Ankara, Kürtlerle yürüttüğü ‘barış sürecini’ sona erdirmenin nelere yol açabileceğini hiçbir zaman öngöremedi
“Bizim milli sınırlarımız, Antakya’dan geçip doğuya doğru yönelerek, Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ü kapsar. Bize göre bu bizim milli sınırımızdır.”
Mustafa Kemal (28 Aralık 1919- Ulusal Bağımsızlık Konuşmasından)[1]
Misak-ı Milli, yenilmiş ama başkaldıran Osmanlı Parlementosu’nun Ocak 1920’de kabul ettiği Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın 6 maddelik manifestosudur. Türk milliyetçilerinin I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi için kabul ettiği asgari koşulları içerir. Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalayan Saray tarafından bypass edilmiş ve görmemezlikten gelinmiştir. Saray ve ulusalcılar arasında Sevr’in imzalanmasıyla başlayan ayrılık, ulusalcıların Mustafa Kemal önderliğinde zaferiyle sonuçlanmıştır. Osmanlı ve Müttefikler Kuvvetler tarafından imzalanan 1918 Mondros Mütarekesi’yle çizilen, 1920’deki anlaşmayla belirlenen sınırların birçok farklı basılmış versiyonu vardır. Örneğin Ankara tarafından basılan versiyonu Vilayet’i de (Musul, Kerkük ve Süleymaniye) Türk ulusal sınırları içine alır. Oysa İstanbul versiyonunda bu durum belirsizdir. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı sırada Musul Vilayeti halen Osmanlı birliklerinin kontrolu altında olduğu için, ulusalcılar bu bölgelerin de Türk devletinin sınırları içinde olduğunu kabul etmiştir. Ancak, İngilizlerin diplomatik girişimleri sonucunda Saray, 6. Ordu’nun İngilizler lehine Musul Vilayeti’nden çekilmesini emrini verdi. İngiliz ordusu Kasım 1918’de Musul’a girdi.
Musul ve Kerkük’ün durumu 1923 Lozan Antlaşması’yla bir çözüme kavuşmadı. Antlaşma Musul, Kerkük sorununun İngiltere ve Türkiye arasındaki ikili görüşmelerle çözümleneceğini önerir. Mayıs 1924’te sorunun çözümü için her iki taraf İstanbul Konferansı’nda bir araya geldi. Ancak Musul’da İngiliz egemenliğine karşı bir dizi ayaklanma nedeniyle konferans başarısızlıkla sonuçlandı. Sonra, sorun Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Türk tarafının kendi kaderini tayin (self-determination) referandum önerisi İngilizler tarafından kabul edilmedi. İngilizler Musul’un kaderini belirlemek için bir -‘fact-finding’- hakikat-araştırma komisyonu kurulmasını istediler. Milletler Cemiyeti komisyonu en sonunda Türklerin Musul taleplerini haksız buldu. Cemiyet, Türklerin yoğun protestoları eşliğinde Musul’u İngilizlere hediye etti. O günden bu yana Türkler için Musul, milli sınırlarından bir oldu bittiyle, yasadışı ve suni bir biçimde, bir anlaşma olmadan koparılmış olarak kaldı. Bu yüzden bugün bile Osmanlı’nın Musul Vilayeti, Ankara için gerçek ya da en azından doğal-etki bölgesi, sınırlarının içindedir.
1994 yılından beri, bir fiili durum olarak, eski Musul Vilayeti içinde ileri karakollar, savunma pozisyonları ve eğitim kampları olarak, Türk birlikleri konumlanmıştır. Ankara’nın asker takviyesi yapma kararı Irak Hükümeti’nin sert tepkisine yol açan Başika kampı, 1990’larda PKK’ye karşı yürütülen askeri harekatın bir parçası olarak Irak içinde kurduğu birçok ileri karakoldan sadece birisidir. Bugün IŞİD, Peşmerge, PKK ve PYD arasında ‘Mexican standoff’[2] konumunda kalan bu karakollar bir tür ileri harekat üsleri olarak işlev görmektedir. Temel görevleri PKK’nin askeri hareketliliğini kontrol etmek, Peşmergeye eğitim vermek ve Musul’daki IŞİD’le ilgili istihbarat toplamaktır.
