Şimdi içimizi daraltan o boşluk, o kasavet, hayatın bir yanında insanlar birbirine ulaşmak, dolabında kalan son ekmeğini, suyunu birbiriyle paylaşmak için evlerinin duvarlarını yıkarken öbür yanında bütün kalabalıklığına rağmen, hayatın kendisine sunduğu bütün imkanlara rağmen seçenek üretemeyen metropol yalnızlarının kasavetidir Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana muktedirlerin “merkez” diye kavramsallaştırmaya çalıştığı egemen siyasetin paradigması Yusuf Akçura’nın […]
Şimdi içimizi daraltan o boşluk, o kasavet, hayatın bir yanında insanlar birbirine ulaşmak, dolabında kalan son ekmeğini, suyunu birbiriyle paylaşmak için evlerinin duvarlarını yıkarken öbür yanında bütün kalabalıklığına rağmen, hayatın kendisine sunduğu bütün imkanlara rağmen seçenek üretemeyen metropol yalnızlarının kasavetidir
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana muktedirlerin “merkez” diye kavramsallaştırmaya çalıştığı egemen siyasetin paradigması Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı uzun makalesinde tanımladığı Osmanlıcılık, İslamcılık ve Milliyetçilik üçlüsü üzerine bina edilmiştir. Kemalizm bunlara “Batıcılık” diye kavramsallaştırabileceğimiz batılılaşma yönelimini eklemiş ve gerilimi Akçura’nın tezleriyle batılılaşma arasında yeniden kurmuştur.
Ana hatlarıyla özetlersek, Osmanlıcılık, Osmanlı coğrafyası içindeki değişik etnisite ve dinlere mensup kitlelerin ortak bir “Osmanlı Milleti” etrafında bütünleşmesi; İslamcılık, hilafetin de Osmanlı hanedanında olmasından faydalanarak bütün İslami yönelimlerin bir İslam ideali etrafında yekvücut olması; milliyetçilik, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya hapsolan halkların Türk etnisitesi tabanında uluslaşması; batıcılık, Fransız Devrimi’nden ilham alan, felsefe, sanat, siyaset ve gündelik yaşamın bütün alanlarından dinsel otoritenin el çektirilmesi; sekülerite, vatandaşlık, yurttaşlık ve eşit haklar tabanında endüstrileşmenin de eşliğinde modern bir ulus yaratılması düşüncesidir.
Cumhuriyet tarihi boyunca bu yönelimlerin bir ya da birkaçı dünyadaki genel eğilimlerin de zorlamasıyla öne çıkmış, diğerleri gerilemiş ama ana eksen hiç değişmemiştir. Bu dört temel yönelimin sınıfsal anlamda, sosyolojik anlamda dayandığı bir toplumsallık, sınıfsallık tahlili oldukça zordur. Bu tahlilin yapılmasında Marksist anlamda Anadolu coğrafyasındaki sınıfların ve üretim biçimlerinin oldukça bulanık olmasının yanında bu eğilimlerin de kapsamlı, hayatın bütün alanlarını kavrayan sosyal ve ekonomik tezler üretememesinin de etkisi vardır.
İslamcılığın nerede bitip Osmanlıcılığın nerede başladığı, Osmanlıcılığın ve milliyetçiliğin birbirlerinden hangi noktalarda ayrıldığı, batıcılığın bunların neresinde durduğu Umberto Eco’nun deyişiyle Çin İmparatorluğunun eyaletlerinin sınırları kadar değişkendir. Bunun sebebi, bu temel yönelimlerin her birinin diğerlerini de kapsadığını iddia etmesidir. En iyi İslam batılılaşma ile yaşanır (Kemalizm), İslamcılık zaten sekülerdir, milliyetçilik yani Türk hakimiyeti altında Osmanlı coğrafyasındaki uluslar çok mutlu olmuştur vs. vs. Hiçbir yönelim bir diğerine ciddi bir reddiye, eleştiri, topyekûn bir karşı çıkış içermez. Asıl amaç kendini dünyanın merkezine koyup buradan hegemonya üretmektir çünkü politika üretmek değil. İnsanların beyinlerine ipotek koyup, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarını hiçe sayarak dünyaya ve hayata bakışlarına, yaklaşımlarına parantezler koymaktır. Dindara İslam’ı, milliyetçiye Türklüğü, sosyaliste sosyalizmi “bu işi en iyi biz biliriz” kıvamında kendi partilerinin seçim programıyla paketleyip satmak başka nedir?
Türkiye’de parlamenter siyaset, temsili demokrasi birçok yazarın da belirttiği gibi “sürekli bir şimdiki zaman” üzerinden ilerler. Geçmiş yoktur, gelecek sanki hiç olmayacaktır. Gördüğümüz göreceğimiz dönemin öne çıkan başlıklarıyla, dengeleriyle, değişkenleriyle sınırlıdır. Tek ölçüt liderin kozmetik anlamda geniş seçmen yığınlarına ne kadar hitap edebildiği (aman ne kadar efendi, aman ne kadar sakin bak hiç kabalaşmıyor, aman ne kadar delikanlı…) ve ne kadar ikna edici olabildiğidir. Seçim programları da böyledir. O dönem hangi başlıklar öne çıkıyorsa onun üzerinden gündelik, genel-geçer hiçbir derinliği olmayan vaatler manzumesidir çoğu zaman seçim vaatleri. Güncel politikanın bu sığ yapısı çoğu zaman siyasetleri kendi argümanlarına bile yabancılaştırır, kendi değerlerinin bile uzağına savurur.
