İmaj hemen her zaman ağız dolusu laf kalabalığından daha tesirlidir. Bir tehlikenin veya bir riskin ihtimali ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ne kadar yazılırsa yazılsın, o şey vuku bulduğu zaman, hele ki görüntülerini de peşinden sürüklüyorsa, “kıymet”e biner. İllâ ki bazı şeylerin yaşanması, daha da önemlisi gözbebeklerimizden geçip beynimize işlenmesi gereklidir sanki. Yaşadıklarımızın görüntüleri gözümüze yerleştirilen […]
İmaj hemen her zaman ağız dolusu laf kalabalığından daha tesirlidir. Bir tehlikenin veya bir riskin ihtimali ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ne kadar yazılırsa yazılsın, o şey vuku bulduğu zaman, hele ki görüntülerini de peşinden sürüklüyorsa, “kıymet”e biner. İllâ ki bazı şeylerin yaşanması, daha da önemlisi gözbebeklerimizden geçip beynimize işlenmesi gereklidir sanki. Yaşadıklarımızın görüntüleri gözümüze yerleştirilen bir toplu iğne misali göz kırptıkça canımızı yakar haldedir artık. Kimileri açısından durum farklıdır. Acıyı hissetmemek için göz kapaklarını açık tutmaya çalıştıklarından mı nedir, göz pınarları da kurumuştur. Belki, gayrı-ihtiyari akacak bir damla bile akamaz olmuştur.
Ne var ki, bazı hanelerde acı evin her duvarına, her odasına sinmiştir. Gezi’de pusuya düşürülen Ali’nin, Abdocan’ın, Medeni’nin, Ethem’in, Mehmet’in, Berkin’in, Ahmet’in… Uğur’un, Ceylan’ın, Nihat’ın… derin dondurucuda saklanan bedenlerin, annelerin, doğmamış bebeklerin hanelerinde gözyaşları hiddete akar olmuş, Acheron’un sularını besler haldedir. Acının nehri Acheron’a akan son damlalar, bu sefer, Dilek Doğan’ın bedeninden, annesinin, ağabeyinin gözlerinden akmıştır.
Devlet ve rutin
Dilek Doğan, Küçükarmutlu’da 18 Ekim gecesi polis baskınında vuruldu. Küçükarmutlu, devlet için “makûl şüphe”nin mekânıdır; Dilek, Dilek’in ailesi, o mahallede yaşayanlar, Aleviler, Kürtler, sosyalistler egemen hukukun darasında masumiyet karinesinden azadedir. Dilek’in babası Metin Doğan’ın söylediğine göre, evleri 30 kez polis tarafından basılmıştı. Hal böyle olunca, infazı meşrulaştırmak için bazen tek bir “argüman” bile yeter de artar: Terör. O muğlak ve yapışkan “argümanın” içine 25 yaşındaki genç bir kadının yaşadığı ve yaşayacağı ömür rahatlıkla sıkıştırılabilir. Çünkü sterilize edilmesi gereken bir mekânın sakini olarak Dilek, devlet için —rutin— bir operasyonda hesap verilmesi gerekmeyen —rutin— bir zayiattır. Nitekim Dilek’i vuran polise “kasten adam öldürme” suçundan dava açılmaması, hakkındaki tutuklama talebinin reddedilmesi ne bir ödüldür ne de bir paye, sadece bir rutindir. Devlet, varlığı gereği bulunduğu konumdan olağan prosedürlerini işletmiştir.
Dilek Doğan için devletten adalet beklemek ve adalet talep etmek, ilk başta, bu yüzden mânâsızdır. Badiou’nun ifade ettiği üzere, devlet, varlığı gereği adalete kayıtsızdır. Devletin adlî, hukukî ve bürokratik prosedürlerinin mahiyeti, devletin malikliği ile ilgilidir. Yani statik olmayan, ancak bir şey yapılmadığı müddetçe stabil olan bir durumdan bahsediyoruz. Çünkü devlet ve adalet içi boş kavramlardır. Her iki kavram anılmaya başlandığı tarihten itibaren mücadelelerle içeriklendirilmiştir. Bugün, devletin adalete kayıtsızlığı, en azından birilerinin her gün dillendirdiği “adaletsizlik” hali, özünde devletin kadim ve rutin maslahatıdır. Kapitalist devletten Dilek ve diğerleri için adalet beklemek, bu nedenle basitçe bir hülyadır.
Adaleti beklemek
Devletin, mülkiyet ilişkilerince başkasının “devleti” olduğunu gözettiğimizde, adalet bekleme veyahut talep etme evresinin çoktan geride kaldığı berraklaşır. Aksi halde, hayatı anlamlandırmanın en önemli öğelerinden biri olan adalet, Schopenhauer’ci karamsarlığa açılan bir kapıya dönüşür. Daha da vahimi, adaleti beklemek – gerçekleşmeyen adalet ikiliği üzerinden bir sorgu, zaman geçtikçe “hayatın anlamı” haline gelir: “Hayat tamamen keskin bir azarlama, acı bir paylama olarak görülmelidir, tamamen farklı amaçlar için oluşturulmuş olan düşünce biçimlerimizle, her ne kadar böyle bir şeye nasıl olup da ihtiyaç duyabileceğimizi anlayamasak da bu ceza, bu paylama bize yöneltilmiştir.” Her musibetten sonra, “yasal mermiyle” öldürülen her candan sonra tetiği çekme izni verenin tesis edeceği adaletse, yine ve hiç şüphe yok ki, egemenin adaleti olacaktır.
