Bu yazıda AKP ve CHP’nin seçim beyannamelerinin ekonomi bölümlerini kıyaslayarak CHP’nin bu bağlamda nasıl konumlandığını anlamaya çalışacağız Ülke iç savaşın eşiğine gelmiş, iktidarı zapteden saray kliği politik özgürlükleri tümüyle askıya almış, yaşam hakkının ihlali bile sıradanlaşmışken “nereden çıktı iktisadi seçim vaatleri?” denebilir. Ancak Erdoğan şahsında cisimleşen ve Gezi İsyanı’ndan bu yana içinde bulunduğu hegemonik krizin […]
Bu yazıda AKP ve CHP’nin seçim beyannamelerinin ekonomi bölümlerini kıyaslayarak CHP’nin bu bağlamda nasıl konumlandığını anlamaya çalışacağız
Ülke iç savaşın eşiğine gelmiş, iktidarı zapteden saray kliği politik özgürlükleri tümüyle askıya almış, yaşam hakkının ihlali bile sıradanlaşmışken “nereden çıktı iktisadi seçim vaatleri?” denebilir. Ancak Erdoğan şahsında cisimleşen ve Gezi İsyanı’ndan bu yana içinde bulunduğu hegemonik krizin sonucunda çatırdayan egemenler bloğu, düzeni tümüyle tehlikeye atmadan –hatta AKP’li yıllarda sermayenin elde ettiği kazanımları pazarlık konusu bile yapmadan– yeni bir rejime geçiş arayışlarını sürdürürken özellikle CHP’nin durduğu noktayı iyi okumak gerekiyor. Zira Türkiye’de mevcut düzen HDP/HDK çevresinde kenetlenen demokratik/devrimci güçlerin gerek parlamenter alandaki etkinliği, gerekse sokak muhalefetiyle içerden ciddi bir baskı görüyor. Ayrıca Ortadoğu’nun tümünü kapsayan kriz, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ideolojisini benimseyen Rojava Devrimi’nin askeri ve politik nüfuzunu genişletmesiyle kendini Türkiye’ye cepheden dayatıyor. Tüm bunların yanı sıra küresel ekonominin özellikle Türkiye gibi aşırı kırılganlık gösteren ülkeler açısından krize kapı açacak bir gidişat sergilemesi önümüzdeki süreçte derin ve bütünlüklü bir altüst oluşu mümkün kılıyor. Sermayenin Erdoğan sonrası dönemde sistem karşıtı bir radikalleşmenin önünü alabilecek, düzeni yeniden tesis edebilecek bir özne arayışında olduğunu, B ve C planları geliştirdiğini görmek pek de zor değil. Bu yazıda AKP ve CHP’nin seçim beyannamelerinin ekonomi bölümlerini kıyaslayarak CHP’nin bu bağlamda nasıl konumlandığını anlamaya çalışacağız.
AKP’nin yaptıkları yapacaklarının teminatı
Ülkeyi on üç senedir tek başına yöneten AKP’nin sosyoekonomik vizyonunu anlamak için seçim beyannamesinden ziyade bugüne kadar olan icraatlarına bakmak yeterli.
İktidarının ilk yıllarında Derviş’ten devraldığı ‘yapısal uyum reformlarını’ büyük bir başarıyla hayata geçiren AKP Türkiyesi, IMF’nin örnek gösterdiği ülke olarak göze çarpıyordu. ‘Mali disiplin’ bağlamında kamu harcamaları giderek kısılırken, piyasa verimliliği anlayışı kamu sektöründe de hakim kılındı. Kamu kesimi borç stokunun milli gelire oranı uygulanan kemer sıkma politikaları sonucunda azaldı. AKP yetkilileri bunu her fırsatta milli bir gurur kaynağı olarak göstermekten geri durmuyor. Ancak, madalyonun öbür yüzü, yani özel kesim dış borç stokunun 2002 yılındaki 43 milyar dolar düzeyinden yaklaşık 300 milyar dolara yükseldiği itinayla ‘gizleniyor’. Bu borçların önemli bir kısmının kısa vadeli ve döviz cinsinden olduğunu hatırlatırsak, Türk lirasındaki değer kaybının ne denli bir tehdit teşkil ettiğini gözümüzde canlandırabiliriz. AKP seçim beyannamesinde “özel sektörde basiretli borçlanmanın desteklendiğini” (s.130) okuyunca insan basiretsiz borçlanmanın nasıl olduğunu düşünmek bile istemiyor. Ancak şu gerçek ki, her burjuva devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti de kriz anında devreye girerek borçları kamulaştıracak, krizin faturasını ek vergiler ve kemer sıkma politikaları yoluyla emekçilerin sırtına yükleyecektir. Dolayısıyla devlet borçlarının nispi olarak azaltılmış, ve kamu yerine özel sektörün borçlandırılmış olması son tahlilde emekçiler açısından bir şey değiştirmiyor.
