Acaba o asabi adamlar neden sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmadan konuşuyordu?
Anadolu boydan boya kar altındaydı, soğuktu, her zamankinden daha zalim bir ayaz elleri, ayakları, suratları jilet gibi kesiyordu ve bir takım asabi adamlar durmadan konuşuyordu. Elleri, ayakları, yürekleri buz tutmuş milyonlarca insan, sabahtan akşama, akşamdan sabaha o asabi adamları dinliyordu.
Acaba o asabi adamlar neden sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmadan konuşuyordu? Ve o asabi adamlar, bembeyaz kar örtüsü kıpkırmızı kan rengine döndüğünde, uzak, ıssız, iptidai beldelerde ölenler olduğunda ‘polisimiz, askerimiz’ diyordu da ölenler çocuksa neden sadece ‘çocuklar’ diyordu. Asker bizim askerdi, polis bizim polisti de çocuklar bizim çocuklar değil miydi?
***
Bu tür tehlikeli soruların, Moğol istilasından kalma bir kabalıkla, Emevi kültür istilasından kalma bir kibirle yoğrulmuş Anadolu gibi topraklarda, çağın adı, devletin adı ne olursa olsun sorulmaması gerektiğini herkes biliyordu aslında. Selçuklu’dan kalma bir kurnazlıkla biliyordu herkes bunu. Ama işte bilmeyenler de oluyordu, çıkıp televizyonlara soruyorlardı çocukların niye öldüğünü…
Sonrası malum…
***
Bendeniz de bu topraklarda, çocuklar niye ölüyor sorusunun katiyen sorulmaması gerektiğini öğrenmiş, yazar tayfasının kalemini kıyıdan köşeden, kimseciklere ilişmeden, kimseciklere görünmeden yürütmesi gerektiğini tecrübe etmiş bir yazar kalfası olduğumdan, böyle karlı, ayaz günlerde, pek yormam kafacağızımı. Sormam, çocuklar niye ölüyor, orada neler oluyor, nedir bu savaş, nedir bu kin diye… Kıyıdan köşeden yürütürüm kalemimi…
***
İlk kez ilkokul 4.sınıfta iken okuduğum Sait Faik’in Semaver öyküsünü, böyle karlı, ayaz günlerde yeniden okumam bundan mı acaba? Hani, kıyıdan köşeden, kimseciklere ilişmeden, kimseciklere görünmeden, dövüşmeden, kavga etmeden, asabileşmeden yazı yazmak arzusu gibi, sade ve sessiz bir yaşamak arzusu da mı duyarım acaba. Koca evrende, koca Anadolu’da, yalnızmışım gibi…
***
Ali’nin yaşamını ne güzel anlatır Sait Faik, Semaver’de. 1930’ların İstanbul’unda yaşar Ali. İşçidir. Bir anası, bir kendi kalır evde. Evde bir semaver vardır. Anası sabah namazını kılar, semaverde çay kaynatır. Semaverden buhar tüter. ‘Ali semaveri içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetir. Sabahları Ali bir semaveri bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümünü sever.’
Fakat bir gün bu saadet bitiverir. Ali’nin anası ölüverir semaverin kaynadığı masanın başında. Sait Faik o ölümü şöyle anlatır:
“Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.”
Ali, ölmüş anasını kucaklar, yatağına yatırır, yorganın altında ısıtmaya çalışır. Ölüden korkmaz. Böyleymiş demek ki ölüm der. Sonra komşulara haber verir, komşular koştururken Ali, Haliç’e, fabrikaya gider. Ve Sait Faik’in cümlesiyle: ‘Bundan sonra Ali’nin hayatına bir salep güğümü girer.’
***
Acaba Ali, anasının ölümünden bir sene sonra, beş sene sonra, 10 sene sonra neler yaptı, neler yaşadı? Evlendi mi? Semaveri sakladı mı yoksa eskiciye sattı mı? Haliç’e sis çöktüğü günlerde elleri ceplerinde, ağzında sigara, yürüdü mü? Bilmiyorum.
Ve hayal gücüm, yaşamın en sade hallerini, en sade dille anlatmak yeteneğim Sait Faik’in kat be kat gerisinde olduğundan, Ali’nin Semaver’den sonraki yaşamına dair bir hayal kuramıyorum, belli belirsiz hayal kursam da bunu kâğıda dökemiyorum.
***
Gerçi döktüğüm oluyor ama Ali’ye, anasına, komşularına Semaver’deki gibi bir tatlı huzur, bir buharlı sabah sofrası, bir ana gülüşü, bir evlat kokusu, bir sisli Haliç manzarası veremiyorum.
Mesela Ali’nin anasına ölüm, ‘bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi’ gelmiyor. Top mermisiyle, duvarları, eşyaları, anıları kadıncağızın üzerine yıkarak, bir sabah sofrasında, eli sopalı, zalim, gözükara bir hasmın arkadan gelmesi gibi geliyor…
Ali, ölmüş anasını yorganın altına alıp ısıtamıyor çünkü ortalık kan revan, toz duman, ne döşek kalıyor yıkılan evlerde, ne yorgan.
Ali, cenazeyi yıkasınlar diye komşulara haber veremiyor, haber verse de komşular gelemiyor çünkü sokağa çıkılamıyor…
Ve benim öykümde, Ali’nin hayatına ne semaver giriyor, ne salep güğümü giriyor; varsa yoksa kan, ölüm, şiddet, kin, öfke…
***
Bendeniz bu topraklarda, çocuklar niye ölüyor sorusunun katiyen sorulmaması gerektiğini öğrenmiş, yazar tayfasının kalemini kıyıdan köşeden, kimseciklere ilişmeden, kimseciklere görünmeden yürütmesi gerektiğini tecrübe etmiş bir yazar kalfası olduğumdan, böyle karlı, ayaz günlerde, pek yormazdım kafacağızımı böyle şeylere. Onun için Sait Faik’in Semaveri’ne sığınırdım. Ama galiba bu hayatın kirinden, pasından, karmaşasından, kavgasından kaçmak için oradan da umut yok bendenize…
Ne yapmalı?
‘Anadolu boydan boya kar altındaydı, soğuktu, her zamankinden daha zalim bir ayaz elleri, ayakları, suratları jilet gibi kesiyordu ve bir takım asabi adamlar durmadan konuştukça çocuklar ölüyordu’ diye başlayan bir öykü mü yazmalı?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.