Prof. Dr. Gazi Çağlar, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Nobel ödülü olmasından sonra TSK, Ülkü Ocakları ve Kaçak Saray’ı ziyaret etmesini eleştirdiği için Tayyip Erdoğan tarafından hedef gösterilmişti
Prof. Dr. Gazi Çağlar, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Nobel ödülü almasından sonra TSK, Ülkü Ocakları ve Kaçak Saray’ı ziyaret etmesini eleştirdiği için Tayyip Erdoğan tarafından hedef gösterilmişti. Konuyla ilgili Gazi Çağlar’ın açıklamasını yayımlıyoruz
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türkiye gezisinde Ülkü Ocakları, TSK ve Kaçak Saray’ı ziyaretini eleştirdiği bir twit atan ve bu nedenle Erdoğan’ın Konya’da yaptığı bir konuşmasına hedef olan Prof. Dr. Gazi Çağlar şunları dile getirdi:
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türkiye gezisinde Ülkü Ocakları, TSK ve saray ziyaretini eleştirdiğim bir tweet nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Konya konuşmasında “Bir profesör Aziz Sancar Hoca’ya kendi gibi düşünmüyor diye hakaret ediyor” diye işaret edildikten sonra sosyal medyada, Sabah, Yeni Akit vb. gibi yandaş medyada ve televizyonlarında “haddini bilmez profösör” tabiriyle ağır saldırılara, küfür ve tehditlere maruz kaldım. “Vatan hainliği”, “Türkiye düşmanlığı”, “Ermeni döllüğü”, “terrorist destekçiliği” vb. bildik tüm saldırı klişelerini içeren kara bir linç kampanyasına tabii tutmaya kalkıştılar.
Süreci değerlendiren Prof. Dr. Gazi Çağlar, Prof. Dr. Aziz Çağlar’ın Nobel Ödülü almasını şöyle değerlendirdi:
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın ödül alması Avrupa’da yaşayan bir bilim insanı olarak beni sevindirmişti. Türkiye’de çeşitli siyasi çevreler etnik kökenini tartışırken ve kendilerine pay çıkarmaya çalışırken ben Twitter’de hem nobel ödülünden dolayı kutlamış hem de bu tür tartışmaların siyasal fayda sağlama çabasından ileri gidemeyeceğini vurgulamıştım. Daha çok Aziz Sancar ve birlikte ödül alan iki bilim insanının bilimsel araştırmaları üzerinde durmuş ve alanım olmamasına rağmen açıklamaya çalışmıştım.
Bir tweetimde aynen şöyle demişim: “Aziz Sancar Nobel Ödülü’nü Türk, Kürt, Arap vs. olduğu için değil, ABD de daha iyi bilimsel çalışmayla başarılı araştırmasından dolayı almıştır.” Yine 12 Eylül’ün baskıları ve bu nedenle ülkesini terk etmek zorunda kalmış olan bilim insanları, sanatçılar ve aydınlar üzerinde durmuş, bu müthiş beyin göçünü sağlayan koşulların Türkiye’de ağırlaştırılarak devam ettirilmesini, üniversitelerin YÖK vb. kurumlarla özerkliğinin ortadan kaldırılmasını, AKP rejimi altında büyük ölçüde teslim alındıklarını eleştirmiştim. Özetle Aziz Sancar’ın kendi bilim dalında nobel almasına sevinmiş ve Türkiye’de bilim için özgürlüğün önemine işaret etmiştim.
