“Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması” Çoktandır barış vaat edilmiyordu. Lafı ortalıkta –hani malum hayalet dolanır ya- sıkça dolaşıyordu gerçi ama kodları iyiden iyiye aşınmıştı. O yüzden güvercinin geciken adımı misali barış yürüyüşünün tavsamadan gerçekleşmesi pek hayırlı ve isabetli oldu. Birileri cılız da olsa bir işaret fişeği çaktı. Batı ile Kürdistan arasında […]
“Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması”
Çoktandır barış vaat edilmiyordu. Lafı ortalıkta –hani malum hayalet dolanır ya- sıkça dolaşıyordu gerçi ama kodları iyiden iyiye aşınmıştı. O yüzden güvercinin geciken adımı misali barış yürüyüşünün tavsamadan gerçekleşmesi pek hayırlı ve isabetli oldu. Birileri cılız da olsa bir işaret fişeği çaktı. Batı ile Kürdistan arasında bir barış koridoru açmaya çalıştı. Koridorun ucundan bir parça ışık süzüyor şimdi. Minnettarız. Ne var ki bu iradi çaba, bazılarımızın dile getirdiği gibi savaşın yangını ülkenin Batısındakileri de kavuracak kaygısıyla değil de, topyekûn toplumda her bireye nüfuz edebilen, sürdürülebilir sağlam bir barış inancıyla pekiştiğinde anlam kazanacak. Koşullarını nasıl yaratacağımız, bizden farklı düşünenlere nasıl değeceğimiz üzerine daha fazla kafa yormamız lazım. Barışın tesisi köşe yastıkları gibi oturduğumuz yerden, tek başına “masaya oturun” vaazıyla yürümüyormuş. Kaldı ki masanın dingildediğini hesaba katarsak ayaklarını biraz sağlama almak gerekiyor. Eylül ayında Cizre’de 22 kişinin ölümüyle sonuçlanan ablukanın ardından çeşitli forumlarca yapılması kararlaştırılan “Gezi’den Cizre’ye Yol Oluyoruz” buluşması da gerçekleşseydi elimiz daha da güçlenecekti. Tekrar hatırlatmakta fayda var; Kürtlerin sitemi, gönül kırgınlığı operasyonlar henüz başlamışken çok haklı nedenlerle Gezi kalkışmasına sessiz kalmayıp sıra Kürdistan’a gelince kulağının üzerine yatan, deyim yerindeyse bebek ve çocuk ölümlerinin vahametini dahi algılama konusunda ısrarla direnç gösteren Batı’ya idi. “Gezi’den Cizre’ye Yol Oluyoruz” o açıdan manalı bir girişim olacaktı.
Barış arzusu Batı’da neden yeteri kadar taraftar bulamıyor? Savaş–barış dikotomisini birbirleriyle ilişkilendirerek okumamıza cevaz veren dil hattı maalesef çatlamış durumda. Hakim dil, savaş-barış karşıtlığını bilerek muğlaklaştırdı ve ikisi arasında biri diğerini kolayca ikame eden geçirgen bir hat yarattı. Daha fenası bu iki karşıt kavram birbirinin içinde eriyip gitti. Nasıl savunma hakkı, hendeklerde sivil-gerilla ayrışmasını mümkün kılamıyorsa, barışın içkinliğini de savaşın çağrışımlarından ayırt etmek olası değil artık. Barışın muhalif dilini lal eden ama yalnızca kendinden olan tarafgir sese kulak veren çirkin kakafoni her yerde. Oysa bu muhalif ses bastırılmasaydı çoksesli çınlayabilirdi. Barışın bir hayalden ibaret değil de her koşulda halkların ortak mutabakatıyla gerçekleşebileceği inancı yeniden diriltilebilirse bu hayale daha sıkıca tutunabileceğiz. Yeniden çizilen sınırların, coğrafi haritaların, büyük siyasi projelerin karşısında varlık alanını yitiren barış birçoğuna eğreti, nafile ve hatta kifayetsiz bir dermandan ibaretmiş gibi gelebilir ama unutmamak gerekir ki bu krizden daha sahici bir barış imkanının doğması da muhtemel. Yeter ki hiç vazgeçmeden, inatla, barışın kimlikler/siyasetler üstü insani bir değer olduğu diller döndüğünce anlatılsın. Barış savunucularını ve topyekûn Kürt halkını “terörist” ve “hain” olarak yaftalayan iktidar diline inat daha çatışmasız bir dile ihtiyaç var. Muhalefet iktidar tarafından içine çekilmeye çalışıldığı dil hapishanesine karşı direniş seçeneklerini çoğaltırken bir taraftan da bu yeni dilin vurgusu ve inşası konusunda düşünmeli. Barışın “silinen” dili yerine homojen antagonist bir dil konuşuyor. İçinden ne siyaset üretebilen farklı tonlar ayrışabiliyor ne de karşısında derdini anlatabilecek bir muhatap bulabiliyor.
