Geçen hafta, siyaset biliminin her olguyu faydacılık temelinde ele alarak değerin yaratılması noktasında eylemin iç dinamiklere etkisini kaçırdığını ve bu nedenle terör gibi 21. yüzyılın en temel siyasi olgusunu da yalnız faydacılık temelinde farklı çıkar çevrelerinin çatışması olarak tanımlamaktan öteye gidemediğini işlemiştim. Bu hafta terörizm ve iç politikalara hakim milliyetçi söylemlerin kısa bir Avrupa Birliği […]
Geçen hafta, siyaset biliminin her olguyu faydacılık temelinde ele alarak değerin yaratılması noktasında eylemin iç dinamiklere etkisini kaçırdığını ve bu nedenle terör gibi 21. yüzyılın en temel siyasi olgusunu da yalnız faydacılık temelinde farklı çıkar çevrelerinin çatışması olarak tanımlamaktan öteye gidemediğini işlemiştim. Bu hafta terörizm ve iç politikalara hakim milliyetçi söylemlerin kısa bir Avrupa Birliği denemesiyle sanki uluslar aşılacak sanısı hakimken tekrardan yükselişe geçmelerinde spiritüalizmin yerini inceleyeceğim.
Gerçekte faydacılığın temelini aldığı tarzda bir rasyonalizmin olmayışı, ama onu yaratmak için bir gerçekliğin ve değerin yaratılması gerekliliğinin toplumsal dinamiğin temeli olmasından geçen hafta bahsetmiştim. Son 35 yıldır hüküm süren neoliberal politikalar sonucu[1], değer 19. yüzyıl sonunda olduğu gibi klasik iktisat teorisine uygun şekilde tam istihdam yerine eksik istihdam ve bitmeyen bir krizin yapısal işsizliğiyle üretilmeye başlandı. Bu yeni ama bir o kadar da eski siyaset içinde, değerin iktisat teorisinde bir psikolojik olgu olarak hiyerarşize edilmesi gerektiği fikriyle, toplum içinde bir grup kendine değer bulabilirken, bir grubun da sürekli değersizleştirilerek (ki bu değersizleştirilmiş gruba Marx ‘yedek işgücü ordusu’ der) iş piyasası düzenlenmekte ve emek fiyatları aşağı çekilmekte. Kapitalizmin ulusal bir olgu olduğu gerçeğiyle öncelikle toplumsal normlara tam boyun eğmemiş gençler ve Amerikan maden işçileri örneğinde olduğu gibi göçmen işçiler değersizleştirilmekte.
İçinde geliştiği İngiliz ampirizminin etkisiyle iktisat teorisi gerçeği yalnız bir tekrar sorunu olarak görür. Piyasanın, alışverişin sürekli tekrarıyla her türlü değeri tayin eder bir hal alacağına inanılır. Ahlak değerlerinin pazar takasları ile gerçekleşen toplumsal tekrarlar içinde piyasaya uygun yaratılmasıyla bireyin sanki yalnız varolan toplumsal yapının içinde kendisine bir değer arayacağı ve bu şekilde yerini kabulleneceği algısı hakimdir. Ancak insan herhangi bir anlamı kalmayan bir hayatı yaşayamaz ve kendisini mutlak toplumsal değere indirgemez.
Bu andan itibaren dışarıda kalan göçmenler için toplum, bütün bireysel ve insani değerlerin yaratıcısı olarak kalamaz ve Karl Polanyi’nin ‘Büyük Değişim’ kitabında çift yönlü hareket olarak öngördüğü durum gerçekleşir. Dışlanan grup, kendisini piyasa sistemi dışında korumaya yönelir. Değersizleşen ve toplum içinde herhangi bir değer bulma ümidini yitirmiş olan göçmenler toplumun dışında kaldıkları ölçüde kendi değerlerini kendileri yaratmaya yönelirler ve arkaik spiritüel değerlere geri dönerler.
Etnik kimlik ile dışlanmış oldukları için spiritüel gerçekliğe sarılan bu gruplarda etnik ve spiritüel kimlikler de iç içe girer. Burada önemli olan herhangi bir ideoloji ya da din değildir. Spiritüel gerçeklik dışlanan grubun eski değerlerine dayandığını iddia etse de birliğin değil dışlamanın ürünü olduğu ölçüde kendini dışlayan üzerinden tanımlar ve dışarısı olarak kendisini dışlayan toplumu alır, dışarıda kalan toplumu değersizleştirme ve küçük görme yoluna gider. Yani modern olarak adledilen topluma dair herşeyi, değerini yitirmiş bir sapkınlık olarak görür. Temelde hep o aynı dışlamayla kurulduğu için, pasif bir öfkeyle yaşadığı toplumla ilişkisini en aza indirmeye ve kendi topluluğu içine kapanmaya gider.
