Yola bu sloganla çıkılmamış mıydı? Devletin çözüm sürecini başlattığı zaman dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi ağzından duymamış mıydık ‘analar ağlamasın’ cümlesini? Tek başına bir manifesto niteliği taşımıyor muydu bu iki kelimecik cümle? Peki şimdi ne değişti? Aslında değişim şimdi değil 7 Haziran öncesinde başlamıştı. Anayasa’yı bertaraf ederek ‘saha’ya inip başkanlık rejimi için en […]
Yola bu sloganla çıkılmamış mıydı? Devletin çözüm sürecini başlattığı zaman dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi ağzından duymamış mıydık ‘analar ağlamasın’ cümlesini? Tek başına bir manifesto niteliği taşımıyor muydu bu iki kelimecik cümle? Peki şimdi ne değişti?
Aslında değişim şimdi değil 7 Haziran öncesinde başlamıştı. Anayasa’yı bertaraf ederek ‘saha’ya inip başkanlık rejimi için en az 400 milletvekili isteyen Erdoğan, Gezi Direnişi’nden başlayarak şiddet sarmalının ateşine benzinle yürüdü. ‘Emri ben verdim’ler, ‘polisimiz destan yazdı’lar havada uçuşurken Erdoğan ‘Ankaralılaşma’ yolundaki yerini iyiden iyi sağlamlıştırmaya başladı.
Birinci Cumhuriyetin tüm kusurlarını muhalefete ve kendinden olmayana karşı bir koz olarak sahaya süren Erdoğan’ın geldiği nokta ‘devlet benim’ noktasıdır. 1990’lı yıllara rahmet okutacak dönemlerden geçtiğimizi her gün yaşayarak tecrübe ediyoruz. Darbe dönemlerini aratmayacak operasyonlarla susturulmaya çalışılan bu ülkenin barış isteyen insanları direk ‘vatan hain’i ya da terörist ilan edilerek her an bir ‘tokat yeme’ tehlikesi altında yaşıyor. Bunun en son örneğini Beyaz Şov’da yaşadık.
Adı üstünde bir şov programı olan programa bağlanan kadın bir seyirci “Çocuklar ölmesin” dedi ve anında kıyamet koptu. Başta o sözü söyleyene sonra da programın sunucusu Beyazıt Öztürk’e ‘terör örgütü propagandası yapmak’tan soruşturma açıldı. Doğan Grubu ve bir polis çocuğu olan Beyazıt Öztürk çıkıp özür dilemek zorunda kaldı.
İşten gelinen noktan ürkütücülüğü burada yatıyor. Bir insan sadece çocukların ölmesini istemediği ve ülkenin yaşadığı iç savaştan kurtulmasını istediği için sarf ettiği sözler yüzünden mahkûm edilme tehlikesiyle karşı karşı kalabiliyor artık. İşin daha vahim kısmı ise dindarlar dahil olmak üzere herkesin ‘ama’sız kabul edeceği kutsal yaşam hakkını savunanların böyle bir tehlikeyle baş başa kalmasıdır.
Evet Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde devletin çıkarlarını halkın çıkarlarından alt seviyede tutmamıştır. Devletçilik her zaman başat rolü üstlenmiştir ancak insan ölümlerinin bu kadar sıradanlaştığı bir zamanı da yaşamamıştır.
Defnedilemeyen cesetlerin kokusuyla bütünleşmiş bölgede yargısız infaz söylentileri insanların kafadan tek kurşunla öldürlülmesiyle bir anlamda vücut bulurken sesini en fazla duyurabileceği bir mecrayı seçen bir kimsenin çocukların ölmemesini istemesi nasıl olabiliyor da terör örgütü propagandası yapmaya vesile olabiliyor?
Bir canlının yaşam hakkını savunmanın terör örgütü propagandası sayıldığı, Saray’dan yana olmayanların vatan hainliğiyle suçlandığı bir ülkede sanırım en üzücü olan da kutsal bir olguyu müdafa etmenin sonucunda çıkıp milyonların karşısında özür dilemek olmalı. Çocukların ölmesini istemiyoruz ve bu sebepten dolayı çıkıp özür dilemek zorunda bırakılıyoruz. ‘Analar ağlaması’ndan sonra geldiğimiz nokta budur işte.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.