Kürtler yaşam hakkı kadar en temel insani bir haktan da yoksunlar. Yas tutma hakkından, cenazelerini defnetme hakkından, mezar hakkından zira devlet-i aliyye sivilleri bombaladığı gibi mezarlarını da bombalıyor. Bunları söze dökerken bile hicap duyuyor insan. Ölülerini defnedebilmek için kendini çoktan lağvetmiş hukuka başvurmaları gerekiyor. Kürt gençlerle konuştuğunuzda nerdeyse hepsi ağız birliği etmişçesine size avukat olmak istediğini söyler. Hala hukuktan medet ummak! Bu ülkede adaletin elbet bir gün tecelli edeceğine inanmak! Kürtler eğer gerçekten silahla hak elde edebileceklerine inansalardı hukuku idealize edebilirler miydi? Cenazelerin defnedilmesini bile çok gören hakim dilin karşısında yaşam hakkını nasıl savunacağız peki? Barışın tesis edilmesi nasıl gerçekleşecek? Romalıların inancına göre ölü beden kurallara uygun defnedilirse, hayalet ya da bedenin gölgesi toprağın altına iner, ölüler dünyasının tanrısı Manes’in bedeniyle kavuştuktan sonra yalnızca belirli zamanlarda yeryüzüne dönermiş. Ölü kurallara uygun biçimde yakılıp defnedilmezse eğer hayaleti etrafta dolaşır ve tehlike saçarmış.* O zaman defnedilemeyen hayalet ölülerin gazabından korkmalıyız. Barış, hemen ve şimdi!
Gelinen durum itibarıyla -Hitler diktatörlüğü, Diyanetin son açıklamasıyla Alevileri hedef alan ayrıştırıcı mezhep siyaseti gibi- barış söyleminin daha öncelikli, daha kapsayıcı bir projeye dönüştürülmesi artık zorunlu. #ÖnceBarış #BarışaSesVer diye haykıralım çünkü barışın en kırılgan olduğu zamanlardan geçiyoruz. Kıvrak, taktiksel bir manevra gerekiyor yoksa bütün mevziler kaybedilebilir. Soykırıma varan “temizlik” harekatı, gücünü fütursuz ve çirkef dilden alarak ev ev, sokak sokak insan ve hayvan hakları ihlalleriyle son hız ilerliyor. Barışın bir garabete dönüşmesinde bizim de payımız var kuşkusuz. Nihai nokta olarak çözüm sürecinden, “Kürt sorunu yoktur”a gelen iktidar söyleminin eline çok kötü kozlar verdik çünkü restleşmeden, sertleşmeden, ortak paydaları öne çıkararak toplumsal barışın niye elzem olduğunu anlatamadık. Çözüm süreci ulusalcı ve milliyetçi siyasetin de derdi olabilseydi belki bugün başka bir yerden barışı konuşuyor olacaktık. Şimdi yapmamız gereken tarafları dışlamadan tüm sivil toplum örgütlerini, kanaat önderlerini bir araya getiren çok parçalı, çok sesli bir barış deklarasyonuna imza atmak. Barıştan yana hala ümitvar olabilir miyiz? Barış umudu, sivil hedeflere kilitli top mermileri kadar heveskar uğrar mı sığınaklara, hendeklere? Bir kez daha tekrarlamakta bir beis yok, bu umudu yeniden canlandırabilirsek, evet. Birileri epeydir “size barış yaptırmayacağız” diye esip gürlese de.
Son sözü Sevgi Soysal’a bırakalım. Sevgi Soysal’ın 12 Mart askeri darbe dönemine ait çok sevdiğim bir öyküsü vardır: “Barış Adlı Çocuk”. Öykü farklı sol mecralardan gelen siyasi kadın tutukluların “Barış” adında oğlan çocuğu ve güleç yüzlü annesiyle karşılaştıkları anda verdiği tepkiler üzerinedir. Çocuğa nasıl davranılması gerektiğini kestiremeyen tutuklular aralarında uzun uzun tartışırlar. Önce polis çocuğunu hiçbir koşulda sevip okşamamaları konusunda uzlaşırlar. “Bebe faşist” ile laubali olunmamalıdır çünkü “faşizm bir bütündür.” İyi, kötü, büyük, küçük ayırt etmez. Ama bir yandan da bu sevimli mi sevimli oğlan çocuğuna içleri gidiyordur. Uzatmayayım, öykünün sonunda kadın polis koğuşta duygusal bir konuşma yapar, istifa ettiğini açıklar ve gider. Tabii tutuklular kadının görev süresince ona ve çocuğuna pek de dostane davranmamışlardır. Öykünün son cümlesi barışla imtihanımızı özetler gibidir. Nina’nın şu sözleriyle biter: “Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması.”
Ben de diyorum ki Kürtlerin hala aşiti, aşiti, aşiti demesi çok değerli.
Buna sarılalım, sarılalım, sarılalım, bırakmayalım.
* Cicero, Ölüme Övgü, Türkçesi: Cana Aksoy, Sel Yayıncılık, 2014
Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, İletişim, 2012