‘Sevinip gurur duyanların tamamına, özgürlük ve eşitlik mücadelelerine omuz vermelerini öneririm’
Türkiye’deki halkın ve Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin Aziz Sancar’ın ödülünü sevinçle karşılamasını, gurur duymasını dair ise Prof. Dr. Gazi Çağlar’ın değerlendirmesi şöyle:
Her ne kadar Aziz Sancar’ın ödülünün ABD üniversitelerinin araştırma özgürlüğü ve olanaklarının bir ürünü olduğunu bilsem de, Türkiye kökenli bir bilim insanının ilk kez bilim dalında Nobel ödülü almasının ülkede ve yurtdışında sevinçle ve gururla karşılanmasını doğal buluyorum. Bu sevinç ve gurura yönelik her hangi bir eleştiri de bulunmadım. Ancak sorunuzla birlikte konu açılmışken gerçek sevinme ve gururun, bilimin Türkiye’deki koşullarını, üniversitelerin çölleştirilmesini, rejimin akademik özgürlükleri ve öğrenci hak ve özgürlüklerini budayan siyasetini, düşünce özgürlüğüne yönelik baskıları eleştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu eleştiriyi içermeyen bir sevinç ve gurur, kuru milliyetçi sahiplenmeden ibarettir. Çoğu emekçi olduğu için Avrupa’ya göç etmek zorunda bırakılmış insanların her gün aşağılandıkları koşullarda “gurur” duyacak gelişmeler aramasını, bilimin çölleştirildiği, Türkiye’nin onurunun dünya çapında sıfırlandığı AKP Türkiye’sinde insanların sarılacak bir kazanıma ihtiyaç duymalarını anlayışla karşılıyorum. Ancak Aziz Sancar’ın ödülüne gerçek sevinmenin, Türkiye’de bilimin özgürlüğünü, üniversitelerin özerkliğini, bilimsel araştırmalara kaynak ayrılmasını, polisin üniversitelerden çekilmesini vs. istemesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. “Gurur”, emekle elde edilen bir başarıya işaret ettiğinde anlamlıdır. Aziz Sancar bu başarıyı Amerikan üniversitelerinin sunduğu koşullarda emeğiyle elde etmiştir. En çok ABD’nin ve kendisinin gurur duyması anlaşılır. Bizim gurur duymamız ise ancak özgür bilimsel koşulları sağladığımız ölçüde anlam kazanır. Özgür bilimsel koşullar ise özgür toplumsal ve siyasal koşullardan ayrılamaz. Sevinip gurur duyanların tamamına, özgürlük ve eşitlik mücadelelerine omuz vermelerini öneririm.
Gazi Çağlar, Aziz Sancar’ın Türkiye gezisini neden eleştirdiğini ise şöyle açıkladı:
Türkiye AKP rejimi altında çok kritik bir dönemden geçiyor. Dışarıda MİT tırlarıyla, mali ve altyapısal olanaklarla sağlanan islamcı cihad destekçiliği tüm komşularımızla düşmanlaşmamızı beraberinde getirdi. AKP rejiminin derinlikli-yeni osmanlıcı dış politikası salt basit bir iflasla sonuçlanmadı, komşu halkların bedenlerinde ve kolektif hafızalarında on yıllarca sürecek yaraların açılmasına yol açtı. “Güvenliğimiz sınır ötesinde başlıyor” anlayışı, dünya çapında Türkiye’yi islamcı terör ihraç eden ve besleyen bir ülke olarak ağır prestij kaybına uğrattı. Telafisinin kısa sürede mümkün olmayacağını düşünüyorum. Mezhepçi faşist söylem ve yayılmacı siyaset sonucu Rusya’dan İran’a, Irak’dan Suriye’ye, Yunanistan’dan Mısır’a vs. dost ülke bırakılmamıştır. Ne komşu halklar akan kanlarının, tahrip olan yaşam koşullarının, yerle bir edilen şehirlerinin sorumlularını unutacaklar, ne de Türkiye kısa vadede uluslararası kamuoyunda insanlığın onurlu bir üyesi olarak anılacaktır. Uluslararası siyasette demiyorum: Çıkarlar kısmen mülteci sorununda gözlediğimiz gibi Erdoğan’la çifte standartlı birlikte çalışmayı getirebilir ve getiriyor. Emperyalist-kapitalist dünyanın ana merkezlerinden ilkeli etik ve insani prensipler bekleyemeyeceğimiz açık. Dün Kenan Evren rejimini besleyip desteklediler, halen özür dilemediler, bugün de kısmi eleştirilere rağmen Türkiye halklarının çıkarlarına aykırı olarak saray rejimiyle çalışabilirler, nitekim çalışıyorlar. Saray rejimi ise tüm kuru, içi boş “ey batı” nutuklarına rağmen zaten Türkiye’yi tarihinde hiç görülmedik oranda emperyalist-kapitalist zincirin askeri-politik-ekonomik üssü haline getirmiştir. AKP Türkiye’si komşu halklara karşı fiili bir savaşın içindedir ve kesinlikle uluslararası hukukda da bu savaşın saldırgan haksız tarafıdır.