Sandık tiyatrosu ve hayal kırıklığı
Yukarıdaki satırlar CHP e HDP’nin seçim programlarına eleştiri olacak bir yazının girizgahı olarak tasarlanmıştı ama an itibarıyla zaten bir sürü boşluklar, zayıflıklar ihtiva eden seçim programlarına bir eleştiri yazmanın hiçbir anlamı kalmadı. Zaten bir sonraki seçim her ne zaman ise muhtemelen o zamanın genelgeçer tartışmaları üzerinden yeni programlar yazılacaktır. Yalnız “gitti gidiyorlar, düştü düşüyorlar, kaçıyorlar, saklanıyorlar” edebiyatı üzerinden İslamcı yobaz hegemonyaya karşı olan mücadelesini bir sandık tiyatrosu üzerinden örgütlemeye çalışan, bütün enerjisini ve aklını bunun üzerine bina eden kesimler, sonuçlar açıklanınca büyük bir hayal kırıklığı ve ardından yenilgi psikolojisi içine girdi. Açıkçası bu yenilgi psikolojisi karşı taraftaki gerici güruhun özgüvenini ve taşkınlığını ikiye katladı, havuz medyasından daha tam sonuçlar açıklanmadan “durun daha neler göreceksiniz” tehditleri savrulmaya başladı. Dediğim gibi bu özgüveni onlara kendini yerin dibine batmış gibi hisseden bütün enerjisini sandığa kilitlemiş karşı taraf verdi.
Oysa birazcık kafasını başka tarafa çevirip olana bitene farklı bir yerden bakan herkes, İslamcı hegemonyanın bütün imkanlarına rağmen aldığı oy oranının parlamento eksenli, lider kültünü merkeze alan, varını yoğunu döktüğü seçim propagandalarına değil, özellikle yoksul halkın yoğun yaşadığı kent periferilerinde ve taşrada birtakım vakıflar ve dernekler üzerinden örgütlediği İslami dayanışma ağlarına borçlu olduğunu görür. Bu politika dışı ilişkiler ağı Musollini’nin yanında saf tutan Katolik Kilisesi gibi çalışıyor. Bir yandan devlet kaynaklarından devşirilen yardımların yoksul halk kesimlerine ulaştırılması işini örgütlerken diğer yandan bence daha önemlisi devlet katında uygulanan politikaların halk katında rızasını örgütlüyor. Nilgün Cerrahoğlu’nun “Ahtapotun Kolları” yazısında hala uzaktan bakmakta ısrar ettiği, sezdiği ama yakından bakamadığı o her yere uzanan kollar işte bu politika dışı ilişkiler ağıdır.
Karanlık bünyedeki farkındalık
Her ne kadar Doğan Medyası ve havuz dışı birtakım medya organları AKP’yi kazanan ilan edip onunla yeni uzlaşma biçimleri arama yoluna girdiyse de bu savaşın henüz bir kazananı ve kaybedeni yok, bunu da en iyi “kazanan” ilan edilen İslami hegemonya biliyor. Bu ülkede yaşayan geniş halk yığınları için bir seçenek üretemeyen, ekonomik sorunların üstesinden gelemeyen, karşısında yığılan dağ gibi sorunların altından kalkamadıkça yozlaşan, kişiliksizleşen, seçenek üretemedikçe de saldırganlaşan bu karanlık bünye, karşısında gittikçe büyüyen bu sorun yumağının gayet farkında. Bunu gözünün içine sokan herkesi de ucu nereye varırsa varsın, ne pahasına olursa olsun sonuna kadar ezmeye kararlı. 1 Kasım’dan sonraki birkaç günde yapılan ev baskınlarının, tutuklamaların, işinden edilen, hapse atılan gazetelerin bilançosu bize bunu anlatmaya yeter. Bu kör ısrarın, bu her şeye rağmen zor ve baskıyla sürdürülmeye çalışılan yağma ve talan düzeninin bizi nerelere getirdiği ufak ufak belirginleşmeye başladı, örneğin bir “halk” değiliz artık. Birbirimizin acılarına, yangınlarına bakamıyoruz, bakmayı bırakın dalga geçiyoruz, lanet okuyoruz, acıları sandığa tahvil etmeye çalışıyoruz. Bugün biz böyle hissediyoruz, yarın nasıl ki bir Suriye halkı, bir Irak halkı artık politik olarak, formel olarak literatürde yoksa, her etnisitenin, her mezhebin, her politik yönelimin dünya nezdinde farklı farklı temsil edildiği yalnızca coğrafi bir sınırlar tanımlaması Irak olarak, Suriye olarak karşılığını buluyorsa bu karanlık inadın bir adım ötesi bunun çok uzağında değildir.
