Af Örgütünün YPG/YPJ güçlerinin halkı zorla yerinden ettiğine dair yayınlanan raporunu (Human Right Watch’un Lübnanlı araştırmacısı tarafından yazılan) açıkça söylediklerinden ziyade üstü kapalı ima ettikleri bakımından değerlendirmekte fayda var. Söz konusu ima sadece Suriye’deki Kürt güçlerini değil, koca bir “insaniyet” tanımını içeriyor. İma edilen “insaniyet” felsefesi esasında iki meseleye birden denk düşüyor. Birincisi, direnişçiler hiçbir […]
Af Örgütünün YPG/YPJ güçlerinin halkı zorla yerinden ettiğine dair yayınlanan raporunu (Human Right Watch’un Lübnanlı araştırmacısı tarafından yazılan) açıkça söylediklerinden ziyade üstü kapalı ima ettikleri bakımından değerlendirmekte fayda var. Söz konusu ima sadece Suriye’deki Kürt güçlerini değil, koca bir “insaniyet” tanımını içeriyor. İma edilen “insaniyet” felsefesi esasında iki meseleye birden denk düşüyor. Birincisi, direnişçiler hiçbir zaman bizim “mağdur” edilen “masum insan” tanımımızda yer almayacak. İkincisi DAİŞ’e destek veriyor olsalar da “mağdur” sıfatını hakeden insanlar da var. Hepsinin ötesinde, sahada YPG ve YPJ’ nin “insaniyet” ve “mağduriyet” söylemlerini istikrarsızlaştırması ve söz konusu söylem üzerinde yeniden kendi gücünü konsolide etmeye soyunan ve böylece askeri müdahalesini meşrulaştırmak isteyen Batı var.
Batı’nın seküler değerlerini savunduğu ve islamofobik bilinçaltını tatlı tatlı kaşıdığı sırada, eli silahlı Kürt kadınları neredeyse tüm Batı medyasının kapak sayfalarına taşınmıştı. Batı değerlerinin koruyucu meleklerine dönüştürülmüşlerdi. Buna itiraz eden birçok Kürt akademisyen ve gazetecinin konuyu tarihselleştirme ve bağlamına oturtma çabası ise cılız sesler olarak kıyıda kalan direniş alanlarından gayrı bir yerlere not edilmedi. Gel gör ki, bir yıl geçmeden tepetaklak değişen reelpolitik bu “kurtarıcı kadın/savaşçı” imajını “savaş suçlusu” ilan etmekte gecikmedi.
Ortaya çıkan bu tablo, “insaniyet” kavramının felsefi kökenlerini ve “insani yardım hükümetleri” olarak nitelenen küresel olguyu yeniden ele almamızı gerektiriyor.
“İnsani yardım hükümetleri” ile kasıt uluslararası yardım kuruluşları. Bu kuruluşların bütçelerinin birçok devlet bütçesinden fazla olması ve en hassas politik ortamlarda sözü en dinlenilen/”saygın” aktörler olarak karşımıza çıkmaları pekala bir nevi hükümet olarak adlandırılabileceklerini gösteriyor. Bu kuruluşlar “sağ elle” askeri operasyonlar yapan devletlerin “sol eli”, yani neden oldukları mağduriyetleri düzeltme ve sivilleri ne kadar da önemsediklerini dünya kamuoyuna duyurma elleri. Ufak bir araştırma kolaylıkla bu kuruluşların bir numaralı finansörlerinin askeri operasyonların bir numaralı yürütücüsü ülkeler olduğunu rahatlıkla gösterir. Detaylarına şimdilik girmeyelim.
Öte yandan bahsettiğimiz insaniyet tanımı mağduriyet tanımıyla kol kola yürüyor. Bir kere söz konusu yardımları -gerek fiziki anlamda gerekse etik anlamda- alabilmenizin yolu yeterince mağdur olduğunuzu ispatlamaktan geçiyor. Mağduriyet ise ancak “masumların” ulaşabildiği bir mertebe. Buradaki temel mevzumuz ise kimin masum olduğuna nasıl karar veriliyor ve daha önemlisi kimler karar veriyor. Küçük bir örnekle açıklamaya çalışayım. Arjantin askeri darbesinin ertesinde diktatörlük zamanında, Af Örgütü bazı insan hakları ihlali vak’alara müdahale ederken bazılarına etmiyormuş. Nedeni ise şu; masum olduğu düşünülen durumlarda müdahale etmiş ancak masumiyetine inanmadıklarına ise müdahale etmemeyi seçmiş. Masum olmayanlar kimler? Silahlı mücadeleye katılanlar. Bazı insan hakları derneklerinin söylediği rakamlara göre Af Örgütü, “insan” ayrımı yapan bu yaklaşımı nedeniyle 10,000’den fazla kişinin kaybolmasına neden olmuş. Sorumuzu soralım; Af Örgütü’nü kimler affetsin?