AKP’nin seçim beyannamesinde böbürlendiği bir başka nokta da, 1985’ten 2002’ye kadar yapılan özelleştirmeler 8,1 milyar dolar iken, AKP iktidarında 58,9 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmiş olması (s.144). Bir yandan kamunun istihdam sağlama anlamındaki rolü azalırken, diğer yandan da kar marjı yüksek kilit sektörler sermayeye devredilerek piyasa köktenciliği derinleştirildi.
Makro iktisadi politika anlamında neoliberalizmin kamuda kemer sıkma ve özelleştirme dışındaki üçüncü sacayağı, yani enflasyon hedeflemesi de AKP döneminde ‘başarıyla’ hayata geçirildi. Elbette aşırı yüksek enflasyon hiçbir ekonomi için iyi bir gösterge değildir. Ancak düşük enflasyonun bir takıntı halinde ekonomi gündeminin en üst sırasını işgal etmesinin elbette başka sebepleri var. Şayet para politikası yalnızca fiyat istikrarını değil de istihdamı da gözetse, işsizlik oranı belli bir ölçüde azaltılabilir ve bu reel ücretlerde bir yükselmeyi de beraberinde getirir. Dolayısıyla burjuva ekonomi politikasının öncelikli hedeflerinden biri işsizlik oranının aşırı yüksek ya da çok düşük düzeylere ulaşmasını önlemektir. Birinci durumda toplumsal bir kriz olası hale gelirken, ikincisindeyse reel ücretlerdeki artış kar oranlarını eriterek kapitalist düzenin kutsalına kastedebilir. Neoliberal saldırının kamu sektörünün küçültülmesi ve kamu istihdamının azaltılmasına verdiği önem de bir yönüyle bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Enflasyon takıntısının bir başka sebebi de fiyat düzeyinde yaşanacak sürekli bir artışın (yani enflasyonun) finansal varlıkları elinde bulunduran kesimin alacaklarını eritecek olmasıdır. Bir başka deyişle, borç verme işlemi nominal değerlerle ve (çoğu zaman) sabit faizlerle gerçekleştiği için enflasyonda yaşanacak bir artış borcu alacaklının, yani finans kapitalin aleyhine eritir. Bu nedenle para politikası da kafasını kuma gömerek fiyat istikrarı dışında hiçbir makroekonomik hedef tanımamalıdır. Günümüzde yasal olarak görevi bu şekilde tanımlanmış merkez bankalarına ‘bağımsız’ deniyor.
AKP’li on üç yılda Türkiye ekonomisi giderek finansallaştı ve borçlanmaya dayalı bir büyüme performansı sergiledi. Ekonomik büyümenin Türkiye’deki kronik sonucu yüksek cari açıklar, yabancı sermaye akımları ve borçlanmayla fonlandı ve mevcut sarmal giderek derinleşti: iç tüketim hanelerin borçlandırılmasıyla canlı tutulurken, üretimin dış girdiye bağlı yapısı yüksek cari açık ve döviz ihtiyacını beraberinde getirdi. Bu finansman ihtiyacı yüksek faiz ve aşırı değerli kur yoluyla yabancı sermayeyi kısa vadede Türkiye’ye çekerek, yani sıcak parayla karşılandı. Böylece ekonomi bir kısır döngüye hapsedildi ve borçlanma tarihsel oranlara ulaştı. Ayrıca cumhuriyet dönemi ortalamasının altında kalmasına rağmen AKP’nin büyük bir başarı olarak sunduğu kendi iktidarında gerçekleşen ekonomik büyüme, istihdam yaratmayan yönüyle dikkat çekiyor. 2003 yılında %10,3 olarak devralınan işsizlik oranının ekonomideki tarihsel (!) büyümeye rağmen azalmamış olması, üstüne üstlük genç nüfusta işsizliğin %20 bandına yerleşmesi bize büyümenin sınıfsal karakterine dair net bir ipucu veriyor.