Türkiye-Irak-İran kesişim bölgesindeki PKK erişim alanları. Yeşil çizgiler Irak içindeki, kırmızı çizgiler de Türkiye içindeki erişim alanını gösteriyor.
Kuruluşlarından yaklaşık 20 yıl sonra, Türkiye’nin Süleymaniye, Bamerni, Zaho, Dohuk ve Kanimasi’deki ileri üsleri, düzenli olarak değişime tabi olan belirsiz sayıda asker ve istihbarat görevlisi barındırmaktadır. Bu üsler, özellikle de 150 asker ve 25 tanktan oluşan takviye birlik kararından sonra Başika kampı son günlerde büyük tartışmaların konusu oluyor. Takviye kararının Irak’la Türkiye arasındaki anlaşmanın dışında olduğunu söyleyen Bağdat’ın sert tepkisi Türk birliklerini düşman işgalciler olarak betimledi.
Bu tepkinin önemli bir kısmı 24 Kasım’da Türkiye’nin Rus jetini düşürmesi sonucunda, Rusya’nın Suriye ve Irak konusunda Türkiye üzerindeki baskısını arttırmasını takip etti. Türkiye’nin durumu açıklamak amacıyla MİT Başkanı ve Dışişleri Müsteşarı’nı Bağdat’a göndermesi 12 Aralık’ta Bağdat’ta Türk bayraklarının yakıldığı geniş katılımlı protestoyu önleyemedi. Aynı gün Irak Başbakanı Haydar el-Abadi Birleşmiş Milletler’e başvurdu ve Rusya’nın desteğiyle Güvenlik Konseyi’nin askerlerini Irak topraklarından -özellikle de Başika kampından- geri çekmesi içinTürkiye’ye baskı yapmasını istedi. Türkiye destek birliğini geri çekeceğini ama asgari eğitim personelinin kampta kalacağını açıkladı. 16 Aralık’ta IŞİD güçleri ileri karakola ‘Katyuşa baraj ateşiyle’ saldırdı. Saldırıda 4 Türk askeri yaralandı ve bilinmeyen sayıda gönüllü ve eğitim alan personel öldü veya yaralandı. Saldırıdan hemen sonra hem IŞİD hem de Irak Hizbullahı saldırının sorumluluğunu üstlendi. IŞİD, 27 Aralık’ta aynı karakola ikinci bir roket saldırısı gerçekleştirdi. Ama bu kez çok daha gösterişli bir biçimde, İHA’larla çektiği katyuşa baraj ateşinin görüntülerini youtube’da[3] yayınladı. Bir Türk askeri yaralandı ve Haşd el-Vatani grubundan bir kişi de öldü. Başbakan Davutoğlu, saldırıların bir şey değiştirmeyeceğini ve Türk askerlerinin Musul özgürleşene kadar kampta kalacağını açıkladı.
Bu hikayenin Batılı gözlemciler tarafından ihmal edilen tarihi bir boyutu var. İngilizler tarafından zorla Musul’dan dışarı atılmasaydı, 1926 Ankara Anlaşması’yla Musul Türkiye’nin milli sınırlarına dahil olacaktı. Bu nedenle Türkiye’nin Musul’la ilgili bir ‘hayalet organ sendromu’[4] var. 2014’de IŞİD Musul’u işgal edip, Türk konsolosluğunu basıp 49 görevliyle birlikte konsolosu da rehin alınca Türkiye Musul’u ikinci defa kaybetmiş gibi hissetti. Türkiye hem kendi tarihsel perspektifi hem de Bağdat üzerindeki politik baskısını arttırmak ve bu saldırının öcünü almak için Musul’un IŞİD’den kurtarılmasında öncü bir rol üstlenmek istiyor.
