Seçim sonuçlarının etkisi kabul etmek gerekir ki hepimiz için bir miktar sarsıcı oldu. 7 Haziran seçimlerinin üzerinden ancak 5 ay geçmişken ve yandaş kamuoyu araştırma kuruluşları ve havuz medyası dahil hiç kimse AKP’nin tek parti iktidarını beklemiyorken %49 oranında yüksek bir oyla AKP’nin tekrar hükümet kurabilecek bir çoğunluk kazanması tüm demokrat kesimler açısından moral bozucu […]
Seçim sonuçlarının etkisi kabul etmek gerekir ki hepimiz için bir miktar sarsıcı oldu. 7 Haziran seçimlerinin üzerinden ancak 5 ay geçmişken ve yandaş kamuoyu araştırma kuruluşları ve havuz medyası dahil hiç kimse AKP’nin tek parti iktidarını beklemiyorken %49 oranında yüksek bir oyla AKP’nin tekrar hükümet kurabilecek bir çoğunluk kazanması tüm demokrat kesimler açısından moral bozucu bir etki yarattı.
Hiç kuşkusuz yüzyılı aşkın bir süredir bu topraklarda onurlu mücadelesini boyun eğmeden sürdüren ve benzer koşulları daha önce de yaşamış ve aşmış olan sosyalist hareket bir durum değerlendirmesi yaparak, yeni duruma uygun örgütlemelerini yaratmaya çalışacaktır ve bu karşı-devrim sürecine direnecektir.
Bu yazı, seçimler süreci öncesinden, Gezi direnişinden başlayarak, seçimler döneminde ve 1 Kasım’ın hemen ardından dile getirilen sol-demokrat-ilerici kesimlerin ortak mücadele arayışlarına bir katkı koymak amacıyla yazılmıştır. Bu çerçevede maddeler halinde görüşlerimi toparlamaya çalışacağım.
1-Sermaye sınıfının siyasal temsiliyet krizi 1 Kasım seçimleri itibariyle aşılmıştır. Ortadoğu başta olmak üzere uluslararası siyasetin ve emperyalist merkezlerin de zorlamasıyla yalnızlaşan ve sıcak para girişine ve kentsel-kültürel tarihi alanların rantı üzerinden, inşaat sektörünü temel alan bir sermaye birikim modelinin Gezi direnişi başta olmak üzere toplumun muhalif tüm kesimleri tarafından ciddi bir direnç görmesiyle sarsılan ve 7 Haziran seçimlerinde temsil çoğunluğunu kaybeden AKP iktidarı, düzen içi temsiliyet sorununun başka bir konfigürasyonla çözülemeyeceğinin anlaşılması ile birlikte, devletin tüm asker ve sivil bürokrasisinden aldığı destekle tek başına iktidarı geri almıştır.
2-Yukarıdaki tespit önemli sonuçları olacak bir noktadır. Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, yakın dönemde ABD ve AB’den AKP iktidarına dönük “demokrasi, basın özgürlüğü, ifade hürriyeti vs. ” eksenli eleştiriler radikal bir şekilde azalacaktır ve AKP iktidarının pragmatik dış politika manevraları ile birlikte yeni bir uzlaşma zemini bulunacaktır. Yani, “batı”nın, “hür dünya”nın AKP iktidarını sıkıştırmaya devam edeceği üzerinden yeşertilmeye çalışılacak burjuva liberal yanılsamalar emek-barış-demokrasi güçleri tarafından dikkate alınmamalıdır.
Konu ile bağlantılı olarak Türkiye’de sermaye oluşum ve birikim süreçlerinde devletin merkezi rolü bir kere daha ispatlanmış, Türkiye burjuvazisinin, uluslararası sermaye çevrelerinin desteği ve yönlendirmesi ile açıkça dillendirmiş olduğu “kapitalist restorasyon projesi” devletin şok doktrini ile ekonomik, siyasal askeri tüm zor aygıtlarını eşgüdümlü bir şekilde kullanması ile rafa kaldırılmıştır. Böylesi bir “normalleşmenin” olacağı düşüncesi de açıkça liberal bir rüyadır.
