Şirketlere ve onların temsilcilerine karşı duran bizlere. Yaşanabilir bir gezegeni ekonomik fetişlerin önüne koyacak, insanları ve ekosistemleri şirketlerden kurtaracak olanlara bağlı… Tanklara füzelere karşı barışı savunanlar, yatırım finansörlerine karşı madenlerde çalışma güvenliğini savunanlar, AVM inşaatına karşı parkları savunanlar, barınma ve toplu ulaşım hakkını savunanlar zaten bizzat bu seçeneğin mücadelesini veriyorlar. İklim bilimine hakim olmasak da, hepimiz […]
Şirketlere ve onların temsilcilerine karşı duran bizlere. Yaşanabilir bir gezegeni ekonomik fetişlerin önüne koyacak, insanları ve ekosistemleri şirketlerden kurtaracak olanlara bağlı… Tanklara füzelere karşı barışı savunanlar, yatırım finansörlerine karşı madenlerde çalışma güvenliğini savunanlar, AVM inşaatına karşı parkları savunanlar, barınma ve toplu ulaşım hakkını savunanlar zaten bizzat bu seçeneğin mücadelesini veriyorlar.
İklim bilimine hakim olmasak da, hepimiz kuraklığın, sel baskınlarının, fırtına ve hortumların farkındayız. Belki Afrika’nın birçok ülkesinde ve Hindistan’la Bangladeş halkları arasında yıllardır devam eden çatışmaların doğrudan su kaynaklarına erişimin azalmasından kaynaklandığını bilmeyenlerimiz olabilir. Belki, bugünkü 4 milyon Suriyeli mülteciye kıyasla, iklim değişimi sebebiyle en az 150 milyon kişinin yerinden olacağının farkında olmayanlar vardır – farkında olanlar da belki bunun Avrupa siyasetini nasıl etkileyeceğini tam hayal etmemişlerdir. Ama iklim değişiyor, siyasi iklim de öyle…
Bir kısmımız için iklim hâlâ soyut bir sorun; neresinden tutup ne yapacağımızı kestiremiyoruz. Kimimizse ülkedeki diğer akut sorunlarla uğraşmaktan iklime zaman ayıramıyor.
Ama malesef, bu sorunu erteleme şansımız yok. Diğer tüm sorunların aksine, iklim değişimini durdurmak için bir “son teslim tarihi” var. Çünkü dünya ekosistemlerinde ısınmayı artıran mekanizmalar var. (Mesela, Kuzey Kutbu’ndaki buzullar ısınmayla beraber eriyorlar; yerlerini alan okyanus, buzullara kıyasla daha çok ısı tutuyor; bu da ısınmayı artırıyor.) Bu mekanizmalar, bir kartopu etkisi yaratıyor ve bir süre sonra bizim kontrolümüzden çıkacaklar. Bu “bir süre” dediğim, pek pek pek az bir süre. Emisyonlar böyle devam ederse önümüzdeki 10 yıl içinde bu dönüşü olmayan yola girmiş olacağız. [1]
İşte bu aciliyet boyutu, küresel iklim krizini diğer tüm sorunlardan ayırıyor.
Şimdiye kadar “Biz yapamasak da çocuklarımız, torunlarımız güzel günler görecekler”, diyebiliyordu daha adil bir dünya için mücadele edenler. Artık bu lafın yanlışlığı bilimsel olarak ispatlandı diyebiliriz. Daha adil, sürdürülebilir bir dünyayı ya biz kuracağız, ya da bu dünyanın kurulması için maddi şartlar ortadan kalkacak.
Ben bunun üzerimizdeki ataleti atmak için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Ama bu bahsedip durduğum “biz”in kim olduğunda anlaşmamız lazım.
En soyut anlamıyla “biz”, Paris’te BM 21. İklim Zirvesi’nde yeni bir uluslararası anlaşmayı sonuçlandırdı.
