1 “Yeni Türkiye”, AKP’nin temel sloganıdır. Demirel ve benzerlerinin “Büyük Türkiye” sloganından farkı, kendini Misak-ı Milli’yle sınırlamaması, egemen siyaset ve ideolojide, toplumsal ilişkilerde ve yaşam tarzında kapsamlı bir değişimi, yanı sıra bölge çapında yayılmayı, bildik deyişle “alt-emperyalist” bir projeyi ima etmesidir. Atatürk zamanında “Yeni Türkiye” nitelemesi feodalizmden kapitalizme, meşruti monarşiden burjuva cumhuriyetine geçişe denk düştüğü […]
1
“Yeni Türkiye”, AKP’nin temel sloganıdır. Demirel ve benzerlerinin “Büyük Türkiye” sloganından farkı, kendini Misak-ı Milli’yle sınırlamaması, egemen siyaset ve ideolojide, toplumsal ilişkilerde ve yaşam tarzında kapsamlı bir değişimi, yanı sıra bölge çapında yayılmayı, bildik deyişle “alt-emperyalist” bir projeyi ima etmesidir.
Atatürk zamanında “Yeni Türkiye” nitelemesi feodalizmden kapitalizme, meşruti monarşiden burjuva cumhuriyetine geçişe denk düştüğü için içeriği yansıtıyordu. Daha sonraları müstamel olmama anlamında veya reklam amaçlı kullanılmaya başlandı. AKP’nin “Eski Türkiye-Yeni Türkiye kavramsallaştırması” ise, “bir devrin kapanıp yeni bir devrin açılacağı düşüncesi”ne (Yalçın Akdoğan, Sabah, 15 Temmuz 2014), kapitalist sistem dahilinde bir paradigma değişimine dayanmasıyla öncekilerden ayrılır.
Dolayısıyla, Dimitrov’un dediği gibi, “Bir burjuva hükümetinin yerini bir diğerinin alması gibi basit bir değişiklik” anlamına gelmez.
AKP bu kavramı, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”/Yükselen Bölgesel Aktör”(2008) adlı kitabında sıklıkla kullanan CIA Türkiye masası eski şefi Graham E. Fuller’den almış, 2010 Anayasa değişikliğinden itibaren gitgide artan bir tempoyla kullanıma sokmuştur. Kemalist paradigmayı “ılımlı İslam” modeliyle değiştirmesi için AKP’nin önünü açıp iktidara gelmesini sağlayanın ABD olduğunu, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç, Aytaç Yalman ve İlker Başbuğ açık seçik yazmışlardır. Bu bakımdan, “Yeni Türkiye” projesine bir Amerikalı’nın isim babalığı yapmasında yadırganacak bir durum yoktur.
2
Yeni Türkiye’nin kapısında bir de tabelası vardır: “2023 vizyonu”.
Cumhuriyetin 100. yıldönümünde Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ülkesi arasına girmesi, ihracatın 500 milyar dolara, kişi başı gelirin 25. 000 dolara çıkarılması demeye geliyor.
Emperyalist hiyerarşi sistemini yerinden oynatacak böyle bir ekonomik hedefe yalnız Türkiye halkının sırtından erişilmesi mümkün olamayacağından, dış politika cephesine de bakmak gerekiyor.
Yeni Türkiye’nin dinamosu olacağı düşünülen Yeni-Osmanlıcı dış politikanın çerçevesi Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında çizilmiştir. Çömezlere onu türetmek düşmektedir: “Türkiye tarihten gelen kutsal genleriyle, tarih boyunca üstlenmiş olduğu küresel misyonlarla, dünyanın 38 ülkesinde 76 noktasında var olan şehitlikleriyle, İslam coğrafyası üzerinde sahip olduğu nüfuzuyla, jeostratejik konumuyla küresel güç potansiyellerine sahip bir ülkedir.” (Ali Şahin, Yeni Türkiye dergisi, s: 56, s. 56)
16., 17. yüzyıllardaki Osmanlı hinterlandında yeniden nüfuz kazanma ve kopan parçalarla yeniden bütünleşme hülyası yeni kavramların icadına yol açıyor: “Osmanlı Milletler Topluluğu”, “Türk Dünyası’nda entegrasyon”, “Sınırsız Ortadoğu Projesi” (A. g. d, H. C. Güzel, s.70).
Tarihteki “öz”ü (Osmanlı geçmişi ve Sünni Müslümanlık) bugüne taşıyarak şanlı günleri geri getirme zihniyeti, başka bir deyişle “milli yeniden doğuş” efsanesi Ortodoks faşizmden mülhemdir. Hitler, Aryan ve Cermen, Mussolini Roma geçmişi canlandırma iddiasıyla yola çıkmışlardı.