Yine aynı şekilde bu temsiliyet krizinin çözülmüş olması, dış politika hezimeti ile kaybedilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarlarının sermaye sınıfını sıkıştırmakta olduğu gerçeği de düşünülürse, tüm sermaye bloklarının desteği ile birlikte işçi sınıfı ve emekçi halkın tüm sosyal-ekonomik- kültürel kazanımlarına dönük dizginsiz bir saldırının başlayacağının da göstergesidir. Seçimin hemen ardından TÜSİAD’ın memnuniyet açıklamasının hızı ve tonu dikkate değerdir. Böylesine bir saldırının aynı zamanda AKP iktidarı için toplumu dinselleştiren, geleceksizleştiren, çürüten 13 yıllık kendi karşı-devrimci ajandası için de bir zorunluluk olduğu not edilmelidir.
3-Diğer yandan bilmemiz gerekir ki, seçim eksenli bir siyasetin de en azından uzun bir süre nesnel temeli kalmamıştır. Son iki yıllık seçimler sürecinde sokağı ve sandığı karşı karşıya getiren ve seçimleri küçümseyen anlayışları, olası seçim başarılarının sistemin temsil krizini derinleştireceği umuduyla eleştirmiş olmakla beraber en azından bu eksende bir başarı kazanamamış olduğumuz gerçeğini de not ederek,hızlı bir toparlanma ve sokağa-yeniden- hakim olma perspektifini yükseltmemiz elzemdir. Burada yeri gelmişken önemli olduğuna inandığım bir noktayı da vurgulamak isterim. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları göstermiştir ki sokağa çağırdığımız dostlarımızın güvenliğini sağlamak da bizim sorumluluğumuzdur. Karşımızda sınıf savaşını elindeki tüm enstrümanları tereddütsüzce kullanarak yürüten bir muhatap varken, kendi güvenliğimizi sağlamayı düşünmemek naifliktir. Suruç ve özellikle Ankara katliamlarında aslında kendi tarihsel deneyimimizle iyi bildiğimiz bu gerçeği hesaba katmamış oluşumuzun arkasında, seçim eksenli- “demokrasici” siyasetin hepimize şu ya da bu oranda sirayetinin olduğunu da itiraf etmemiz gerekiyor.
Bu konuyu ne kadar vurgulasak azdır. “Seçim eksenli siyaset” derken verili durumu kabul eden ve o anki duruma uygun olarak durumu değiştirme yönünde bir irade koymaksızın maksimum desteği, rızayı, teveccühü almaya dönük bir siyaset tarzını kastediyorum. Daha detaylı olarak aşağıda netleştirmeye çalışacağım ama bir kaç örnek vermek faydalı olacaktır. CHP ve HDP’nin toplumun dindar kesimlerine göz kırpan söylemleri, yine TÜSİAD vb. sermaye örgütlerine dönük ikna çabaları vs. işe yarar olmadığı gibi açıkça zararlıdır. Bilinmelidir ki aslı varken kimse kopyasına tenezzül etmez ve etmemiştir de.
4-Bununla birlikte 28 Temmuz 2015 tarihli yazımda da ifade etmeye çalıştığım bir nokta hala geçerliliğini korumaktadır. “Türkiye derin bir ekonomik krizle karşı karşıyadır. Uluslararası konjonktürün etkisiyle ve sermaye için yeni pazarlar bulmaya dönük hırslı ve aceleci bir projenin itici gücüyle yaratılan sıcak para girişine ve kentsel-kültürel alanların ve doğanın talanına dayalı inşaat sektörünü temel alan ekonomik büyüme modeli, gerek uluslar arası ve bölgesel koşulların değişmesi, gerek ülke içinde yükselen toplumsal muhalefet, gerekse AKP iktidarının yaratılan ranta ve sermaye birikimine, mafyatik-çeteci-patriyarkal yöntemlerle el koyma/yönlendirme pratiğinin ayyuka çıkması sonucu sermaye açısından ülkenin öngörülebilir bir yatırım alanı olmaktan hızla uzaklaşması gibi nedenlerle tıkanmıştır. ” Emperyalist merkezlerle varılacak olan kısmi uzlaşma söz konusu yapısal sorunları çözebilecek rahatı AKP iktidarına vermeyecektir.