Kahredici boşluk
Seçimin hemen ertesinde siyasi partiler, kitle örgütleri, politik oluşumlar oturup olan bitenin bir muhasebesini yapmaya başladı, “ne yapmalı” sorusu bütün yakıcılığıyla ve ne cevap verilirse verilsin bir türlü kapanmayan o kahredici boşlukla ortada duruyor. “Enseyi karartmayın” makamından yazılan bir dolu yazı bile bir mahcubiyeti, bir örselenmişliği, bir kırılganlığı imgeliyor. Ne söyleseniz kifayetsiz kalıyor, dolmuyor bir türlü o loş, yağmur sıkıntısı gibi insanın içini daraltan boşluk. Hiç unutmuyorum Gezi İsyanı’nda Güvenpark’taki bir eylemde o TOMA’ların, gaz fişeklerinin, bütün o şiddete rağmen gökyüzüne yükselen kahkahaların, şarkıların heyulasında bir duvara yaslanıp Güvenpark’taki ağaçları seyretmiştim uzun uzun. Binlerce insanın her gün koltuğunun altında bir çantayla yanından geçip gittiği o ağaçlar ve o ağaçların ardında uzanan gökyüzü hiç bu kadar güzel gelmemişti gözüme. Bir isyanın güzelliği, haklılığı güzelleştirmişti o zamanlar hayatımızın çoğu zaman görmeden geçtiğimiz küçük ayrıntılarını. Hani Nazım Hikmet Kuvayi Milliye Destanı’nda Karadeniz insanının mücadelesini anlatırken “Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin onuru için” der ya, birçoğumuz da dostlarımızla içtiğimiz bir kadeh rakının, gölgesinde soluklandığımız bir ağacın onuru için akmıştık meydanlara.
Şimdi içimizi daraltan o boşluk, o kasavet, o kimsesiz kalan parkların, meydanların kasavetidir, polisin kuşattığı mahallelerde ekmek almaya bile gidemeyen kalbimizin doğusundaki kardeşlerimizin, katliamlarda kaybettiğimiz yüzlerce canımızın yakınlarının yüreklerini yakan o yalnızlığın, o terk edilmişliğin, yalnız bırakılmışlığın kasavetidir. Hayatın bir yanında insanlar birbirine ulaşmak, dolabında kalan son ekmeğini, suyunu birbiriyle paylaşmak için evlerinin duvarlarını yıkarken öbür yanında bütün kalabalıklığına rağmen, hayatın kendisine sunduğu bütün imkanlara rağmen seçenek üretemeyen metropol yalnızlarının kasavetidir. Karşı tarafta gericilik, yobazlık hayatın bütün alanlarına sızıp geniş kitleleri insani olan, insana ait olan herşeye karşı masif bir gövde halinde mobilize ederken örgütsüzlüğü, apolitikliği göklere çıkaran küçük burjuva tavrının dağılmışlığıdır. Bu kasaveti her gün yeniden üretmek, hele ki “yok kardeşim bu milletten bir halt olmaz” tavrı, bizi hayatın, dünyanın uzağında kendi küçük yalnızlık adacıklarımızda yaşamaya zorlayan, o küçücük adacıkları bile insanlara çok gören bu yobaz heyulanın değirmenine su taşımaktan başka işe yaramaz.
O sürgün kış ikindisinin kasaveti
Başladığım makamda bitireyim, kurumsal legal siyaset olsun, sivil oluşumlar olsun, geldiğimiz noktada yerel sermayenin, neoliberalizmin ve bunların hık deyicisi konumundaki din eksenli hegemonyanın felsefi, politik, ekonomik bir eleştirisini yapmadan, bunların karşısında net bir duruş ve somut pratikler sergilemeden hiçbir politik aktör geniş halk yığınları ve emekçi kesimler için bir seçenek oluşturamaz. Ne asker, ne kadim emek düşmanlarından muhalif devşirme çabası, ne de Amerika, Almanya gibi dünya kapitalizminin işverenleri, demokrasi dedikleri bu çadır tiyatrosunun sınırları içinde hayatın ve dünyanın gerçek sahiplerine ihtiyaçları olan alanı sağlayamaz. Sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, tarım kesiminde, dağlarda, yaylalarda ne bileyim hayatın bizim olan her alanında bütün bunları bizim kılacak iradeyi, mücadeleyi sergilememiz gerekiyor. Ancak böyle kapanır yalnız bizim değil oğlunu kaybeden annelerin, sevgilisini, eşini, çocuğunu, dostlarını kaybeden adamların, kadınların içlerinde bir türlü dolduramadıkları o boşluk, Edward Said’in deyimiyle o sürgün kış ikindisinin kasaveti. Bu neoliberalizm soslu dinsel faşizm, bize ait olan ne varsa, hayatımızın en küçük detaylarına kadar sızıp bizi kendi hayatımızdan sürgün etmek istiyor çünkü.
ozgurderya@gmail.com
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.