3
Ekonomik büyüme ve hegemonyacı dış politika, Yeni Türkiye’nin bileşenlerinden yalnız ikisidir. AKP’nin pekiştirmeye çalıştığı dinsel faşist diktatörlüğün siyasi, ideolojik, eğitsel, kültürel süreçleri de vardır. “Sadece yönetim yapısını ve süreçlerini değil, aynı zamanda yönetim paradigmasını da değiştirmek kaçınılmaz hale gelmiştir.” (A. g. d., Ömer Dinçer, s.162)
Yeni Türkiye İslamcı faşist hegemonyayı tamamlama sürecinin gözde şiarıdır. 1 Kasım Seçimleriyle şansı tekrar açılan Başkanlık Sistemi, Ak-Saray Sultanı’nın zincirde kavradığı ana halkadır. Gerek Tayyip Erdoğan’ın ağzının suyunu akıtarak Hitler’e gönderme yapması, gerekse silahlı akıldanenin “2023 için atılacak son adım; Başkanlık” türü köşe yazıları yazması boşuna değildir. (Yiğit Bulut, Star, 30.12.2015)
Başkanlık sisteminin “Yeni Anayasa”ya kazınması “Reis”e (“Dünya lideri”, “İkinci peygamber”) verilecek açık çekin tapusu olacaktır. Güçlü ve başına buyruk liderliğin (“Führer” ,“Duçe) faşist devlet anlayışının merkezinde durduğunun farkında olduklarına kuşku yoktur.
AKP açısından son üç seçimin ortak teması olan Başkanlık Sistemi anayasal statüye kavuştuğunda Türk-İslam faşizmi köşeyi dönmüş olacaktır. Çünkü Anayasalı Başkanlık geri kalan bileşenlerin tıkanan yolunu açacaktır: Kuvvetler ayrılığına tamamen son vermek, devletin tüm yetkilerini Tek Adamda toplamak, İslami totaliter, korporatif yapılanmayı tamamlamak… Muhalif bütün partileri, kitle örgütlerini kapatmak ve medyayı tam itaat altına almak da dâhil.
Yeni Türkiye, ileri evresinde muhalefetsiz olacaktır. O zaman yasalara bile gerek kalmayacak; Ak-Saray Kararnameleri, Orman kanunları yetecektir
4
Hala yerli yerine oturtulamamış resmi ideoloji faşizmle mayalanmış siyasal İslam’dır. Yeni Türkiye (üstlenmeye cesaret edemediği “Yeni-Osmanlıcılık”ın öteki adı) onun politik-programatik halidir. Yeni-Osmanlıcılık, Osmanlıcı-İslamcı tarih anlayışının içine yerleştirilmiş emperyal projenin adıdır.
2002’den beri devam eden Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçiş sürecine “sessiz devrim” denmiştir. Meselesi basit bir hükümet değişikliği olmayan 13 yıllık bir sürece başka ne denecekti ki?
Asıl derdi bölgesel varlığını uydularını kullanarak sağlama almak olan ABD, “Ilımlı İslam” ve “Yeni Türkiye”deki gibi “sessiz devrim” kavramının da mucididir. Strateji bilmez Erdoğan-Gül ikilisinin konuşma türünün nesre girdiğinden bile habersiz oldukları bir dönemde, CİA filozofu Graham Fuller New York Times’ta (28 Ocak 2004) “Türkiye’de sessiz sedasız bir devrim yaşandığını” yazmıştır (aktaran İlhan Uzgel, AKP Kitabı, Phoenix Yayınevi-2010, s. 36)
İslamcı ve (sol) liberal sürünün “yaratıcı” türetimi Graham Fuller’den sonra gelir: Yasemin Çongar “devrim”, H. B. Kahraman “Anadolu devrimi”, Ömer Laçiner (“burjuva devrimi”, Baskın Oran “Dünyaya emsal olacak muazzam bir dönüşüm”, Ahmet İnsel “sessiz inkılâp”, Emrullah İşler “sessiz devrim”, Yasin Aktay “devrim niteliğinde” diyerek açılan yoldan ilerlemişlerdir.
Yeryüzünde görülen faşist hareketlerin çoğu “devrim” iddiası taşıdılar. Buna rağmen iktidara geldiklerinde kapitalizme, finans kapital düzenine dokunmamışlar, aksine onu katmerli bir “karşıdevrim”le tahkim etmişlerdir. Kapitalist sistemin sosyoekonomik dönüşümünü aklından bile geçirmeyen AKP’nin “sessiz devrim” dediği şey, eski elbiseyi Osmanlı kostümüyle değiştirmekten, kendi deyişleriyle parantezi kapatmaktan ibarettir.
Sosyopolitik, sosyokültürel faşistleştirme, kısaca karşıdevrim de denebilir.