Ancak bu tarihsel boyutun dışında temel bir jeo-politik bir unsur var; o da Musul’un Türkiye’nin ‘Fulda Açıklığı’[5] olmasıdır. Fulda açıklığı, soğuk savaş döneminde SSCB’nin Batı Almanya’ya olası bir mekanize saldırısının beklendiği Almanya’daki stratejik bir koridordur. Fulda açıklığının coğrafyası (iki düz arazi koridoru) mekanize saldırıya uygundur. Tarihsel olarak da önemlidir, Leipzig Savaşı’ndan sonra Napolyon ordusunu bu açıklıktan geçirip Fransa’ya kaçmayı başarabilmiştir. Stratejisini bu açıklıkta büyük bir tank savaşına göre kuran NATO bir dizi anti-tank silahı geliştirmiş ve Batı Almanya’ya konumlandırmıştır. Bu silahlara tank katili diye tanımlanan AH-64 Apache helikopterleri ve A-10 uçakları da dahildir.
Musul ve Irak’taki diğer Türk ileri üsleri benzer stratejik amaçlar için kurulmuştur. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin İngiltere ile yaptığı 1926 Ankara Anlaşması Milletler Cemiyeti’nin Musul hakkında aldığı kararı Türkiye lehine yorumlama amacını taşısa da, sonuç sadece, son derece engebeli ve kontrolü zor olan bölge için, Zagros dağlarının kuzey ucuna kadar uzanan bir sınır geçiş hakkı olarak kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca Türkiye-Irak sınırı pratikte kontrol dışı kalmış ve kaçakçılık vb. yasadışı faaliyetlerin mekanı olmuştur. 1984 yılına kadar bu boşluk büyük bir sorun yaratmamıştır. Ancak 1980 darbesinin zorbalığının, Cumhuriyetin uzun erimli Kürtleri asimile etme politikasıyla çakışması, PKK’nin ortaya çıkmasına neden oldu. PKK liderleri darbeden önce Türkiye’den ayrılıp Bekaa vadisine sığındılar. Irak savaşının yarattığı boşluktan faydalanan PKK daha sonra Kuzey Irak dağlarına doğru genişledi. Körfez savaşının yarattığı kitlesel göç dalgasını arkasına alan ve Irak ordusunun arkasında bıraktığı cephanelikleri ele geçiren PKK, faaliyet alanını katlayarak genişletti ve 1990’lardan bu yana Ortadoğu’daki en kapsamlı ve en kanlı başkaldırıyı başlattı.
Türkiye PKK saldırılarına sınırları içindeki güvenlik operasyonları ve Irak topraklarında yürüttüğü sınır dışı operasyonlarla karşılık verdi. Sınır ötesi operasyonların ilki 1992’de gerçekleştirildi. Bu operasyonu 1995 yılında ‘Çelik’ ve 1997 yılında ‘Çekiç’ operasyonları takip etti. Her birinde gittikçe daha fazla sayıda asker ve daha gelişmiş ekipman kullanıldı. Bu operasyonlar sırasında, Kuzey Irak’ta kalıcı üsler kurma ve Kuzey Irak Kürtleriyle, özellikle de Mesud Barzani’nin KDP’si ve milisleriyle koordinasyon gerekliliği ortaya çıktı. Zaman içinde bu üsler jeopolitik konumlarının gerektirdiği farklı işlevler yüklendi. Sınıra yakın üsler (Batufa, Kanimasi, Duhok ve Sheladize) keşif ve çatışma, Kuzey Irak Kürdistan bölgesinin derinliklerindeki (Başika, Selahaddin ve Raniyah) kamplar ise istihbarat toplama, eğitim ve koordinasyon işlevlerini yüklendiler. Ankara çok daha iyi silahlanmış ve etki alanını arttıran bu başkaldırmayla mücadele ederken bu üsler PKK’nin Irak içinde örgütlenme, silahlanma ve daha büyük saldırılar gerçekleştirme yeteneklerini önemli ölçüde azalttı.