Yine Aziz Sancar’ın Türkiye gezisi AKP rejiminin içeride görülmemiş baskılara yöneldiği bir döneme denk geldi. 7 Haziran seçimlerini kaybeden AKP ve saray rejimi, ülkeye iç savaş ve kendi deyimleriyle “kaos” dayattı, adeta “başkanlığı vermezseniz tüm muhalefeti yerle bir ederim” havasında başta HDP ve sol muhalefet olmak üzere CHP’sinden Hürriyet’ine vs. kadar gözdağı ve terör kampanyası geliştirildi, gazetecilere saldırılarla birlikte basın özgürlüğü yok denecek aşamaya getirildi, üniversitelere saldırılar düzenlendi, mafya babalarının “oluk oluk kan akacak” tehditleri, Osmanlı Ocakları’nın saldırıları Suruç’da, Ankara’da, Diyarbakır’da büyük katliamlarla insani bataklık zirvesine ulaştı. Kürt halkına ise tanklı-toplu bir özel savaş dayatıldı. Dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş uygulamalar ve sahneler yaşatıldı, yaşatılıyor. Cenazeler sürüklendi, şehirler ablukaya alındı. Bu dünyanın hiç bir yerinde ve uluslararası hukukda da meşru değildir. İnsanlığa karşı suçtur. Bir arada ortak barışçıl yaşamın temellerini telafi edilemez bir şekilde yok etmektedir. Bu koşullarda yapılan seçimler ise ne eşitti ne de özgür. Demokratik hiç değil. Dolayısıyla elde edilen oy oranı da devlet-parti bütünleşmesini büyük ölçüde tamamlayan bu islamcı totaliter tandansı meşrulaştırmaya yetmez. Nitekim bir rejimin meşruiyeti salt sandıkdaki oy oranıyla ölçülemez, insan hak ve özgürlükleri, bağımsız yargı, demokratik kontrol mekanizmaları, muhalefetin kurumsal korunması, sokakta muhalefeti de içeren düşünce özgürlüğüyle, herkesin yaşam hakkının korunmasıyla ölçülür. Bütün bunların iki dudak arasına sıkıştığı, yolsuzluklarını binlerce polisi, savcıyı, hakimi sürerek ve yargılayarak örten gayri-meşru, mezhepçi faşist bir rejimle karşı karşıyayız. Can Dündar ve Erdem Gül ve onlarca gazeteci tutuklanmıştı.
Tutuklanmıştı ki Aziz Sancar Türkiye’ye geldi. İlk önce Ülkü Ocakları’nı ziyaret etti, TSK ziyaretinde ödülünü Anıtkabir’de sergilemek üzere orduya teslim etti ve ülkenin yarısından fazlasının eleştirdiği saray rejimine ziyaretle gezisini kendine göre taçlandırdı. Bu saygı duyduğum bilimsel araştırmasından ve emeğinden bağımsız tüm toplumu ilgilendiren bir konuydu: Çünkü Nobel ödülü, saray rejiminin 7 Haziran’dan bu yana dayattığı, kısmen AKP-milliyetçi oylar bütünleşmesini sağlayan savaş ve baskı politikalarının kutsanmasına alet edildi. Nobel ödülünün yarattığı prestij, saray rejimi ve destekçileri tarafından meşruiyet aracı haline getirildi. Ve gördük ki Aziz Sancar da ödülünü iktidarın araçsallaştırmasına ve şovuna gönüllü bir şekilde sundu.
İşte bir bilim insanı olarak beni rahatsız eden bu durumdu. Sosyal medyada ve yandaş basında iddia edildiği gibi ne Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü kıskandım ne de bilimsel çalışmasıyla ilgili övmeyen tek bir açıklamada bulundum. Ancak Nobel ödülünü AKP diktatörlüğünün ve ırkçı-milliyetçi söylemlerin şemsiyesi haline getirmesine tepki duydum ve bu her bilim insanının toplumsal görevidir. Bu nedenle şu tweetleri yazdım:
“Aziz Sancar’ın Ülkü ocaklarından TSK’ya ve saraya uzanan gezisi, bilim tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır.” “Nobel ödülünü Aziz Sancar’la Paul Modrich ve Tomas Lindahl aldı. Modrich Mexika’lı, Meksika ordusuna sunmadı, Lindahl İsveç’li, eğilmedi.” “Aziz Sancar’a yakışan şu olurdu: Demokrasi ve barışa vurgu, Kürt sorununda siyasi çözüm vurgusu, TC üniversitelerinin özgürleşmesine vurgu!”
Bu satırların bilim içi eleştiri olduğunu, hiç bir şekilde Aziz Sancar’ın bilimsel kişiliğine ve ödülüne hakaret içermediğini, Türkiye gezisine ve ödülün rejimin ve ülkücülerin kutsanması için kullanılmasına yönelik üsluplu bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Eleştiri özgürlüğümün ise bilimsel ahlakım dışında kimse tarafından elimden alınamayacağını eklemek isterim.