Yeri gelmişken konu ile bağlantılı “determinist” bir bakışı eleştirmek gerekiyor. Söz konusu yapısal sorunların AKP iktidarını çürütücü etkileri olduğu gibi karşıt yönde eğilimler de mevcuttur. Birkaç önemli eğilimi saymak gerekirse; Neo-liberal politikalar 80li yıllardaki ideolojik gücünü kaybetmiş, sadece ekonomik bir program olmanın ötesinde, tüm yaşamın ve insanın üretici gücünü metalaştırma amacıyla bir bütün olarak tüm yaşamsal dokuyu tehdit eder hale gelmiştir ve somut sonuçlarının da görünür hale gelmesiyle beraber ciddi muhalefet hareketleri ile karşılaşmıştır. Dolayısıyla sürdürülmesi için otoriter yönetimlere ihtiyacı vardır. Ülke burjuvazisinin siyasal İslamcı politik programa rağmen hala zımnen AKP iktidarını desteklemesinin ardında bu gerçek vardır. Dahası soğuk savaş döneminin ABD şemsiyesi altındaki SSCB karşıtı bloğu dağılmış, Rusya ve özellikle Çin yükselmekte olan büyük güçler haline gelmiş, ABD emperyalizminin dünya jandarmalığı rolü sekteye uğramıştır, yani siyasal iktidar için uluslararası alanda farklı güç merkezlerine göz kırpan denge politikaları ile ömrünü uzatma şansı, dış politikada yaşanan fiyaskolara rağmen hala mümkündür. Tüm bunlara ek olarak ülke içinde ciddi bir muhalefet odağı henüz oluşturulamamış ve parti devletine dönüşmüş bir iktidarın, normal koşullarda iktidarını aşındıracak etmenleri toplumun rehin alınması ve çürütülmesi amacıyla kullandığını, toplumda yabancı karşıtı, muhafazakâr ve otorite yanlısı eğilimleri güçlendirdiğini görmekteyiz.
5-Dolayısıyla tüm bu tehlike ve fırsatları değerlendiren “emek-barış ve demokrasi cephesinin” inşası acil bir zorunluluk haline gelmiştir.
Pek çok sosyalist gibi öylesine bir inşayı mümkün kılacak ipuçlarının Gezi direnişinin ayak izlerini takip ederek bulunabileceği düşüncesindeyim. Öyleyse Gezi direnişini bugünde var etme mücadelesinin ciddiyetle değerlendirilmesi gerekiyor. Benim konuya dair bulabildiğim tartışma başlıklarını kısaca aşağıda özetlemeye çalışacağım.
a.Öncelikle bir tarihsel “olay”ın, onu anlamlandıran, bir genel çerçeveye oturtan, hegemonik bir söylemle, genel bir konsensüsle, deyim yerindeyse bir teoriyle bağlanmadan tamamlanmayacağının farkında olmak gerekiyor. Yaşanan büyük toplumsal patlama etrafında yürüyen tartışma, şu an anlamlandırma mücadelesi olarak devam ediyor. Bu olayların “anlamına” dair yürüyen mücadelede, eşitlik ve toplumsal kardeşlik idealinin sürdürücüleri olan tüm öznelerin, ciddi bir ideolojik üretim içinde olmak durumunda olduklarının farkına varmak gerekiyor. Özetle, sloganıyla, tezahuratıyla, müziğiyle, resmiyle, kitabıyla, filmiyle, çizgi filmiyle vb. toplumsal hafızaya kazınabildiği oranda “Gezi Olayı” özgürleştirici işlevini sürdürmeye devam edecektir.