Fulda açıklığının kaybına benzer biçimde, ileri savunma ve istihbarat toplama cephesi olan Musul-Erbil hattının kaybı Ankara’yı, PKK’yle Türkiye sınırları içinde mücadele etmeye zorladı; çatışma Irak sınırları içinde olan Matina-Gara-Zap hattı yerine, Adıyaman, Elazığ ya da Bingöl hattına kaydı. Bir başka deyişle bu ileri karakollar Ankara için PKK saldırılarını sınır dışında bloke edilmesi anlamına geliyordu.
Musul ve Başika bu ileri üs şebekesinin en önemli bileşenleriydi. Musul’un kaybına kadar Türkiye’nin istihbarat ve operasyon şebekesinin Erbil ve Dohuk ayakları, Kuzey ırak’taki PKK hareketlerine karşı koordinasyonu sağlamak için burada birbirine bağlanıyordu. PKK’nin militan ve teçhizat kaynağı olan Mahmur mülteci kampının kontrol altına alınması da üs şebekesinin Musul ve Kerkük ayaklarına bağlıydı. Musul’un kaybı sadece Erbil ve Dohuk arasındaki bağlantıyı değil, Musul ve Kerkük arasındaki bağlantıyı da kopardı. Musul’un jeopolitik ve altyapı avantajı ortadan kalkınca Türkiye çabalarını en yakın kampta, Başika’da odaklamak zorunda kaldı. Ama Irak’ın son çıkışıyla birlikte Türkiye Irak’taki bütün üslerinden çekilmeye zorlandı.
Türkiye’nin ileri üslerinin kaderi çok katmanlı güvenlik tehditleri olan bölgede, Türklerin PKK miyopisinden de zarar gördü. Bu üsler 1990 yılında PKK için kurulmasına rağmen şimdi Suriye’de, Zaho-Maliki-Kamışlı arasında oluşturduğu hat aracılığıyla, Türkiye’nin üs şebekesini Kuzey Irak coğrafyasıyla sınırlayan YPG ve PYD gibi PKK’nin yeni kolları var. Buna ek olarak Güneyde, Telafer-Musul-Karakaş hattındaki IŞİD varlığı nedeniyle Türkiye’nin Irak’taki stratejik konumu kuşatılmış durumda. Bu nedenle ileri üslerin coğrafi konumları ve bu üslerdeki askerlerin güvenliği yeni bir değerlendirmeyi zorunlu hale getiriyor. IŞİD’in Başika kampına gerçekleştirdiği son katyuşa saldırısı bu değerlendirmeyi acil hale getirdi.
Bütün bu hesaplamaların üstünde ise YPG’nin sahada IŞİD’e karşı en önemli güç haline gelmesi ve hem Rusya’nın hem de ABD’nin Suriye Kürtlerinin koruyucusu olmak için rekabet etmeleri yer alıyor. Türkiye’nin, her iki grubun da PKK bileşeni olması nedeniyle geliştirdiği itiraz ABD’nin YPG’ye verdiği desteği sınırladı. Türkiye’nin kentsel alanlarda yürüttüğü ‘güvenlik’ operasyonlarının yol açtığı sivil kayıplar ise NATO’yu güç durumda bırakmış durumda. Hem Rus hem de ABD hava güçleri bir şekilde Suriye Kürtleriyle koordinasyon içindeyken ve Türkiye’nin yürüttüğü operasyonlarda sivil kayıpların sayısı hızla artarken, Ankara’nın kendi güvenlik kaygıları bağlamında bölgesel politikaları etkileme ve yönlendirme sermayesi hızla tükeniyor. En belirgin örnek ise ABD’nin Türkiye’ye Başika kampını en kısa zamanda boşaltmasını söylemesidir.
Türkiye’nin ileri karakolları daha önce PKK gibi bir tehdide komşu iken şimdi IŞİD ve PYD-YPG/YPJ gibi yeni iki tehdide daha komşu hale geldi.
