Şiddeti görmeme, o tarafa bakmama refleksi insani bir durum olabilir. Gazetelerden yüz çevirme, fotoğraflara bakamama, televizyon haberlerine surat ekşitme doğal karşılanabilir. Hatta hiç kimse şiddet ve vahşet görüntülerini görmek istemeyebilir de. Özel bir ilginiz yoksa. Mesela savaş hayranı, faşist, saldırgan bir kişiliğiniz varsa bunlardan haz da duyabilirsiniz. Öyle insanlar da var. Ancak gazetecilerin şiddet içeriklerine […]
Şiddeti görmeme, o tarafa bakmama refleksi insani bir durum olabilir. Gazetelerden yüz çevirme, fotoğraflara bakamama, televizyon haberlerine surat ekşitme doğal karşılanabilir. Hatta hiç kimse şiddet ve vahşet görüntülerini görmek istemeyebilir de. Özel bir ilginiz yoksa. Mesela savaş hayranı, faşist, saldırgan bir kişiliğiniz varsa bunlardan haz da duyabilirsiniz. Öyle insanlar da var.
Ancak gazetecilerin şiddet içeriklerine bakışları ve bunları yansıtmaları oldukça değişken, pragmatik olabilir. Oluyor da. Bazı görüntülerin mutlaka verilmemesi gibi katı bir yorumda bulunmak istemiyorum. İç yaralayıcı, vicdanı dürten görüntülerin kullanılmasında zaruret bile gördüğümü söylemeliyim. Sırf insanların keyfi kaçmasın diye saçma bir otosansürden yana da değilim. Zira gazeteci kamuoyunu hoş tutmak için varlık göstermez. Bazılarının keyfini kaçırmak genelin de algısını açmak için haber yapar. Bu iş tümden böyle midir? Hayır. Ancak ekseriyette durum budur. Böyle de olmalıdır.
Aylan Kurdi fotoğrafının -mizansen veya değil tartışmasını bir kenara bırakarak- nasıl bir infial yarattığını hatırlayalım. DHA muhabiri Nilüfer Demir’in çeşitli açılardan çektiği o unutulmaz ve dayanılmaz dram fotoğrafının etkisi devam etmekte. Mülteciler konusunda ne kadar yol alındığı, dünyanın bu konuda kendini ne kadar sorguladığı çok tartışılsa da tümden olumsuz bir sonuç ortaya koyduğunu da iddia etmek mümkün değil sanırım. Gazeteci “aman kapa şunu insan dayanamıyor” denen içeriğe ulaşmakla ve yaymakla yükümlüdür. Tıpkı öldürülen 3 aylık bebek Miray İnce’nin görüntüsü gibi. Bu günleri yaşayan bütün insanların artık ömürlerinin sonuna kadar mutlak bir huzur ve mutluluğu hissedemeyeceğini belgeleyen bir görüntüdür Miray bebeğin fotoğrafı. Tıpkı Aylan Kurdi, tıpkı Halepçe’de annesinin koynunda ölen birkaç günlük bebek gibi ve Filistin’de göz göre göre kameraların önünde öldürülen küçük çocuk Muhammed gibi.
Vahşet ve katliamın görüntüleri belgelenmeli ve yayımlanmalı. Ancak Türkiye’de her konuda yapıldığı gibi üstünden mide bulandırıcı tartışmaların yapıldığı, manşetlerin süsü olarak kullanılan tarzda değil. Bunun en belirgin yozlaşması küçük bedenler üzerinden “düşman”ına saldırma malzemesi olarak kullanılmasıdır. Ne kadar uygun bir örnek olur bilemem ama Nobel ödülü üzerinden bile ırkçılığı yaşatan toplumsal bir “gelişmişliğe” doğru yol aldığımız için, ki bilim insanının dahi buna katkısını unutmamak lazım, en sığ beyinlerle minik bedenlerin malzeme edilmesi daha yaralıyıcı olabiliyor.
Herhangi bir sorun çözme yetisine de sahip olmadığı için Türkiye anaakım medyası, sadece daha fazla düşmanlaştırma kuklasına dönüşmüş durumda. Kullanılan görsellerin savaşın sonuçları hakkında kamuoyunu düşünmeye sevketmesi gazetecilik için bir amaç olması gerekirken sistemi yeniden olumlayarak üretip “e bakın ne yapıyorlar” gibi zihin açan yorumları doğurması da ayrı bir “getiri”.
Şiddeti görmeme veya göstermeme (medya çerçevelemesi) çok vicdanlı olduklarından değil. Millet bundan rahatsız olur kaygısı da değil, habercilik etiği de. Özgür akıldan yıllar önce uzaklaşmış, düzen gazeteciliğinin, bağlılığını daha fazla pekiştirme derdidir asıl sansür. Sözde “oradayız” denerek uyduruk muhabir haberleriyle çatışmanın ancak seslerinin duyulduğu sokaklardan görüntü alarak “habercilik” yapan beyinler gerçeği görünce kıvıramayacak olmanın tedirginliğindeler. “Orada bir hendek var uzakta” gevşekliği ile ölümün, tarihin, kentlerin nasıl yok olduğunu haberleştirme derdinde değil, ergen heyecanı taşıyan gazetecilik fetişini yaşamaktalar.
Gazetecilik bağlamında yaşanan bu sığ, faşist, nefret iklimi mevcut kopuşun da sebeplerinden aslında. Bir halkı seçerek sevme ve o minvalde tutum takınma devletin ana yöntemi olsa gerek. Diyarbakırlıyı “bizim Kutadgu Bilig’i bize tanıtan Ali Emiri’nin memleketi” olarak benimseme, “Ziya Gökalp’in kütüphanesini yaktılar” diye Turancı’nın diyarı olarak sevme çok şey anlatır bize herhalde. Ama Mehmed Uzun’un Ahmed Arif’in değildir mesela orası. Şimdi neyin nasıl cisimleştirildiği daha fazla önem kazandı sanırım. Gazze’den işgalci İsrail askerlerinin döverek öldürdüğü çocuğu metalaştıran Türk-İslam tabanlı medya, Aylan Kurdi’den Miray İnce’ye kadar nasıl bir haber dili kullanır dikkat etmek gerek. Televizyonların Aylan’ın soyadını söylerken istemli-istemsiz yutması, Miray bebeğin ölü bedenine de “bakmaya dayanamıyoruz” ikiyüzlülüğünü yaşamayı beraberinde getiriyor.
Arsız bir gazetecilik tarihine sahip olan Türkiye gün geldiğinde “o günün şartları doğrultusunda böyle haberler yapmış olabiliriz” aymazlığı ile özür de dileyebilir. Bunu yapacak kadar omurgasız olduklarını emsalleriyle gördük. “Şerefsiz Ahmet” manşetlerini atanların özür sırasına girmelerini, “Kırovat” manşetinden sonra Diyarbakır Türkiye’nin canıdır kepazeliklerine kadar sayısız örneğimiz var. On yıl sonra benzer şeyleri yaşayacağımızdan adım gibi eminim. Ama bu günler unutulmayacak. Hem gazeteciliğe yaptıkları “katkılar” hem de insanlığı unutan ikiyüzlü vicdansız gazeteciler… hiçbiri hafızalardan silinmeyecek.