Diyarbakır… Hangi sokağına adım atsam biri canlanır gözümde. Nereye baksam bir insan, bir aydın, bir düşünür… Her sokağında bir acı vardır senin, bir Diyarbakır sevdalısı, bir barış insanı. Bilir o insanlar seni sevmek insanda yara bırakır. Ama seni sevmek barışı sevmek, insanları bir arada tutmaktır aslında. Sokakların dardır senin, taşlı ve bir o kadar hazin. […]
Diyarbakır…
Hangi sokağına adım atsam biri canlanır gözümde. Nereye baksam bir insan, bir aydın, bir düşünür… Her sokağında bir acı vardır senin, bir Diyarbakır sevdalısı, bir barış insanı. Bilir o insanlar seni sevmek insanda yara bırakır. Ama seni sevmek barışı sevmek, insanları bir arada tutmaktır aslında.
Sokakların dardır senin, taşlı ve bir o kadar hazin. Bir sokağında Ahmed Arif birinde Cahit Sıtkı durur. Hep mahzundur senin sakinlerin, hep tedirgin. Ama cesurdur da. Barışı savunacak kadar cesurdur. Elini uzatacak kadar. Hatta ölecek kadar cesurdur. Hep barış için. Bir umut için. Bir dil, bir kültür, bir yaşam için…
Diyarbakır’da nereye baksam bir büyük insan yatar. Seyrantepe’ye düşer yolum. Hani bir tarafı Elazığ’a, bir tarafı Bingöl’e bakan. Biri yatar orada. Bir amca. Ape Musa der Diyarbakır ona. 72 yaşında, Seyrantepe’de, bir eylül günü kafasından, kalbinden vururlar onu. Seyrantepenin ortasına düşer 72 yaşında bir amca.
Güleç yüzlü, nüktedandır Ape Musa. “Eğer benim Anadilim senin devletinin temellerini sarsıyorsa, demek ki devletini benim arsama yapmışsın” diyecek kadar nüktedan.
Musa Anter, Mardin doğumludur ama Diyarbakır aşığıdır. Çok zaman geçirmiştir Diyarbakır’da. Diyarbakır’dan barışı tüm anadoluya yaymak isteyecek kadar da geniş yüreklidir. “Fırat’ın Suyu Marmara’ya Akar” diye yazar derdini. Ama yasak meyveden o da yemiştir. Yani barış dediği için vurulmuştur.
Bir başka tarafa düşer yolum Diyarbakır’da. Mardin’e varmak için istasyon caddesine ulaşırım. Sağımda hayaletini görürüm bir beyaz toros’un. Hani 5 Temmuz 1991’de istasyon caddesindeki evinden alıp Vedat Aydın’ı götüren, kaleşnikofla tarayıp kimsesizler mezarlığına gömen beyaz toros. O beyaz toros Aydın’ın evinin önünde 2 ay bekler ölümünden sonra. Ailesine hayatı zehir etmek için.
Vedat Aydın insan hakları savunucusu, işçi hakları savunucusu. Aydın aynı zamanda soyadı gibi. DSİ genel kurulunda kendi dilinde konuşmaya başladığı andan itibaren yasak meyvenin o da tadına bakmış olacak ki kalemi kırılır o salonda. Hemen alınıp götürülür. Ardından “X” dilinde konuşmuş bir insana ne yapılması gerekiyorsa o yapılır. Tıpkı Ape Musa’ya olduğu gibi. Sonrasında Leyla Zana’ya. Henüz 4.5 ay once öldürülen bir Kürt aydınının ne yapmak istediğini anlatmak, mücadeleyi sürdürmek adına mecliste Kürtçe konuşup ve benzer bir lince maruz kalır Zana.
Diyarbakır’da bir meydan. Eski adı ‘Dalokay Meydanı’ olan bu meydan, orada işlenen büyük bir günahın üstünü örtmek amacıyla böyle isimlendirilmişti sanki. O meydanda hiçbir şey olmamış gibi. Bir mimarın, Ankara belediye başkanının adı verilmişti; Vedat Dalokay. Kimse sormasın burada ne olduğunu diye. Sorunca da ünlü bir Türk mimar yanıtını alsınlar diye verilmiş bir meydan ismi. Geçtiğimiz yıl meydan hak ettiği ismi aldı da Şeyh Said Meydanı olarak onurlandırıldı. O geniş meydanda, bütün Diyarbakır’ın aktığı o meydanda, ki yüzü Dicle’ye sırtı surlara dayanır o meydanın, Şeyh Said idam edilmiştir. “Tabii hayat sona erdi. Kendimi miletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim. İleride torunlarımızın bizden dolayı düşman önünde utanç duymamaları bizim için yeterlidir” diyerek bu hayata idam kürsüsünde veda eden Şeyh Said.