Ankara, Kürtlerle yürüttüğü ‘barış sürecini’ sona erdirmenin nelere yol açabileceğini hiçbir zaman öngöremedi. Ankara’ya göre eğer Kürtler politik olarak ‘düzgün’ davranmazlarsa bir dizi askeri seçenek her zaman elinin altındaydı. Ankara, HDP’nin marjinalleştirilmesi, eylemlerinin ya da seçilmiş vekillerinin kriminalize edilmesinin ülke dışında hiçbir etkisi olmayacağı kanısındaydı. İvme kazanan şiddet spirali, Suriye politikasında tekrarlanan yanlışlar ve Rus jetinin düşürülmesinden sonraki gelişmeler bir çarpan etkisiyle, Ankara’nın stratejik yetersizliklerini zincirleme reaksiyona dönüştürdü. Tahran, Bağdat ve Şam aracılığıyla Rusya’nın bölge hesaplarına daha saldırgan bir politikayla dahil olması Türkiye’nin hemen hemen bütün güvenlik ve politika sorunlarını katladı. PKK’ye karşı Irak’ta kurduğu üs şebekesini, Fulda açıklığını, kaybetmek üzere olması da bu sorunlardan biridir. Ne idüğü belirsiz Suriye politikası nedeniyle NATO’da oluşan güven kaybı, sınırları içindeki Kürtlere yönelik şiddet politikasıyla birleşince Türkiye stratejik ağırlık merkezi olarak konumunu ve güvenlik politikasını uygulamadaki otonomisini kaybetmeye başladı.
ABD’nin ve AB’nin güvenlik operasyonları nedeniyle artan sivil ölümlerine şimdilik kayıtsız gibi gözükmesi sizi yanıltmasın, tarih ve istatistikler bu pencerenin sonsuza kadar açık kalamayacağını gösteriyor. Vaşington Türkiye’ye Başika ve diğer üslerden çekilmesi gerektiğini söyledi bile. Türkiye takviye birliklerini geri çekti ancak kafası da karıştı. Vaşington’un sadece takviyeleri geri çekmesi gereketiğini mi yoksa Bağdat gibi Irak sınırları içindeki bütün askeri varlığını sona erdirmesini mi istediğinden emin değil. Türkiye Kuzey Irak’taki bütün kamplarını boşaltmasının söz konusu olmadığını ve -ilerde geri dönme umuduyla- Başika’ya birlik gönderilmesinin tek nedeninin ‘rotasyon’ olduğunu açıkladı. Rusya ve İran’ın etkisiyle, Irak’taki Türk askeri varlığının sona erdirilmesi için Bağdat’ın artan baskısına ABD’nin de katılıp katılmayacağı ve daha fazla birliğin geri çekilmesini isteyip istemeyeceği henüz net değil.
Öyle görünüyor ki Türkiye’nin Kürtlere yönelik iç politikası, artan Rus baskısı ve kayıtsız bir NATO’nun eşliğinde, Irak’taki üslerin ve PKK’ye yönelik ileri savunma hattının kaybıyla sonuçlanacak. Musul Türkiye için kritik bir öneme sahip, eğer Vaşington Ankara’dan Irak’taki askeri varlığını geri çekmesi talebinde bulunursa, Türkiye’ye yönelik PKK saldırıları için de bir alternatif önermek zorunda kalacaktır. Bu alternatif çözüm ise sivil kayıpların önlenmesi ve her şeyden öte, kesintiye uğrayan ‘barış süreci’nin tekrar başlatılmasını içerecektir.
29 Aralık 2015
Dipnotlar:
[1] http://www.ata.tsk.tr/content/media/01/soylev_ve_demecleri.pdf
[2] Kıpırdayanın tehlikeye açık hale geldiği, gergin bir hareketsizlik durumu. daha fazla bilgi için bak. https://en.wikipedia.org/wiki/Mexican_standoff
[3] https://www.youtube.com/watch?v=YtXn2Bx8AJI
[4] Bir organ kaybından sonra, kaybedilen organın hissiyatının devam etmesi bak. https://en.wikipedia.org/wiki/Phantom_limb
[5] Fulda Gap. Soğuk Savaşın ürettiği kavramlardan biri. Mekanize tugayların kolaylıkla ilerleyebileceği düzlükler. bak. https://en.wikipedia.org/wiki/Fulda_Gap
[warontherocks.com’daki İngilizce orijinalinden Murat Karadeniz tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.