Belki çok şey söylenmesi gerekiyor, çok şey yazılması gerekiyor, Ama hiç bir söylem o yerde yatan kadının onurlu mücadelesini tarif edemeyecek. Hiç bir kelime o onurlu mücadeleyi tanımlayamayacak. Bizler hiç bir zaman o yerde yatan çıplak kadınının onuruna sahip olamayacağız, en azından ben olamayacağım. O çıplak beden, onurun ve haysiyetin bedenidir. Direnmişliğin bedenidir. Özgür olmanın […]
Belki çok şey söylenmesi gerekiyor, çok şey yazılması gerekiyor, Ama hiç bir söylem o yerde yatan kadının onurlu mücadelesini tarif edemeyecek. Hiç bir kelime o onurlu mücadeleyi tanımlayamayacak.
Bizler hiç bir zaman o yerde yatan çıplak kadınının onuruna sahip olamayacağız, en azından ben olamayacağım. O çıplak beden, onurun ve haysiyetin bedenidir. Direnmişliğin bedenidir. Özgür olmanın bedenidir. Botan’ın bedenidir. Onurlu Kürdistan kadınının bedenidir.
Bu saldırı sadece bir kadına yapılmış bir saldırı değil, onun nezdinde tüm kadınlara ve Kürt halkına yapılmış bir vahşettir. Devlet geleneğindeki eskiyen ahlakın bir ürünüdür.
Ben o fotoğrafa bakarken utanmadım. Çünkü o fotoğraf kaybetmişliğin fotoğrafı değildi, diz çökmüşlüğün fotoğrafı değildi, teslimiyetin fotoğrafı hiç değildi. Ama o fotoğrafı yaratanlarla aynı evrende nefes aldığım için kendime defalarca lanet ettim. Savaşlarda bile bir ahlak çizgisi vardır.
Zira devletler bu tür vahşetlerin önüne geçmek icin bir dizi konferans ve toplantı yapıp sözleşmeler imzalamışlardır.
Bu sözleşmelerin en önemlilerinden biri de Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarınca benimsenen Cenevre sözleşmeleridir. Devletler, savaşlarda insan haklarını ve haysiyetini korumak için 1864, 1906, 1929 ve 1949 yıllarında imzaladıkları sözleşmelerle savaş tutsaklarına uygulanacak davranışlarla ilgili bir takım karar almışlardır.
Nitekim Birleşmiş Milletler Kurulu’nda 9 Aralık 1970 tarihli toplantıda silahlı çatışmalarda insan hakları sorununu ele alınarak ilgili beş madde benimsenmiştir. Bu maddelerin dördüncüsü, silahlı çatışmaya taraf olanları Cenevre sözleşmesine uymaya, koruma hakkı olan herkese insanca davranmaya ve savaş tutsaklarının bulunduğu yerlerin sürekli gözetimine izin vermeye çağırmıştır.
Türkiye, BM’ye üye olmasına ve Cenevre sözleşmelerine taraf olmasına rağmen Kürdistan’da savaş suçu işlemis ve insan haklarını ihlal etmiştir. Diğer taraf devletlerin sessizliği ve yaptırımsız kalmaları, AKP faşist rejimini cesaretlendirip bu suçu işlemeye devam etmesine neden olmaktadır.
Bu düzenlemeler ne yazık ki bir kağıdın üstünde kalmaktan öteye geçememiştir. Uluslararası hukuk bu konuda hiç işlememistir.
Bu sözleşmeler İtalyanlar Habeşistan’da 760.000 insanı katlederken de işlemedi, Hitler Almanyası insanlığı ayaklar altına alıp 6 milyon Yahuduyi toplama kamplarında katlederken de işlemedi, Fransızlar Cezayir’de 1 milyon Arap ve Berberiyi katlederken de işlemedi. Savaş düzenlemeleri, Amerika Vietnam Savaşı’nda 4 milyon Vietnamlıyı katlederken de işlemedi, aynı sekilde 10 yılı bulan Irak işgali sırasında yarım milyona yakın insanı katlederken de işlemedi. Bu sözleşmeler Ruanda’da 1 milyona yakın insan katledilirken de işlemedi, Sırplar Bosna’da insanlığı kurşuna dizerken de işlemedi. Bugün de dört ayrı devlette Kürtler katlediliyor, uluslararası hukuk sus pus izliyor.
Ayni sekilde TCK’nın 130. maddesinin 2. fıkrasında “bir ölünün kısmen veya tamamen ceset veya kemiklerini alan, ceset veya kemikler hakkında tahkir edici fillerde bulunan kisi hapis cezasına çarptırılır” diye kesin bir hüküm bulunmaktadır. Ancak işleyen bir hukuk olmadığı için Kürdistan’da saray çeteleri cenazeleri kaçırmaktan tutun cenazelere işkence yapmaya kadar her türlü insanlık dışı uygulamalarda bulunuyorlar
Uluslararası sözleşmeleri dikkate almayan bir dikta rejiminden iç hukukun işleyişini sağlamasını beklemek ahmaklık olur zaten.