Bu en soyut “biz” küresel iklim krizine nasıl yanıt vermiş, ona bakalım. [2]
İklim adaleti için yapılması gerekenler üç ana başlığa ayrılabilir: 1) Küresel sera gazı salımlarının 2050’ye kadar en az yüzde 80 azaltılması gerekiyor. 2) Geçmiş emisyonlarda sorumluluğu olan ve hali hazırda kişi başı emisyonları yüksek ülkelerin bu azaltımda daha aktif bir rol oynaması gerekiyor. 3) Gelişmekte olan ülkelere hem iklim felaketleriyle baş etmeleri hem de farklı bir gelişme modeli izlemeleri için kaynak aktarılması gerekiyor.
1. Emisyon azaltımı
Bu bölüm şaka gibi. İki yüze yakın ülke, emisyonların azaltılması gerektiğini açıkça ifade etti ve aynı zamanda da bunu yapmayacaklarını ilan etti. Sıcaklık artışının 1,5ºC ile sınırlandırılması hedefleniyor sözde, ama ülkelerin emisyon hedeflerini alt alta koyduğumuzda yaklaşık 3ºC’lik bir artış garanti görünüyor. (Mesela Türkiye’nin önümüzdeki 15 yıl içinde emisyonlarını yüzde 65 azaltması lazımken AKP emisyonları iki katına çıkarmayı taahhüt etti!)
Bu rezaleti örtmek için hükümetler hedefleri düzenli olarak güncelleyeceklerini söylediler. Ama böyle giderse ilk gözden geçirmenin yapılacağı 2023’e kadar 1,5ºC ısınma için emisyon kotasını çoktan doldurmuş olacağız.
Daha beteri, anlaşmanın bağlayıcılığı yok. Yani bu söz verdikleri emisyon azaltımını yapmadılar diyelim, ülkelerin başına hiçbir şey gelmeyecek.
AKP’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız Soma Katliamı’ndan sonra demişti hatırlarsanız: “Bir siyasi sorumlu aranıyorsa ben o sorumluluğu üstleniyorum.” Üstlenip de ne yapıyorsun? İstifa mı ediyorsun? Yok. İşletmeyi mi cezalandırıyorsun? Yok. Maden işletmelerinde kapsamlı bir soruşturma mı başlatıyorsun? Yok.
Şimdi aynı felsefe iklim siyasetine uygulanıyor.
Emisyonların ne kadar azaltılması gerektiğini hesaplayıp sonra bu bütçeyi ülkelere hakkaniyetli bir şekilde dağıtmak yerine, ülkelerden sürece ne kadar gönüllü katkı koyacaklarıyla ilgili bir rapor alınıyor. Sonra? Sonra o kadar; kağıtlar bize bakıyor, biz kağıtlara. Erken sanayileşmiş ülkeler, küresel güneydeki milyonlarca insanla alay ediyorlar. [3]
3. İklim adaleti
Son olarak, küresel güneye finansman aktarımı konusu, mutfakta hep bulaşıklarını bırakan bir ev arkadaşını hatırlatıyor bana: Ne zaman şikayet etsen “Tamam hemen yıkarım.” der, sonra da yıkamaz; böyle biri nasıl ikna edilir?
Paris’te hükümetler ta altı yıl önce Kopenhag’da verdikleri ve tutmadıkları bir sözü tekrar ettiler, gelişmekte olan ülkeler için bir fona gönüllü olarak para aktarılacağını söylediler. Bunun nasıl olacağını, kimin ne zaman ne kadar para koyacağını belirlemediler. Dahası, bu paranın sonra nereye gideceği de meçhul.
Neden böyle oluyor?
Peki ama yirmi yıllık müzakere sürecinin sonunda ve de yumurta kapıya dayanmışken, neden eli yüzü düzgün bir anlaşma çıkamıyor bir türlü? İnsanlığın basireti mi bağlandı; yoksa yöneticiler kötü insanlar oldukları için mi bizi umursamıyorlar?
Aslına bakarsanız, ikisi de… Çünkü yanıt, yazının başındaki “biz” soyutlamasını anlamaktan geçiyor.
Bir kere, Obama olsun, Putin olsun, Merkel olsun, iklim değişince bunların başına pek bir şey gelmeyecek, keza temsil ettikleri sınıfın da… En zengin 62 kişi, dünya nüfusunun yarısından daha çok zenginliğe sahip. Ve dünya başımıza yıkılsa bunların hepsi ve aileleri, Tayyip’in bin odalı sarayında rahat ve güvende olabilirler gayet. Yani öncelikle: Umurlarında değil.