b.Gezi Direnişi ile Kemalist-Ulusalcı akım örgütsel olarak iflas etmiştir. Bu akımın örgütsel çevreninde bulunan geniş yığınlar sol ile doğrudan temas etmiş, eylemlilik içinde özgürleşmiş ve kendiliğinden hareketin doğası gereği de bir süre sonra yorgunluk yaşayarak alanlardan çekilmiştir. Var olan “olay”ın “adının konması” mücadelesi özellikle bu kesimlerin bu süreçten sonraki ideolojik-politik şekillenişi için çok önemlidir. Burada bir takım belirlemelerin yapılması, aradan geçen süreye rağmen hala önemlidir: Uzun yıllar boyunca, ulusalcı öznelerin hegemonik söylemi için işlev gören, laiklik, çağdaşlık, yaşam tarzı, bağımsızlık vb. kavramlar daha önce sahip oldukları daraltıcı anlamlarından kurtulma eğilimindedir ve sol-sosyalist güçlerin bu söylemler üzerinden yapacağı bu kavramları emek yanlısı halkçı bir ideolojik-teorik bütün içinde eritme çabaları etkisini üstel olarak gösterecektir.
c.Siyasal tarihin ampirik yasasıdır: “Her devrim karşı-devrimi de örgütleyerek gelişir” . Neo-liberal konsensüs kendini, bir başka denge noktasında, yeniden tesis etmek yolunda önemli bir mesafe almıştır. Yaşanan olayların, bir gençlik hevesi, romantik bir anı olarak paketlenip, raflara konarak fragmente edilmiş bir ölü-olay olarak tasnif edilmesi için, burjuva siyasetçilerin-toplum mühendislerinin-medyanın yüzyıllık deneyimiyle elden gelen herşey denenmektedir. Egemen blok arasında bir taraftan iç mücadele sürerken, toplumsal baskı politikaları daha da şiddetlenerek her türlü hak arama mücadelesinin, ideolojik manipülasyonla, olmazsa zorla bastırılması için tüm “aygıtlar” devreye sokulmaktadır. Gezi’nin tüm enerjisini sandığa yönlendirme projesi ne yazık ki tutmuştur. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi artık ham liberal yanılsamalardan kurtulmak gerekmektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, eşitlik ve demokrasi talebinin yükseldiği dönemlerde baskı ve zor politikaları da yükselir, ancak talepler düşerse, zor politikaları beraberinde düşmez aksine kurumsallaşır.
6-En önemli kısım olarak, iyi bilinen bir ampirik tarihsel gerçeği de hatırlatalım: Tarihi örgütlü azınlıklar yapar. Modern siyasal sahne içinde bu gerçeğin klasik sol jargondaki ifadesi “parti-cephe” diyalektiğidir. Örgütlü bir azınlık, etrafında örgütleyebileceği cephe ile kendi gündemini toplumun gündemi kılabileceği, toplumla değme noktalarını artırabileceği, karşılıklı olarak beslenebileceği bir simbiyotik ortam yaratabildiği oranda başarılı olabilir. Burada söz konusu diyalektiğin iki yönüne de yoğunlaşmak gerekiyor.
Bir cephenin inşa edilmesinin en önemli güvencesi, siyasi partinin varlığıdır. Siyasi bir parti ise en geniş tanımıyla iktidarı hedefleyen, programatik bir iradedir. Konumuz açısından bakarsak sosyalist bir parti, toplumun ekolojik, etnik, ekonomik, cinsel, coğrafi vb. tüm önemli çelişki alanlarında, emek-sermaye çelişkisi ekseninde, iktidar perspektifi ile programatik bir duruşu örgütleyebilen bir irade demektir. Var olan devrimci-sosyalist parti ve çevrelerin çokluğu gerçeği ile bakıldığında, sadece her öznenin bu çerçevede kendisini değerlendirmesi önerisi ile sosyalistlerin tarihsel olarak en sevdiği konu olan parti tartışmasını daha fazla derinleştirmeye bu yazı çerçevesinde gerek olmadığını düşünüyorum.