Masumiyet ve insaniyet. Masum denilince akla gelen ilk resim ne? Savaştan kaçan bir kadın ve bir çocuk, en iyisi çocuklu bir kadın, en biyolojik haliyle “çıplak yaşam”. Masumiyetin mümkün olması için “mutlak mağduriyet” gerekir. Mutlak mağduriyet, Batı’nın insaniyet tanımında yer almanın yegane yolu. “Öteki”, ancak bahsedilen mutlak mağduriyet durumda ise Batı’nın empatisini ve sempatisini kazanır. Alan Kurdi’nin fotoğrafından sonra Batılı’nın hislenmelerine hep birlikte tanık olduk. Bunun dışında yani mağduriyet dışında var olan tüm ötekilik halleri, özellikle de siyasi muhalefet halindeki, hele de eli silahlı ötekilik, Batı’nın asla ve asla tasvip etmeyeceği bir kategori. Zira ötekilerin direniş
kapasitesi olması, farklı ahlaki değerlerle veya siyasi gündemlerle meşgul olmasını asla kaldıramaz büyük “insaniyet” tanımı. Bir yıla yakın süredir kafaları karıştıran eli silahlı, DAİŞ düşmanı gerillaların istikrarsızlaştırdığı “insaniyet” imajını ne zaman ters yüz edeceklerini beklemeyen Kürt yoktu sanırım. Ve işte reelpolitik tersine döndüğü, iktidar yeniden konsolide edildiği bir anda yırtık dondan fırlar gibi ortaya atılan bu raporun anlamı da tam burada yatıyor. Bu yazıyı yazmaya başladığımda sonuçları ayan beyan görmüş değildik. Şimdi, “insaniyet” dersinin arkasından, “kahraman savaşçılar” bir anda “savaş suçlusu”na dönüştürüldüler ve askeri müdahalenin kapsamını ve önceliklerini dinlemeye başladık.
YPG/YPJ sadece DAİŞ’e değil, Batı’nın Ortadoğu’da çöken ahlakına bir natif oluşturduğu için “suçlanmak” zorundaydı. Zira Af Örgütü veya diğer insani yardım hükümeti unsurlarının ABD’nin Irak’taki sivil zaiyatını (Suriye’dekilere dair henüz net bilgimiz yok çünkü savaş devam etmekte) konu edindikleri bir rapora rastlamak zor. Bizzat kendilerini finanse eden güçlere karşı rapor yazmalarını hiçbirimiz aklımızdan geçirmiyoruz, orası ayrı. Ama ABD’nin sivil zaiyat başına ödediği tazminatları kendi zayi askerleri başına ödediği tazminatlarla karşılaştıran Fassin diyor ki; bu durumda bir Amerikalı eşittir 1000 Iraklı (ABD tarafından savaşta ölen bir Iraklı sivile 1,500 dolar tazminat ödenirken, bir ABD askerine 1,500,000 dolar ödenmiş). Kaldı ki sivil zaiyat ABD neden olduğunda savaşın bir cilvesi olarak kolaylıkla görülebiliyor, ancak “devlet” olmayan başka bir silahlı gücün savaşın cilvesi denilebilecek uygulamaları ise nefes alacak vakit bile bırakmadan “savaş suçlusu” ilan ediliyor. Peki ABD’yi savaş suçlusu ilan eden kimse neden yok? Üstelik de Irak’ta 2003’ten bugüne ayyuka çıkan tüm savaş suçlarına rağmen. Hayır, buradaki mesajı iyi okumak gerekiyor: ABD kendi finanse ettiği insani yardım hükümeti unsurları aracılığıyla diyor ki; benden başka bölgede askeri bir güç istemiyorum, hele hele devlet değil “anti-devlet” direniş gücüne ise tahammül etsem etsem buraya kadar ederim. Bunu açıkça kendisi söylese olmaz, işte insani yardım hükümetleri, bütün bu insanlık tanımları vs. burada devreye giriyor. Gerçek işlevlerini işte bu bağlamda anlıyoruz. Af Örgütü’nün finansmanını, yaptığı kampanyalarla sağladığını düşünen saf ve “insaniyet” söylemine inanan özellikle liberal cenaha hatırlatalım. 90’larda Kürdistan’da başına beş para bile verilmeyen insanlar katledilirken, sürgündeki Kürtlerin Avrupa’da Af Örgütü ile görüşme çabaları karşılıksız kalmıştı. Af Örgütü 90’larda katledilen sivil Kürtlerin “masumiyetine” inanmamıştı. Aradan geçen 25 yılın ardından Kürtleri “savaş suçlusu” ilan etmesine de şaşmamak gerekiyor belli ki. “Direniş yaşamdır” diyen bir halkın “masum” olduğuna kimi, nasıl inandıracaksınız, değil mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.