Sonra, dünyanın en büyük on şirketinin dokuzu fosil yakıt ve otomobil şirketleri. Bu kirletici faaliyetlerin durdurulması, bu şirketlerin yok olması demek. Dünyayı yöneten bu devasa şirketler açısından küresel ısınmayla mücadeleye karşı mücadele etmek, bir ölüm kalım meselesi.
Son olarak, pazar ekonomisine göbekten bağlı, kapitalist kalkınma modelini takip eden herhangi bir iktidar açısından, kirletmeye devam etmekten başka bir seçenek yok. Çünkü kâr maksimizasyonuna dayanan bir sistemde ekonomik büyümeden başka bir seçenek yok. Eğer bu büyüme daha çok inşaat demekse, daha çok inşaat yapılacak; soya ekimi için Amazon ormanlarını kesmek demekse, o ormanlar kesilecek; metropolleri boğan yeni kömür santralleri demekse, o santraller yapılacak.
Diyeceğim o ki, iş başa düşüyor yine. Yoksa “İş ayaklara düşüyor” mu demeli?
İklimi kim, ne zaman kurtaracak?
“Ya sosyalizm ya barbarlık” seçimi, “biz”e bağlı yani: Şirketlere ve onların temsilcilerine karşı duran bizlere. Yaşanabilir bir gezegeni ekonomik fetişlerin önüne koyacak, insanları ve ekosistemleri şirketlerden kurtaracak olanlara bağlı.
Evet, bir bakıma, bugünden itibaren on yıl içinde dünya çapında sermaye iktidarını devirip yerine adil bir toplum ve sürdürülebilir bir yaşam koymamız gerektiğini söylüyorum. İşin kötüsü, bu benim şahsi önerim değil. Bu alternatifi inşa etmemiz için fizik ve kimya tarafından tanımlanmış bir son teslim tarihi var. (Bilim insanları bu son on yıla “Decade Zero” diyorlar.)
Hayda, biz şimdi gazetelerin bile yazmadığı bir meseleyi alıp sıfırdan bir iklim hareketi mi kuracağız? Üstelik bir de on yıl içinde kazanacak bu hareket, öyle mi?
Tam öyle değil.
Çünkü bu mücadele hali hazırda sürüyor. Tanklara füzelere karşı barışı savunanlar, yatırım finansörlerine karşı madenlerde çalışma güvenliğini savunanlar, AVM inşaatına karşı parkları savunanlar, barınma ve toplu ulaşım hakkını savunanlar zaten bizzat bu seçeneğin mücadelesini veriyorlar. [4]
Bu bizlerin şimdi acilen yapmamız gereken birkaç şey var:
Bir: Tüm yeni AVM, köprü, santral, baraj vb. projelerini durdurmamız lazım. İki: İklim krizinin ortaya koyduğu aciliyet boyutunu tüm mücadelelerde yaygınlaştırmamız lazım. Üç, ve belki de en önemlisi: Kazanmayı ve bir an önce kazanmayı gündemimizin ilk sıralarına koymamız lazım.
[1] Bu aciliyet boyutunu bir önceki yazıda daha detaylıca anlatmıştım:
http://sendika9.org/2016/01/kuresel-iklim-degisimi-ve-paris-anlasmasi-sinan-eden/
[2] Paris Anlaşması’yla ilgili kapsamlı analizlere İklim Adaleti sitesinden ulaşılabilir. Özellikle:
http://iklimadaleti.org/?p=makale&n=biri-bana-anlatsin
http://iklimadaleti.org/?p=haber&n=10-soruda-paris-iklim-konferansi
[3] Anlaşmadaki emisyon hedefleri için:
[4] İklim adaleti mücadelesinden ne anladığımı bu dizinin ilk yazısında açıklamıştım biraz:
http://sendika9.org/2016/01/gostere-gostere-gelen-kriz-kuresel-iklim-sinan-eden/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.