5
Türkiye’de faşist diktatörlük henüz tamamlanamamıştır. AKP iktidarını sınırsız kullanabilecek durumda değildir, önünde engeller vardır. Kat ettiği mesafelere rağmen ordu ve sivil bürokrasi üzerinde istediği seviyede bir hâkimiyeti yoktur. Kürt direnişine karşı ittifak kurduğu ordu üzerinde tam itaat sağlayamadığına dair emareler vardır.
Bürokrasi içindeki Kemalistleri, kendinden olmayan Batıcı muhafazakârları, MHP’lileri ve Cemaatçileri temizlemekte zorlanmaktadır. Zaman zaman “iki ayyaş”tan biri olarak zikredilen Mustafa Kemal’e övgüler düzülmesi ve posterleri önünde poz verilmesi “eski resmi ideoloji”nin üzerine kalın bir çarpı koymaya cesaret edilemediğinin işaretidir.
AKP heterojen bir faşist partidir. Karakterine damgasını vuran İslamcı faşistler dışında muhafazakârları, laikleri, az sayıda liberali de barındıran bir koalisyon partisidir. AkSaray etrafında kenetlenmiş faşist önderlik, partiden devlete bütün kilit noktaları elinde tutmaktadır. Dışarı yansıtılmayan bu çelişkili birlik işleri yavaşlatmakta, Cemaat boğazlaşmasında olduğu gibi devletin fethinde hızlı ilerleyememesine sebep olmaktadır.
Kürt özgürlük hareketi faşist diktatörlüğün önünde aşılması zor bir duvardır. Davutoğlu, “Türkiye önümüzdeki 12 yıl içinde cihan devleti olacaktır” demişti. (Radikal, 25.04.2011) Ama şimdi Anadolu devleti olarak kalabilmenin yollarını aramakla meşguldür. Gelinen yer bugüne kadar görülmemiş iç savaş manzaraları yaşayan, iç sorunlarıyla boğuşan bir Türkiye’dir.
Bölge liderliği şöyle dursun, Kürt halkı üzerindeki hegemonyası bile tehlikededir. Dörde kadar yolu olan Kürt sorunu birken ikiye çıkmış, Suriye’deki “Kürt koridoru” Türkiye ‘nin bölge liderliğinin önünde bir Çin Seddi gibi yükselivermiştir.
6
Yeni Osmanlıcı dış politika çökmüştür. Türkiye komşularla ilişkilerde olsun bölge hiyerarşisinde olsun “monşerler” döneminin (“eski Türkiye”) gerisindedir. Dünya sahnesinde “oyun kurucu” olacağı söylenirken, kendi sınırlarına hapsedilmiş durumdadır. Türk dış politikasında paradigma değişiminin barutu tükenmiştir. İsrail, Suriye, Mısır’dan sonra İran ve Irak’ı, uçağını düşürdükten sonra Rusya’yı kaybetmiştir. Kaybetmekle de kalmamış düşmanlaştırmıştır.
Türkiye’nin ABD ve Avrupa yönetimleriyle arası limoni, kamuoylarıyla başı derttedir. Emperyalist diplomasi nezdinde sözüne güvenilmeyen ve gitgide yalnızlaşan bir ülkedir. Putin Suriye sınırını kapatmış, Obama ve Masum Irak’a girmesine itiraz etmiştir. Ortadoğu jandarmalığı için yola çıkılmıştır, ama kazara Suriye sınırından içeri burnunu uzatsa füzelerle vurulacaktır.
Geriye kala kala bir Suudi Arabistan, Katar, Barzani’nin ve bilumum Cihatçıların başı çektiği arkaik Sünni eksen, bir de ABD ve İsrail’in kuyruğundan kopmamaya çalışmak kalmıştır.
Yeni-Osmanlıcı kafa Türkiye’nin emperyalist sistem içinde gücüyle orantılı manevra alanını abartmış, taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini öğütleyen atasözünü unutarak ABD’nin verdiği gazla dünya siyasetinin taş duvarlarına çarpmıştır.
Çelişkisiz ve sahipsiz, hegemonyasız ve hiyerarşisiz, kucağını açmış Türkiye’yi bekleyen bir dünya ve bölge tahayyülüne dayanan bir dış politikanın sonu elbette böyle olacaktır.
Ömer Hayyam dememiş miydi ki:
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır
Çöpe sor, hep onun için dalgalar
7
“1923 Vizyonu” hayalci dış politikaya endeksli olduğu için rakamları yüksek tutulmuştu. Şimdiden şu söylenebilir: Türkiye 7 yıl sonra dünyanın en büyük 10 ülkesi arasına giremeyecektir. İhracatı 500 milyar dolarak, kişi başı geliri 25. 000 dolara çıkamayacaktır.
Geriye faşist diktatörlüğü ayakta tutmak kalmaktadır ki, bu kafayla gidilirse o da dikiş yerlerinden patlayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.