‘Bilim de insanlığın ezici çoğunluğu gibi iktidar ve kar zincirinden kurtuluşu beklemektedir’
Aydınlar ve bilim insanlarının sağcı, mıuhafazakar ve milliyetçi tutumlarını da değerlendiren Çağlar konuyu şöyle yorumladı:
Önce aydınlar kavramı ile bilim insanlarını ayırt etmek gerekir. Sağcı-muhafazakar-milliyetçilerin “aydın” olabileceğini düşünmüyorum. Modern sağın tüm çeşitleri başlangıç olarak aydınlanmaya karşı düşüncelere dayanır. Özünde özgürlük ve eşitliğe karşı çıkan, toplumsal-siyasi hiyerarşileri kutsayan, insanlığın birlik temelleri yerine etnik, ırkçı, dini, cinsel vs. sebeplerle farklılıklarına vurgu yapan düşünce akımlarının ne tarihsel anlamda “aydınlık”la ne de günümüzde “aydın” olmakla herhangi bir ilişkisi olabileceğini sanmıyorum. Tabii negatif ilişkinin dışında, yani olumsuzlama, aydınlığa karşı çıkma dışında.
Bilim insanları ise ne yazık ki sağcı, muhafazakar, milliyetçi de olabiliyor, hatta Hitler faşizmi döneminden bildiğimiz gibi faşizmin tapınan kulları da olup, Ausschwitz gibi toplama kamplarında Dr. Mengele gibi insanlık canavarı bile olabiliyorlar. Tüm eleştirel bilim insanlarının kovulduğu veya öldürüldüğü faşist Almanya’da bu hizmetçi bilim insanları olmasaydı, Hitler faşizmi daha az dayanacaktı. Bu salt bir iddia değil, yaşanmış acı tecrübedir.
Bilim insanları arasında sağcı, milliyetçi, muhafazakar, faşist vb.nin olmasının, bilimin kapitalist toplumlarda işlevselleştirilmesi, araçsallaştırılması ve desteklenip kariyer yolları açılmasıyla ilgili boyutları var. Sonuçta egemen bilim egemen düzenin yeniden üretilmesinin salt bir üretici gücü değil, aynı zamanda aynası ve meşruiyet sağlama mekanizması. Derin bir konu. Şu kadarı röpörtaj çerçevesinde söylenebilir ki, Nazi dönemi sonrası Almanya’da olduğu gibi AKP Türkiye’sinde de bilim insanlarının, bilimin, bilim kurumları olan üniversitelerin işlevleriyle ilgili kapsamlı bir toplumsal tartışmaya ihtiyaç var. Ve bu tartışma medrese özleyen iktidar koşullarında yakıcıdır.
Elbette bilim insanın sağcısı-milliyetçisi olabilir, ancak benim bilim anlayışım insanlık tarihinde bilimin toplumsal işlevlerini bilen, otoriter-faşist rejimlere hizmetiyle insani yıkımlara ve barbarlığa katkısını untmayan eleştirel bir bilimdir, yani önce kendisine karşı eleştirel, toplumsal işlevine, iktidara ve baskı üreten tüm toplumsal ilişki ve ideolojilere karşı bir bilim. Gerçek bilimin de bu şekilde insanlığa hizmet eden, barıştan yana, özel çıkarlara biat etmeyen, evrenselliği karakterinde olan eleştirel bilim olduğunu düşünüyorum. Bilim ya eleştireldir ya da basit bir iktidar ve kar teknolojisidir. İnsanlık için onurlusu ve faydalısı birincisidir. Bilim de insanlığın ezici çoğunluğu gibi iktidar ve kar zincirinden kurtuluşu beklemektedir.