Hadi uluslararası hukuk iç hukuk falan dinlemiyorsunuz, onu anladık. Peki iddia ettiğiniz ama aslında yüz karası olduğunuz İslam davasının liderini de mi dinlemiyorsunuz, okumuyorsunuz?
Hz. Muhammed sahabelerine savaşta öldürdükleri düşman askerlerine karşı ahlaklı olunmasını söyleyip “kendi ölülerinizi nasıl yıkayıp gömüyorsanız onları da aynı şekilde yıkayıp bir Müslüman gibi gömün” diye tembihte bulunmuştur.
Ama gel gör ki Hz. Muhammed’in yolundan gittiğini söyleyenler insanlıktan zerre kadar nasip alamamış, tam tersine Hz. Muhammed’in Müslümanlık davasına, insanlık davasına ihanet etmişlerdir. Muhammed ümmetinin hep bir kara lekesi olarak kalmışlardır.
Biz bunların bu insanlık dışı uygulamalarına şaşırmıyoruz elbette, çünkü bunların tarihi barbarlığın ve ağzı mühürlenmiş, zulme karşı susmus dilsiz şeytanların tarihidir.
Biz bunları dedeleri I. Selim’in Mısır seferi sırasında kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden 40.000 Aleviyi vahşice katledip saray soytarısı Şeyhülislamların uyduruk fetvalar yayınlayarak (tıpkı bugünkü çamur Diyaneti ve medyası gibi) vahşeti meşrulaştırmalarından tanıyoruz.
Biz bunları 1915’ten tanıyoruz, nasıl ki şimdi AKP faşizmi Suriye’de kaybetmenin bedelini Türkiye Kürdistanı’ndaki halka ödetmeye çalışıyorsa 1915’te bunların İttihatçı dedeleri de Balkanlar’da kaybetmenin bedelini Anadolu Ermenilerinden çıkardılar. Yüzbinlerce Ermeni Suriye çöllerine doğru göçe zorlandı ve insanlik tarihinin en büyük kıyımlarından birinin zemini oluşturuldu. Yüzbinlerce Ermeni kıyımdan geçirildi, kadınlara tecavüz edildi, mallara el konulup talan edildi. Biz bunları 1925’ten tanıyoruz, Lozan’da verilmiş sözlerin tutulmasını talep eden Kürt lider Şeyh Sait ve onurlu yoldaşlarının vahşice kıyımdan gecirilip dar ağacına götürmelerinden tanıyoruz. Biz bunları 1930’da Zilan deresindeki kadın, çocuk ve yaşlıları bütün dünyanın gözü önünde kesip gazetelerinde “Büyük Temizlik” manşetlerini atmalarından tanıyoruz. Biz bunları 1938’de Dersim’de bir kadının karnındaki bebeğin kız mı oğlan mı diye iddaya girip kadının karnını süngüyle vahşice deşmelerinden tanıyoruz. Canını diz çökmeye tercih eden onurlu Seyit Rıza’nın yaşını küçülterek dar ağacına götürmelerinden biliyoruz. Biz bunları 1980’de yazmaya bile utandığımız insanlık dışı uygulamalarıyla Diyarbakır zindanından tanıyoruz. Biz bunları 1990’lı yıllarda yakılıp, yıkılıp talan edilen köylerden tanıyoruz. Botaş kuyularından biliyoruz, Sivas’tan tanıyoruz. Onlar diri diri insan yakmayı iyi bilirler, Cizre’de onlarca canımızı bodrumda yaktıkları gibi. Biz bunları 2011’de Roboski’de tek suçları Kürt olmak olan 34 köylüyü savaş uçaklarıyla hunharca katletmelerinden tanıyoruz. Suruç’tan, Ankara’dan tanıyoruz. Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de ve Sur’da sivilleri öldürmelerinden biliyoruz.
AKP faşizmi Suriye’de beslediği tecavüzcü ordusunun Kobane’de insanlık onuru veren kadınlara yenilmesinin intikamını bu fotoğrafla alıyor aklınca, çünkü barbarlık ve vahşet bunların tarihlerinin, geçmişlerinin ve geleceklerinin diğer adıdır.
Bu fotoğraf AKP faşizminin Kürdistan’da yenilmişliğinin fotoğrafıdır. Ermeniler nasıl ki yüz yıldır bu topraklarda yok olduklarını söylüyorlarsa, Kürtler de yüz yıllardır bu topraklarda var olduklarını ve var olacaklarını söylüyorlar. İşte bu fotoğraf bu gerçekliğin kanıtıdır. Hiç bir kuvvet böylesine bir direnci altedecek güçte değildir. Dünyada hiç bir değer hiç bir inanç o yerde yatan kadın direnişçinin ve daha nicelerinin bu mücadeleye inanmışlığı kadar kutsal değildir. O inanç onları bir gün mutlaka zafere götürecektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.