Partinin bayrağında “sınıf” yazıyorsa cephenin bayrağında “ezilenler” yazmalıdır. Teşbihte hata olmaz. Parti teori ise cephe ideolojidir. İyi bilindiği üzere “özneye belirli bir konum sunan şey” anlamında ideoloji, salt teorik olandan farklı olarak, hem öznenin alımlama sürecini ve dolayısıyla değer yargılarını, “habitus”u hesaba katan, hem de siyasal mücadele için yaşamsal önemde olan pratik-pragmatik yönelimselliği ifade eden bir kavram olarak her güncel politik analizin hesaba katması gereken bir boyut taşımaktadır. Birey ve grupları toplumsal mücadele çerçevesinde bir noktada, birileri ile birlikte, birilerine karşı konumlandıran bir çağrıdır. “Biz” ve “Onlar” şeklinde kaba ama net ve işlevli bir ayrımda temellenir. O yüzden, toplumsal mücadele arenasında anlamlı olacak şekilde bir “Biz” ve “Onlar”, dolayısıyla “Dost” ve “Düşman” şeklinde bir ayrım çizgisinin çekilmesi gerekmektedir.
Öyleyse;
– Emeği ile geçinen, tüm işçi sınıfı ve emekçi katmanlar bizdendir.
– Neo liberal saldırıya karşı yaşamı, doğayı, toplumu ve onuru savunan herkes bizdendir.
-Kamucu bir ekonomiyi savunan kim varsa bizdendir.
– Dilleri, kültürleri, inançları yasaklanmış tüm toplumsal kesimler bizdendir.
– Kürt sorununun demokratik barışçı çözümünü, halkların kardeşliğini ve bölgesel barışı savunan herkes bizdendir.
– Laikliği ve çağdaşlığı savunan, yaşam tarzına ve inanç özgürlüğüne müdahaleye karşı çıkan, bağımsızlık yanlısı tüm gruplar bizdendir.
-Gezi’de yanımızda kim varsa o bizdendir.
7-Son olarak cephe tartışmasına dair önemli olduğunu gördüğüm bir kaç vurgu ile bitirmek istiyorum. Böyle bir cephenin inşası hiç kuşkusuz halihazırda var olan örgüt, parti ve kurumların yanyana gelişleri ile sınırlı olmamalı. Diğer yandan Gezi’den örnek alacağımız pek çok sağlam pratik var hiç kuşkusuz ama forum tipi örgütlenmeler bugünün sorununa çözüm bulacak bir örgütlenme modeli değil bence. Sol-sosyalist güçler olarak “demokratik karar alma mekanizmaları” saplantısından kurtulmalıyız. Bugünün ihtiyacı, cephenin tüm unsurlarının aynı gündem etrafında, belki süreli kampanyalar ve ortak propaganda materyalleri ile desteklenmiş biraraya gelişlerini yaratabilmek. Dahası kafası karışmış, morali bozulmuş pek çok dostumuz, arkadaşımız sosyalistlerden, bugünün sol ikliminde pek sevimli gelmeyen bir kavramı kullanacağım ama, öncülük bekliyor.
Tarih bizi ivedilikle böyle bir cepheyi inşa etmeye çağırıyor.
Ve bizden olan kim varsa herkesi “Birleşik bir Cephe” şeklinde örgütleme konusunda gerçek anlamda çaba sarf etmeyen, kendi sınırlı etki alanını mutlaklaştıran, ortak noktaları değil, ayrım noktalarını kalınlaştıran kim varsa açık ve net şekilde suçludur.
Mahir Ulutaş
Mühendis
4 Kasım 2015