Celal Şengör’ün “insanlara dışkı yedirmek işkence değil” açıklaması hakkında da düşüncelerini söyleyen Çağlar;
“Ne düşünebilirim ki bu barbarlık karşısında… Önce insan olarak utanıyor ve ürperiyorum. İnsan, işkenceye karşı çeşitli nedenlerle ses çıkarma cesaretinden yoksun olsa bile işkenceyi savunamaz, hangi türü olursa olsun her çeşit işkence onursuz insanların insanlara yapabileceği en büyük alçaklıktır. Uzun süredir iktidar tekniği olarak uygulanmaktadır, ülkemizde köklüdür, ABD Irak dahil her yere ihraç etmiştir. Aşağılık hedeflere hizmet eden barbarlık kalıntısıdır işkence. İşkenceyi kutsayan bilim insanı dünyanın en önemli buluşlarına imza atsa da kanımca bilime de düşmandır. Bir bilim insanı olarak da sıradan bir insan olarak da işkenceyi ve kutsayanları, destekleyenleri, basit bir açıklama olarak küçümseyenleri, meşrulaştıranları kınıyorum. İnsanlık suçunun her hangi bir mazareti olamaz. Onlar da bilimsel tarihlerine kara leke yazmakla meşguller. İnsanın insan tarafından aşağılandığı, sömürüldüğü, baskı altına alındığı, zulme uğratıldığı tüm koşullara ve bu koşulları kutsayan şahıslara karşıyım, isterse en büyük bilimsel buluşun sahibi olsunlar: İnsanlık anlayışımın da bilimsel çalışmamın da düsturu budur.” dedi.
Son olarak Tayyip Erdoğan’ın Prof. Dr. Gazi Çağlar’ın Prof. Dr. Aziz Sancar hakkında attığı twiti hedef göstermesini değerlendiren Çağlar şunları dile getirdi:
Bir siyaset bilimci olarak ne biz eleştirel bilimcilerin tanımlarına göre ne de egemen demokrasi teorileri okullarına göre Türkiye’de demokrasiden bahsedilemeyeceğini düşünüyorum. Yargının, yasamanın, yürütmenin tek elde ve agızda toplandığı, ideolojik temellerini mezhepçi-milliyetçi ayrılıkçılığa dayandıran, lidere tapan islamcı-faşist kitle örgütleri yaratan, basını tek-sesleştiren, açık baskı ve kirli savaş yönetmleriyle zırhlanan otokratik bir rejimle karşı karşıyayız. Bu rejim toplumu bölüp parçalamaktan nemalanan bir enstrümandır. Bu tartışmasız Türkiye gerçeği. Herhangi bir işlevselliği olmayan bir meclisin varlığı ve seçimlerin yapılması, demokrasi göstergesi değildir. Şu anki işlevleri büyük ölçüde bu otokratik rejimin meşrulaştırılmasına hizmet eden organlardır bunlar.
Gelelim bir cumhurbaşkanının bir başka profösörün siyasal tutumunu eleştiren bir profösörü hedef göstermesine: Ne yazık ki bana yönelik olan yeni değil. Sanatçıyı, gazeteciyi, düşünürü, muhalif siyasetçiyi, halkın muhalif kurumlarını isim vererek hedef tahtası yapan, onların sosyal medyada ve basında sanal, gerçek hayatta cismen linç edilmelerine davetiye çıkaran dengesiz bir iktidar şefiyle karşı karşıyayız. Başbakan Davutoğlu’nun yazılarında açıkça ifade ettiği gibi Almanya’da faşizmi meşrulaştıran muhafazakar-faşizan “bilim insanlarından” öğrenmiş, Nazi “Lebensraum” konseptinin yanısıra Carl Schmitt’in düşmanlaştırma üzerine kurulu faşist politika anlayışını da özümsemiş, tüm bunları sünni-mezhepçi şiddet ve egemenlik diliyle ve kindarlık üslubuyla yoğurmuş bir ekip iktidarda. Elbette demokrasilerde bir CB’nin böyle bir açıklamada bulunması, bilimi, kültürü, muhalefeti hedef göstermesi söz konusu olamaz. Türkiye tarihi için de utanç vericidir. Ne oturduğu makama yakışmaktadır ne de asgari medeniyet kurallarına. Hedefin salt ben olduğumu da düşünmüyorum. Tüm akademisyenlere, üniversitelere verilen disipline edici bir mesajdır: “Ya biat edeceksiniz ya susacaksınız”! Bilim açısından ortaçağ koşullarını anımsatmaktadır. Korku imparatorluklarında bilim yetişmez.