Spiritüalizm, aslında moderne bir tepkidir ve bu nedenle de moderndir. Onun değer yargılarına ve ahlakına bir nevi karşıttır ve bu karşıtlığı onu biçimlendirir. Karşıtlaştığı değerin içeriği önemli de değildir aslında, çünkü eninde sonunda o değerlere biçimsel bir şekilde kendisini değersizleştirdiği için karşıttır. Ancak bu noktada, dışlananlar pasif bir öfke de hissetseler topluma karşı doğrudan bir yıkıcı tepki göstermezler. Çünkü spiritüel kimlikleri içinde hala değer kazanabilirler, kendilerine verilmiş toplumsal rolü kabullenebilirler. Kendi toplulukları içine kapalı ve yaşadıkları toplum tarafından bu kapalı halleriyle kabul gördükleri müddetçe ılımlı olarak nitelenebilirler.
Avrupa’da göçmen topluluklarının durumu 80’lere kadar daha çok böyleydi. Aralarından içinde yaşadıkları toplumun kimliğini almayı başarmışlar varsa da, kendilerine verilen ikincil statü ve ılımlı spiritüel kimlikleriyle aslında karşıt dursalar da bulundukları topluma uyum sağlamışlardı. Sorun, bu dengenin neoliberal politikalarla bozulmasıyla toplumun içinde kalanlara karşı bir baskı aracı olarak sefalete itilmeleriyle başladı.
İşsizlik en çok göçmenler arasında artsa bile, iş sahibi göçmenlerle ulus kimliğine uygun bireyler arasında, artan işsizlikle yükselen sınıf içi rekabet yeni bir çözülme başlattı. Bu rekabet tam da neoliberal politikaların amaçladığı bir şeydi. Artan rekabet ile ekonomik bozulmanın sebebi, kendi içine kapalı göçmen topluluklara yüklendi. Göçmenlerin ötekiliğini ayyuka çıkaran bitmeyen entegrasyon programları rekabeti daha da yoğunlaştırdı. Gençler arası işsizlik artarken, göçmen ailelerin çocuklarının iş bulma olasılığı daha da azaldı.
Artan emek piyasası rekabeti ve göçmenlerin bu politikalarda her zamankinden fazla dışlanmaları, kendi topluluklarına ve değerlerine karşı artan antipati, gizli durumdaki nefreti harekete geçirmeye yetti. Bu durumun Fransa’daki ilk önemli yansıması 2005 Paris Ayaklanması’dır. Polisin ölümüne sebep olduğu gençler, dışlanmış toplulukların dışarıda kalışlarını görünür kıldıkça gizli durumdaki nefretlerini de sokağa taşımalarına, kendilerini dışlayan şehre karşı yıkıcılığa dönüştürmelerine sebep oldu.
Yine de Paris Ayaklanması spontane gelişmiş bir olaydı. Grupları organize eden, değerlerinin sözcüsü olduğunu iddia eden gruplar tarafından örgütlenmemişti. Ancak radikal İslami terörde durum bu değil. Bu grupların dini sözcüsü olduğunu iddia eden, spiritüel gerçekliğe uygun bir örgütlenme var. Zaten öfkesi pasif olsa bile aynı spiritüel gerçekliğin parçası olan kalabalıklar, artmakta olan öfkenin temsilcisi olarak ortaya çıkan örgütlere çok uzak değillerdi. Spiritüel gerçekliklerinin değersizleştirilmesi değeri korumak için dışarıdaki değerlerin yıkımını istedikçe, kalabalıklar yıkıcılıkları ölçüsünde radikalleşmiş örgütleri yeni bir olanak olarak tanıdılar. İdeolojik nefret söylemi içinde yeni bir Alamut inşa etmenin imkanı artık oluşmuştu.
Yıktıkları ölçüde değerlendikleri için deliliğe varacak ölçüde yıkıcılığa giden radikal örgütler, bu andan itibaren ideolojik olarak kendilerine biat edenler ile yeni bir politik güç oluşturmuş oldular. Kendi içlerini korumak adına her türlü nefret ve yıkıma girişip yok ettikçe güçlendiler. Bu bilinci rasyonel olarak anlamanın yolu yok. Değer kavramları rasyonalizmin varsaydığı kendini ve çıkarını (burada çıkar da tabi ki kendi değerini maddi ölçütlerde daha fazla arttırmak) düşünen bireye artık hiçbir şekilde benzemiyor, çünkü bu birey diğerinin değerini yok ederek kendine değer arıyor. Bu durum psikolojinin o çok sevdiği ve her türlü yıkımın sorumluluğunu yüklediği insanın hayvansal yönüyle de ilgili değil, tam tersine korkunç derecede insani.
Buraya kadar terörizmin toplum içinde kalan kısmını incelemeye çalıştım. Ancak bütün hikaye neoliberalizmin lokalleşme yoluyla globalleştiği gerçeği gibi global bir perspektifte tam olarak anlaşılabilir. Gelecek hafta, radikal İslami terörizmin global yönünü inceleyeceğim.
[1] Türkiye’de 1990’larla başlar ve siyasi tarihin son 25 yılını kapsar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.