD’i Kolombiya’nın FARC’ı, neferlerine ilham vermek için devrimci ideolojiyi kullanan bir uyuşturucu karteli, ile kıyaslıyor “IŞİD’in bir petrol karteli olarak düşünmeniz gerekir” diyor. “Her şeyin sonunda yöneten rasyonel, paradır. Dini ideoloji savaşçıların bir petrol karteli için canlarını feda etmelerini sağlayan bir araçtır.”
İnsani süsünü kaldırıp attığımızda, Suriye savaşını petrol savaşı olarak algıladığımızda, dış politikamız netlik kazanır. Tıpkı Avrupa’ya kaçan Suriyeliler gibi hiçbir Amerikalı çocuğunun bir boru hattı için ölmesini istemez. Bunun yerine önceliğimiz, hiç kimsenin dile getirmediği şey olmalıdır, Ortadoğulu “petrol kardeşlerimizi başımızdan atmalıyız, ülkemizin enerji bağımsızlığının arttığı düşünülünce bu çok kolay ulaşabileceğimiz bir amaçtır. Ortadoğu’daki askeri varlığımızı gözle görünür biçimde azaltmalı ve Arabistan’ı Arapların yönetmesine izin vermeliyiz. İnsani destek ve İsrail’in sınır güvenliği dışında ABD’nin bu çatışmada makul hiçbir varlık nedeni yoktur. Gerçekler bu krizin ortaya çıkmasında büyük bir payımız olduğunu kanıtlarken tarih gösteriyor ki çözmek için çok az güce sahibiz
Tarihi üzerine kafa yorduğumuzda, II. Dünya Savaşı’ndan beri Ortadoğu’ya yaptığımız her askeri müdahalenin başarısızlıkla sonuçlandığını ve inanılmaz maliyetlere yol açarak geri teptiğini görmek şaşırtıcı bir tutarlılıktır.1997 yılındaki ABD Savunma Bakanlığı raporu, “ABD’nin dış müdahaleleriyle ABD’ye karşı artan terör tehdidi arasında doğrudan güçlü bir ilişki” olduğunu ortaya koymaktadır. Yüzleşelim, “teröre karşı savaş” dediğimiz şey sadece bir başka “petrol savaşı”dır. Petrolcü Dick Cheney 2001’de “Uzun Savaş”ı ilan ettiğinden beri yabancı ülkelerde süren savaşlar ve ülkemizi bir ulusal güvenlik savaşı devletine dönüştürmek için 6 trilyon dolar harcadık. Bu sürecin kazananları ise; tarihsel kârlar yazan askeri müteahhitler ve petrol şirketleri, kişisel özgürlüklerimiz aleyhine geometrik olarak büyüyen istihbarat teşkilatları ve bu müdahaleleri eleman toplamakta kullanan cihatçılar oldu. Değerlerimizi yitirdik, çocuklarımıza kıydık, yüzbinlerce masum insanı öldürdük, ideallerimizden vazgeçtik ve ulusal hazinemizi yabancı ülkelerde yürüttüğümüz sonu gelmez, yarasız müdahalelerde çarçur ettik. Bu süreçte, en kötü düşmanlarımıza yardım ettik ve bir zamanlar özgürlükler ülkesi olan Amerika’yı bir ulusal güvenlik gözetleme devletine ve uluslararası ahlak yoksunu bir paryaya çevirdik.
Kurucu babalarımız ordulara karşı durmak ve yabancıların işlerine bulaşmak, John Quincy Adams’ın sözleriyle, “öldürecek canavar aramak için uzak diyarlara gitmek” konusunda bizi uyarmıştı. O bilge insanlar, dışarıya yönelik emperyalist tutkuların, evdeki insan hakları ve demokrasi ile birlikte varolamayacağını anlamışlardı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyan Atlantik Bildirisi, onların Amerikan ideallerinin yansımasıdır. Geçtiğimiz son 70 yılda, Dulles Kardeşler, Cheny çetesi ve neokonlar Amerikan idealinin bu en temel ilkesini ortadan kaldırarak askeri ve istihbarat aygıtlarımızı, bu çatışmadan olağanüstü kârlar edinen, büyük şirketlerin, özellikle petrol şirketleri ve askeri müteahhitlerin, ticari çıkarlarına alet ettiler.
Amerikalıların, Amerika’yı bu yeni emperyalizmden kurtararak, idealizmin ve demokrasinin yoluna döndürmelerinin zamanı geldi. Arabistan’ı Arapların yönetmesine izin vermeliyiz ve enerjimizi ülkemizi yeniden inşa etmek için kullanmalıyız. Bu amaca Suriye’yi işgal ederek değil yarım yüzyıldır ABD dış politikasını belirleyen petrole olan yıkıcı bağımlılığımızdan kurtularak ulaşabiliriz.
[Politico Magazine’deki İngilizce orijinalinden Murat Karadeniz tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.