Başka bir sıradanlık da, bir taraf adalet derdindeyken, diğer tarafın da seyirci koltuğuna yayılmasıdır. Türkiye’nin son üç yılında, bilhassa 7 Haziran seçimlerinden bu yana periyodik ve sistematik hale gelen devlet terörü, kendi seyircisini ekrana kilitlemeyi başarmıştır. “Ses verin” şeklinde cisimleşen serzenişin kaynağında seyirciyi ekran başından kaldırmayan başka bir imajlar silsilesi vardır. Devletin resmî basın organlarından, AKP’nin yandaş medyasından, çapsız entelijansiyasından aktarılan, ya televizyona ya bilgisayar monitörüne ya da cep telefonu ekranına düşen imajlar, çoğu izleyici için simülakr evreninin —rutin— fragmanlarıdır. Spekülatif olacak, ama evet, tıpkı simülakr evrenidir; medya tarafından şekillendirilen bu evrende birey, gerçekliği terk etmiştir. Veyahut şöyle de ifade edebiliriz: Başka bir noktadan başka bir dünyayı yaşar ve orada ikâmet eder. Yeni bir öznelliğe kavuşmuş olanların sayısı katlanmaktadır. İspatı için kafamızı kaldırmak yeterli; çoğu kişi için Dilek Doğan “teröristtir” ve “gebertilmiştir”. Benzer şekilde, 10 Ekim Ankara Katliamı’nda ölenleri “terörist” kabul edenlerin veya bölgede bir şeyler olduğunu kabul edenlerin çoğunluğu, aynı sözcüklerle konuşmaktadır. Devlet güdümünde yeni bir öznelliğe onay verenlerse adaletin gerçekleştiğini düşünmektedir (!).
Felç edilen sinir sistemi
Toplumun genelinde hüküm süren kayıtsızlığa, sessizliğe, sırtını dönmüşlüğe çok da kızmamak gerekir. Mağduriyet hikâyeleri gibi, patetik olanı uzun yıllardır AKP’nin belirlediği bir atmosferde, başkasının rüyasını kendi rüyası zannedenler elbette olacaktır. Teknik anlatımla, hâkim ideoloji seslenme kudretini muhafaza ettikçe, devletin ideolojik aygıtları kesintiye uğramadıkça birilerini terörist ilan etmenin konforu daima egemen sınıflarda olacaktır. Dönüp yakın dönem siyasî tarihimize baktığımızda 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, “Hayata Dönüş” operasyonu, suikastlar, bombalamalar, kundaklamalar, olağanlaşan linç eylemleri derken insanlar neye üzüleceğini şaşırmış, üzülse bile üzüldüğü şeyin yasını başka bir yasla ikâme ede ede, tabiri caizse, aldırmaz olmuştur. Toplumun sinir sistemi felç edildiğinden, az sayıda kalan sinir hücresi bu yükü daha fazla taşıyamamaktadır.
Yükü taşıyanların omuzlarının daha fazla dayanamaması, yürüyüşü esnasında pes etmesi çokça gördüğümüz bir şeydir. Acıyla ve yasla başbaşa kalan beden soluksuz kalabilir. Yukarıda Schopenhauer’in karamsarlığını andık, devamını getirelim: Mille piacer’ non vagliono un tormento (Zevklerin binlercesi bir acıyı telafi edemez): “Mutluluk ve neşe içinde yaşayan binlerce insan tek bir kişinin ıstırabını ve ölüm acısını dindiremez.” Bazen tek bir acı, ne kadar mutluluk kaynağı varsa onları gölgeleyebilir ve taşıyıcısını kısır döngüye sürükleyebilir. O halde elde avuçta kalan her ne varsa, yükün ağırlığını biraz olsun hafifletmek için bir aktarım kayışı gereklidir; öfke gibi.
Seyircileri koltuktan kaldırmak
Kayıtsızlık, sessizlik, üzerine eklenmiş yas ve yorgunluk ne kadar sentezlenirse, sindirim, boşaltım, üreme sistemlerine endekslenmiş bir yaşam söz konusu oldukça, yaşamın özneleri yaşayan ölülere dönüşür. Bir bakıma, modern toplum da yaşayan ölülerin toplamıdır. Her gün geliştirilen acılarla ve zorluklarla baş etme metodları bir noktadan sonra insanları kapitalist matrisin dışında tanımlanamaz canlılara dönüştürmüştür. “Sessiz”liğin nedenlerinden birisi budur; muhiti armoni yerine iniltiler, uğultular ve homurtular kuşatmıştır.
Durup düşünelim, nereden başlamalıyız diye… Adaleti bekleme yerine adaletin ne’liğine ve tesisine odaklanmalı. Akabinde, seyircileri koltuktan kaldırmak için yeni bir imajın varlığı gerekli. Sonuncusu ve daha da önemlisi, birilerini seferber edebilmek, yaşayan ölü halinden kurtarmak için “uyanışa” ihtiyacımız vardır. İçinde bulunduğumuz, kimilerine göre çaresizlik, kimilerine göre uyumsuzluk, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın bu koşulun müsebbibi, ideolojik krizdir. Dünyada köktencilik biçimlerinin yükseldiği evrede, sağın başka bir sağ yapıyla dengelendiği, herkesin makûl şüphe eşliğinde terörist diye yaftalandığı ortamda, mücadeleyi diri tutacak, kitleye umut verecek bir fikrin dalga dalga yayılması öncelik olabilir. Bu, Ahmet’e Ayşe’ye göre değil, nesnel olarak, başka Ali İsmail’ler, başka Berkin’ler, başka Ceylan’lar, başka Dilek’ler olmasın, isimleri sadece hashtag’lerden ibaret kalmasın diyedir…
Evvelki gün Şeb-i Yelda, yani en uzun gece idi, dünden itibaren geceler kısalmaya başladı…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.