Diyarbakır’ın ilçelerinde “Kürt İstiklal Cemiyeti” adı altında çalışmalarla Kürt liderleri bir araya getirip var olma mücadelesine başlamıştır Şeyh Said. Şimdiki zamana gönderme yapar gibi aslında hem müslümanlığını yaşamış hem de kimliğini korumaya çalışmıştır. Kendi dönemine de mevcut döneme de mesajını ulaştırmıştır. Şeyh Said Kürt hareketinin temel taşlarından biri olmuştur ve devlet refleksinin 90 yıl önce de Kürtlere karşı tavrını ortaya koymuştur. Bugünlere bakınca bazı şeylerin değişmediğini rahatlıkla görebiliriz. Kürt, devlet için inancına da bakılmadan “aradan çıkarılması” gereken bir varlıktır.
Ve… Sur…
Sur mahallesi Diyarbakır’da direnişin, yoksulluğun, kimsesizliğin temsili olarak hala yaşamaya devam ediyor. Sur’dan aşağı inince Dicle’nin akışını izliyor Diyarbakırlılar. Yazın kavurucu sıcağında bile sokalarının serinliğinde oynuyor çocuklar. Ama Sur artık ülkenin adını hep duyduğu bir mahalleden öte, hemen her gün orayı arşınlamış gençlerinin cenazelerini çıkarıyor içinden. Bir taraftan yoksulluğuna ağlıyor bir taraftan yok sayılmasına, giden canlarına. Şimdilerde ise yasaklı Şeyh Said meydanına bile gidemiyor artık Sur’un insanları.
Şeyh Said’in asıldığı bu meydandan Sur’un içine doğru yürümeye başlıyoruz. Sağımda iki bin yıllık yapı Ulu Cami duruyor. Biraz daha ilerliyorum ve solda bir sokakta yaralı ayaklarının üzerinde duran, direnen bir minare. Dört ayaklı minare. İslamiyetten eski bir yapı. Diyarbakır’ın ilk eserlerinden. Ama ayaklarında kurşun izleri var. Binlerce yıldır Diyarbakırlıların gözbebekleri gibi baktıkları minare yaralı. Biraz daha aşağı bakınca kurumuş kan görüyorum. “Ayaklarımdan vuruldum” diyen Tahir Elçi’nin kanı. Barış hemen olsun diyen Elçi’nin. Barış “elçi”sinin kanı. Ömrünü insan haklarına adamış Cizreli Tahir Elçi, Roboski’den faili meçhullere, toplu mezarlardan işkence mağdurlarına kadar her alanda insan hakkını savunmuş bir hukukçu. Onu da alıyorlar, faili meçhulün dehlizinde yok ediyorlar. Ama Diyarbakır onu da saklıyor tıpkı diğerlerini sakladığı gibi.
Diyarbakır’ın tarihi üzerine yeni bir tarih daha yazılıyor sanki. Kirli bir tarih. Sokaklarında gezdiğimiz Diyarbakır’ın tarihini anlatırken her mekanda bir canın gittiğini anlatamadan geçemiyoruz artık. Her sokağın yaralı olduğunu, her insanın umudunu yitirmek üzere olduğunu anlatamadan edemiyoruz.
Diyarbakır’da yaşayanlar bile Diyarbakır’a hasret yaşıyor. Onu sevenler göremiyor, üstüne titreyenler derin bir of çekerek gidiyor aramızdan. Tıpkı Ahmet Kaya gibi. Memleket hasretiyle yanıp 43 yaşında gidiyor. Birçok türkü yazıyor Diyarbakır’a. Tahir Elçi gibi barışı Diyarbakır’a yakıştıran bir adam 49 yaşında gidiyor mesela. Vedat Aydın gibi Diyarbakır’da derinden bir hevesle Kürtçe konuşamadan 38 yaşında gidiyor. Musa Anter ve Şeyh Said’lerin mirasını sahiplenenler daha yaşayacak çok şey varken katlediliyorlar.
Diyarbakır her taşında kara bahtını saklar. Surları da dik durur ama mahzundur, kara kara bakar Dicle’ye. Bilir sanki içinde yitip gidenlerin nasıl kıymetli olduğunu. Diyarbakır sevilir ama insanın içinde yara bırakır işte.
Kürtlerin kendilerini kabul ettirme, “varız” deme mücadelelerinde eşikler hep ölümle aşıldı. Eğer şimdi Kürtçe, özgürlük mücadelesinde önemli bir aşama kaydettiyse bu, Musa Anter’in, Vedat Aydın’ın ve Leyla Zana’nın attıkları adımların sonucudur. Bunu burada söylemek gerekirdi zira kazanılan hiçbir hak lütuf değil mücadelenin meyvesidir. Bunu en iyi Diyarbakır sokakları bilir. Çünkü o dar sokaklar içlerinde aydınlarını saklar ve kanları hala oradadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.