Alışık olduğumuz üzere AKP, seçim beyannamesinde yukarıda bahsedilen noktaları bir güzel makyajlayarak övünç kaynağı haline getiriyor. Hatta pişkince yolsuzlukla mücadeleye kararlılıkla devam edeceğini bile belirterek (s.126) demagojide yeni bir sayfa açıyor. Kısacası AKP bildiğimiz AKP.
CHP’de kimlik bunalımı sürüyor
Başlamadan önce CHP seçim beyannamesinin AKP’ninkine kıyasla daha ilerici unsurlar barındırdığını ve emekten yana bir tavır koyduğunu belirtelim. Ancak söylemin biraz ötesine geçip, CHP siyasetinin yalnızca son iki senesini bile gözden geçirince bazı sol ve aydın kesimlerin CHP’ye dair olan iyimserliğinin hüsn-ü kuruntudan ibaret olduğunu görmek zor değil.
CHP’nin seçim beyannamesinin ekonomi bölümüne biraz yakından bakarak başlayalım. İlgili bölümün hemen başında CHP iktidarında neoliberalizmden farklı olarak piyasanın kamu tarafından düzenleneceği, büyümenin toplumsal tabana yayılması noktasında da kamunun güçlü bir role sahip olacağı belirtiliyor (s.48). İnsani gelişmenin, sürdürülebilir ve adil bir bölüşümle kol kola giden bir büyümenin ekonomi politikasının merkezinde yer alacağı, sağlık ve eğitim alanlarında güçlü bir sosyal devletin inşa edileceği, rekabetçiliğin ücretlerin baskılanması yoluyla değil, verimlilik artışı ve bilgi ekonomisine geçişle sağlanacağı, ve kamunun işsizlikle aktif olarak mücadele edeceği ve benzeri unsurlar metin içinde sıklıkla tekrarlanıyor. Kısacası CHP, yirminci yüzyılın ikinci yarısında özellikle Batı Avrupa’da görülen refah devletlerinin bir benzerini Türkiye inşa edeceğini vaad ediyor. Burada çarpıcı olan nokta, CHP’nin bu söylemi neoliberalizmin refah devletlerini küresel çapta tarihin tozlu sayfalarına kattığı bir dönemde geliştiriyor olması. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden çıkartılacak en önemli derslerden biri, kapitalizmin ve ona has sınıf çelişkilerinin Keynesci uzlaştırma politikalarıyla çok kısıtlı bir anlamda ve süre zarfında ‘idare’ edilebileceği, ve sermaye sınıfının önüne çekilen setleri bir süre sonra ani ve sert bir tepkiyle yerle yeksan edeceğidir.
Daha da ilginci, 7 Haziran seçimleri öncesinde de benzer bir beyanname ile toplumun karşısına çıkan CHP’nin bir vaadinin de iktidara gelmesi halinde Kemal Derviş’i Başbakan Yardımcılığı koltuğuna oturtacak olmasıydı. Emperyalizmin en önemli uluslararası kurumlarından olan ve emek düşmanı politikaların çevre ülkelere dayatılmasında kilit rol oynayan Dünya Bankası ve IMF’de yıllarca görev almış, 2000-2001 krizinde Dünya Bankası’ndaki görevinden istifa ederek Ecevit hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak en kapsamlı neoliberal saldırının mimarlığını yapmış Kemal Derviş’ten bahsediyoruz. CHP seçim kampanyasının iktisadi ayağını yöneten ve partinin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı Doç.Dr.Selin Sayek Böke de oldukça ana akım bir iktisat ekolüne mensup. Ve tıpkı Derviş gibi onun da yolu Dünya Bankası ve IMF’den geçmiş.
Bunları söylerken meseleyi kişilere indirgemek gibi bir niyetimiz yok. Aksine, CHP’nin seçim beyannamesine dönerek IMF/Dünya Bankası vizyonunun izlerini sürebiliriz. Yukarıda değinilen ve neoliberalizmle bağdaşmayan vaadler ilginç bir şekilde neoliberal bir zeminin üzerine inşa edilmiş. Tıpkı AKP’nin beyannamesindeki gibi mali disiplin vurgusu tüm metne arka planda eşlik ediyor. Para politikası bağlamındaysa enflasyon hedeflemesi uygulamasının etkinleştirilerek devam ettirileceğinin (Türkiye enflasyon hedeflemesine resmen 2006 yılında geçti) ve enflasyonla mücadelenin iyi yönetişimle sağlanacağının (tüm bu janjanlı lisanın altında yukarıda bahsettiğim dinamiklerin yattığını hatırlatmakta fayda var) altı kalın bir şekilde çiziliyor. Tam bu noktada Derviş/Böke etkisi görünür hale geliyor ve CHP seçim beyannamesi bir bulamaç niteliğine bürünüyor.