Cumhurbaşkanının “haddini bilmez profösör” karalaması –anladığım kadarıyla – Konya’da Mevlana anmalarında geçmiştir. Mevlana’nın yüzlerce yıl öncesi ifadelendirdiği kısmi hoşgörü kültüründen bile yoksun bir toplumla karşı karşıyayız bugün. Sadece siyasi ve demokratik değerler açısından insanlıktan uzaklaşmıyoruz, siyaset öncesi ölçüleri olan tüm medenileşme değerleri hızla çürüyen, yukarıdan aşağı yok edilen, barbarlaşma tandansları bir çok alanda güçlenen, en ufak eleştiriye ve insani tepkiye tahammül etmeyen, iktidar tarafından yukarıdan aşağı barbarlaştırılan, islamcılığı geliştirildikçe ahlaktan kopan bir toplumla karşı karşıyayız. Yanıbaşımızda Suriye’de yaşanan insanlık vahşeti ortadayken uzun tarihsel süreçlerin içselleştirilmeleri olan saldırganlık bariyerlerini iktidar işaretiyle kaldırmak, küfür, tehdit, linç ve imha kültürsüzlüklerine prim vermek, Türkiye tarihinin utançla anılacak sayfaları olacak. Sosyal medyada küfür ve tehditten başka bir şey yazmayan yüzlerce “Türk” intikamcısının rumuzunda açıkça gamalı haç bulunuyor. Aziz Sancar’ı eleştirdiğimiz için sözde “vatan hainliğimize” kin kusuyorlar, gerçekte ise Hitler faşizmine öykünüp düşmanlaştırdıkları tüm kesimleri kelimenin tam anlamıyla imha etmek isteyen bir zihniyet taşıyorlar. CB’nin düşmanlaştırma seansları, toplumun bu barbar potansiyellerini mobilize ve saldırgan gruplarda konsolide ediyor. Bu nedenle kınamakla yetiniyor, teslim olmayacağımızı, insanlığa sahip çıkmaya devam edeceğimizi bir kez daha ilan ediyorum.
Bir örnek vereyim: İki gün önce Salzburg Üniversitesi etoloji alanında dünyaca ünlü ve de Nobel ödüllü Prof. Dr. Konrad Lorenz’in doktorasını iptal etti. Hem de ölümünden çok sonra. Sebebi şu: Nazi partisine yazdığı üyelik dilekçesinde “ben bir Almancı düşünür ve doğa bilimcisi olarak elbette her zaman nasyonalsosyalisttim“ diye yazmış. Üniversite doğru ve gurur duyulacak bir karar aldı, darısı daha binlercesinin başına. Ancak ne Avusturya CB’si, ne başbakanı, ne Alman CB’si, ne başbakanı tek kelimeyle üniversite kurulunun kararını eleştirmediler. Profösörleri hedef göstermediler. Türkiye karanlığa gömülmeye devam edilemez.
Diyojen’in Büyük İskender’e söylediği aktarılan cümle aklıma geliyor: “Güneşime gölge etme başka ihsan istemem.” Felsefenin ve bilimin kaynağı olan bölgelerden birisi olan Anadolu, bu rejimi ve kindar-dindar ekibi hak etmiyor. Türkiye insanlığın onurlu bir üyesi olmaya layıktır ve eşit-özgür Türkiye’yi inşaa edecek potansiyel de vardır. Bu mücadelelerle dayanışma içerisinde olmanın dışında bir insani-bilimsel yol olduğunu sanmıyorum.
Gazi Çağlar kim?
Gazi Çağlar, 12 Eylül askeri darbesinden bu yana Almanya’da yaşayan, 1980’li ve 1990’lı yılları Kenan Evren darbesinin baskı ve işkencelerine karşı insan hakları ve demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesinde geçiren, sosyal hizmet, siyasal bilimler, tarih ve din bilimleri okumuş, doktorasını uluslararası politika alanında Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de devlet ve sivil toplum üzerine yapmış bir profösördür. Samuel Huntington’in “Medeniyetler Çatışması” kitabının en kapsamlı eleştirisini içeren Belge Yayınları’nın çıkardığı “Uygarlıklar Arası Savaş Miti – Dünyanın Geri Kalan Bölümüne Karşı Batı” gibi çok sayıda Almanca ve Türkçe kitabın ve makalenin yazarıdır. Ayrıca Türkçe’de “12 Eylül Yargılanıyor – Askeri Rejime Karşı Uluslararası Mahkeme” adlı halen örnek alınabilecek bir derlemesi de bulunmaktadır. 4 yıl dekanlık görevinde de bulunan Gazi Çağlar, Sendika.Org yazarlarımızdandır. Bir süre de Birgün Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmıştır. Kapitalizm ve emperyalizm, ırkçılık, göç, uluslararası ilişkiler, sosyal hareketler tarihi ve faşizm araştırmalarına devam etmektedir.
Sendika.Org