Sendika.Org sayfalarında Zizek yazılarıyla başlayan bir ‘mülteci’ tartışması var. Bu yazı da mültecilerle ilgili ama amacım bu tartışmaya katılmak değil. Hem ben filozof da değilim. Mülteciliğin tanımı ile ilgili geniş bir külliyat var. Yine de bir tanım yapmak ve bu tanımı örneklendirmek gerekirse benim tercihim domuzlardan yana olacak; 3. Köprünün yapımı nedeniyle yaşam alanları tahrip […]
Sendika.Org sayfalarında Zizek yazılarıyla başlayan bir ‘mülteci’ tartışması var. Bu yazı da mültecilerle ilgili ama amacım bu tartışmaya katılmak değil. Hem ben filozof da değilim. Mülteciliğin tanımı ile ilgili geniş bir külliyat var. Yine de bir tanım yapmak ve bu tanımı örneklendirmek gerekirse benim tercihim domuzlardan yana olacak; 3. Köprünün yapımı nedeniyle yaşam alanları tahrip edilen yaban domuzlarının, ma-aile, -sanırım anne ve üç yavrusu- karşı kıyıya geçmesi. Hepsi doğuştan yüzücü olan aile hiç bir fire vermeden karşı kıyıya geçmeyi başardı. İnsanlar ise bu kadar şanslı değil. Aşmaları gereken bir ‘su’dan çok daha fazla engel var önlerinde. En başta da Zizek gibi filozofları aşmaları gerekiyor. Bu da bildiğiniz gibi hiç kolay bir iş değil.
Oysa filozoflar, ki aynı zamanda mültecilerin ‘kralı’dır onlar, gezegenin en güvenli yerlerinde yaşarlar. Boğaziçi’nin yeşillikler içindeki Güney kampüsünün bayırları, Kuzey Amerika’nın sonbaharda rengarenk olan sekoya ağaçlarının gölgelerine yayılmış, alabildiğine geniş vadileri-kampüsleri, Berlin’in ‘grundge’ mekanları, Kuzey Avrupa’nın (burada özellikle Norveç’i vurguluyoruz) refah devletleri, Paris’in alternatif lokantaları (özellikle Philosophie’yi tavsiye ediyorum) Barcelona’nın… liste böyle devam ediyor.
Ancak filozof olmak da kolay değil. Dolayısıyla en etkin yöntem olmasına rağmen başarılı bir mültecilik ‘kariyeri’ için Ortadoğulu ya da Afrikalı mülteci adaylarına filozof olmalarını önermek gerçekçi bir yaklaşım olmaz (umarım Zizek’le çelişmiyorumdur). ‘Kelimeler arasında yüzme’yi öğrenmektense ‘su’da yüzmeyi öğrenmelerini önermek ayakları daha yere basan bir öneri olacaktır. Ancak insan çocuklarının bir engeli var, motor yetenekleri belli bir yaştan sonra geliştiği için doğuştan yüzücü değiller. Bu da biliyorsunuz olmadık trajedilere yol açtı, açıyor. İnsan çocuklarını filozof olmaya zorlamanın yeni bir kitlesel mülteci akınına yolaçacağını öngörmek içinde filozof olmaya gerek yok.
Mültecilerin bir özelliği de, tıpkı Zizek gibi, kendileri içeri girdikten sonra arkalarından kapıyı kapatmak istemeleri. Bu davranış kalıbı nedeniyle onları eleştirebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Mültecilerde yaygın olan bu kapıyı arkalarından kapatmak kaygısı aksiyon sinemasının temel sahnelerinden birine benzer; örneğin zombiler saldırıya geçmişlerdir, ancak hala dışarda kurtulma umuduyla kapıya, gezegenin daha güvenli yerine doğru koşan zombi olmamış insanlar vardır. İçerdekilerin bir kısmı çoğunluğun yaşamının riske atıldığını düşünürek -gerektiği anda, bireyin kurtuluşundan, türün kurtuluşuna bir zihinsel sıçrama yaparak- kapının hemen kapatılmasını isterler. Bereket ki kahramanımız kapıdadır ve dışardaki ‘son insan’ içeri girmeden kapının kapatılmasına izin vermez. Kapının geç kapatılması bazen felaketlere de yol açabilir. Artık mesaja göre, senarist 1-2 kişi için açık tutulan kapının felakete yol açacağını düşünürse, yol açar. Eğer insanlığın gerçek temsilcilerinin kapıya doğru koşan son 1-2 kişi olduğunu düşünürse, pire için yorgan yakmaktan kaçınmaz.
Korunma içgüdüsü bir filozof yavrusunu K. Amerika’nın balta girmemiş kampüslerine, oradan da B.Ü. Güney kampüsün silah sesi duymamış düzlüklerine kadar sürüklüyorsa bunun nedenlerini bence, yavru filozofların yaşam koşullarında aramalıyız. O, üşüyen bir kutup ayısı, sıcağa hiç gelemeyen bir devedir, yaşam alanı tahrip edilmiş bir domuz değil. Aradaki fark, ‘kültürel’ gibi gözükse de sınıfsaldır.
‘Agent provocateur’un iç çamaşırlarını kendine bir hoşluk, müslüman kadının peçesini bir tehdit olarak algılayan Parizyen entellektüelin yaşam alanını savunması ise doğaldır.
Öbür yakada yaşayan domuzlar, bildiğim kadarıyla, 3. köprünün yapımı, insanların ve hayvanların yaşam alanının tahrip edilmesiyle başlayan bu göç dalgasıyla ilgili ‘kültürel’ ya da sınıfsal-doğal, genel-geçer bir karar almadılar. Talihsiz bir kaç karşılaşmadan kaynaklanan sürtüşmeler olmuş mudur? Büyük ihtimalle, yine de “domuz, domuzdur” diye düşündüler herhalde. Varsa eğer, kültürel bir sorun olmadığı için ayıların ve avcıların hoşuna gitmiştir bu göç dalgası.
AB’nin -Almanya da diyebilirsiniz- Erdoğan’la yaptığı kirli anlaşma sonucunda, ‘liberal köprüler’ nedeniyle yaşam alanları tahrip olmuş Ortadoğulu mültecileri kültürel-sınıfsal bir elemeden geçirip, ‘iyi’lerinden yaklaşık bir milyon ‘göçmeni’ kendi işgücüne katacak olması, tıpkı bir ‘Kutsal-Orman’ filmi gibi bize kapının, tam da sınıfsal ayrımda kapanacağını anlatmaktadır. Artanlar, zombiler ise ‘felsefe’nin kıyımından kurtulup, Kuyucu Erdoğan’ın ellerinde kurtuluşu bulacaklardır. Evet, tam da Zizek’in dediği gibi biz ‘inanılmaz evrelerden’ geçen sınıf savaşımımıza bakalım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.