Emek eksenli bir siyaseti kararlı biçimde uygulamaya koyacak siyasi bir öznenin Türkiye koşullarında seçim kampanyasını neyin üzerine inşa edeceğini tartışmaya pek lüzum yok. İş cinayetleri, taşeron işçilik, iş ve işyeri güvenliği, emek piyasasının esnekleştirilmesi, reel ücretlerdeki yatay seyir, emeğin örgütlenmesi önündeki yasal ve fiili engeller gibi maddelerin net ve detaylı bir biçimde tartışılması bu bağlamda kaçınılmaz. CHP’nin seçim beyannamesinin 54 sayfalık ekonomi bölümünün ilk 48 sayfasında bu unsurlara rastlanmıyor. Son sayfalardaysa alelacele bir şekilde bütün bunlarla mücadele edileceği, CHP iktidarının emeğin yanında yer alacağı izlenimi verilmeye çalışılmış.
Hakkını yemeyelim, son üç dört sayfada kısa kısa sıralanmış maddeleri hayata geçirdiği takdirde CHP sermayeye karşı ciddi bir sınıf savaşı ilan etmiş olur. Ancak bu maddelerin beyannamede yer alış biçimi, metnin geri kalanında fazla göze batmasa da varlığını arka planda daima hissettiren neoliberal çerçeve, 7 Haziran öncesinde CHP tarafından bir armağanmış gibi sunulan Kemal Derviş ve mevcut kampanyayı yöneten Selin Sayek Böke faktörleri hesaba katıldığında partinin içinde bulunduğu kimlik bunalımı anlam kazanıyor. CHP bir yandan gerek yerel, gerekse küresel sermayenin tekerine çomak sokmayacağı mesajını açık bir şekilde verirken, diğer yandan da on yıllardır yoksun olduğu ve kendisini iktidara taşıyacağına inandığı geniş toplumsal desteği bu sefer emek ağırlıklı bir söylemle yakalamaya çalışıyor. ‘Bu sefer’ dememin sebebi CHP’nin yaşadığı kimlik bunalımının yeni olmaması. Yıllar yılı Gülen Cemaati karşıtlığı ve şeriat tehlikesi üzerinden siyaset yapan CHP, 27 Aralık operasyonları sonrası ve 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesi yalnızca Mansur Yavaş gibi tescilli faşistlere değil, Cemaat’e yakın kesimlere de boncuk dağıtmıştı. Sonuçlar parti yönetimini kesmemiş olacak ki, dört ay sonra yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde kendini ‘laikliğin güvencesi’ olarak gören CHP, eski İslam İşbirliği Teşkilatı Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu MHP’yle ortak aday göstermişti. Anlaşılan o ki art arda yaşanan hezimetler CHP yönetiminin birdenbire emek ve sınıf meselesine dair bir aydınlanma yaşamasına yol açmış.
CHP seçim beyannamesindeki çelişkiler ve kafa karışıklığına dair örnekler arttırılabilir. Ancak, kısa kesmek gerekirse, yıllar yılı yanı başındaki koca bir halk mücadelesini (ve bunun sınıfsal karakterini) bir türlü göremeyen sol liberal ve aydınlara CHP’ye yedeklenmenin bir kez daha hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını hatırlatmaktan başka bir çaremiz yok. Yer kaygısından ötürü bu yazıda HDP’nin seçim beyannamesine ve ortaya koyduğu ekonomik vizyona, bu bağlamda kadının öncü ve dönüştürücü rolüne, ve birçok başka önemli meseleye değinemedik. Ancak satır aralarından da anlaşılabileceği gibi, sermayeye ve onun dayattığı neoliberal rejime karşı verilecek mücadelenin adresi CHP değil, içinde ve çevresinde gerek parlamenter mücadelenin gerekse sokak muhalefetinin en dinamik ve devrimci unsurlarını buluşturan HDP ve HDK olduğu açıktır. Sistemin bütünlüklü bir krize doğru yol aldığı şu ahir zamanlarda onu restore edecek güçlere yedeklenmeye değil, krizi derinleştirip devrimci bir çıkış yaratacak ağırlık merkezleri oluşturmaya ihtiyacımız var.
* Güney Işıkara
New School for Social Research, 2. Sınıf Doktora Öğrencisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.