Solun en baştaki acil görevi, toplumun anti-faşist tüm güçlerinin her alanda sıkı dayanışma ağlarını örmek, ortak barışçıl bir arada yaşam güvenliği ve mücadelesini geliştirmektir
AKP, emperyalizmin Türkiye için öngördüğü role uygun bir “ılımlı islam” projesi olarak 2002 seçimlerindeki başarısından sonra muhafazakar-İslamcı ve neoliberal bir politik programla düne kadar kısmen istikrarlı bir hegemonya oluşturmayı başarmıştı. En geç Gezi ile birlikte bu hegemonya alttan parçalandı. O günden bugüne hem aşağıdan ezilen kitlelerin farklı motiflere dayanan kararlı direnişi hem de yukarıdan egemen sınıflar içindeki çatlamalar, AKP hegemonyasını artan oranda sorgulamaya ve geriletmeye başladı. Hegemonya kaybı AKP’de hızla zor aygıtına sığınmaya, fiziki ve psikolojik şiddeti devreye sokmaya dönüştü.
AKP hegemonyasının özetle bir kaç taşıyıcı temel direği vardı: Birincisi ABD öncülüğündeki uluslararası neoliberal ekonominin Türkiye taşeronluğuyla elde ettiği sözde ekonomik başarılar, görece istikrarı sürdürebilmesine hizmet etti. 90’lı yılların derin ekonomik krizinden sonra AKP, büyük sermaye gruplarının ve “Anadolu aslanlarının” desteğiyle neoliberalizmi derinleştirdi ve görece bir ekonomik büyüme yarattı. Bu büyümenin öncü sektörleri klasik neoliberal öğretide öğütlendiği gibi özellikle finans ve inşaat sektörü oldu. Özel krediler ve kredi kartlarının görülmemiş şekilde yaygınlaştırılması yoluyla ücretli emekçiler ve yoksul kesimlerde büyümeden pay aldıklarına dair bir intiba oluşturuldu. Sosyal alanda bürokrasinin keyfiyetine ve AKP’nin çıkarlarına bağlı kısmi iyileştirmeler gündeme getirildi. Klientalist neofeodal sadaka sistemi, modern sosyal yardım sistemi ihtiyacına ters düşse de, ücretli emekçilerde, köylüler ve yoksullarda onay üreten bir mekanizmaya dönüştü. AKP’yi seçen kesim ve köy, mahalle ve bölgelere klientalist destek kanalları açıldı. Erken evlenen ve çocuk yapan dindar kesime soyal teşvik programları geliştirildi. Gerçekte ise bu ekonomik model geniş çaplı bir kaynak transferine dayanıyordu. Emekçi halktan sayısal olarak iyice dar bir oligarşiye doğru işleyen sömürü düzeni ve kaynak aktarımı, neoliberal ekonomik modelin dünya çapında kriziyle sallanmaya başladı. Sınırsız bir doğa-emek sömürüsüne ve ülke kaynaklarının dünyada bulunamayacak kar fırsatlarıyla uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesine dayanan neoliberal ekonomik model, büyük çaplı “projelerle” (duble yollar, AVM’ler, Marmaray vs.) gözleri kamaştırmayı bir süre başarmış olsa da büyük bir iç ve dış borçlanma ile sınırlarına geldi.
AKP hegemonyasının ikinci ayağı, demokratikleşme, ordunun iktidara tabii hale getirilmesi, Kürt sorunu dahil bir çok alanda demokratik adımların atılması gibi 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün ve yarattığı rejimin toplumun çeşitli kesimlerinde ortaya çıkardığı meşru taleplere en azından sözde sahip çıkıyor görüntüsünü yaratmış olmasıydı. Gerçek demokratik adımlar yerine diskur egemenliği, toplumsal talepleri yerine getirmek yerine İslamcı- muhafazakar yorumlarına tabii bir “açılım” söylemi egemen kılındı. Pratikte karşılığı yargı ve yasamanın giderek artan bir hızla yürütmeye tabii kılınması ve kişi kültüne bağlı bir otoriterleşme olan bu “demokratikleşme” diskuru, hem ülke içinde hem de dünya çapında liberal ve sol liberallerin de desteğini üretti. Bu “demokratikleşme ve açılım” söyleminin baştan itibaren temel hedefi, “Kemalist bürokrasinin” ordu ve yargıda egemenliğini kırmak adı altında devleti sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmaktı. İslamcı-muhafazakar kesim tüm merkezi devlet kurumlarına egemen kılınmalı, sermayenin talancı politikası önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. 2010 referandumu ile bu sürecin büyük ölçüde tamamlandığını, İslamcı-muhafazakar neoliberal projenin tüm devlet kurumlarına hakim kılınarak devletin sermayenin sınırsız hizmetinde otoriter-faşizan bir aygıta dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Güçlü bir polis devleti, ordunun görünürde geride kalmasını mümkün kıldı. I. Cumhuriyet’in tasfiyesi denilen özünde budur.
Bugün itibariyle başta Kürt hareketi olmak üzere Alevi kesimlerin ve sol liberallerin kısmi desteğini örgütlemeyi başaran “açılım” diskuru da çöktü. İslamcı-muhafazakarlığın sınırsız egemenliğini kurma hedefine giden yolda engelleri nötralize ve hatta paralize etmeyi hedefleyen bu oyalayıcı sahte diskur kimseyi ikna etmez hale geldi ve tüm başlıklarından vazgeçildi. Bu diskur Gezi’de batıda, Kobane’de doğuda çöktü. AKP iktidarı, uzun yıllar başarıyla sürdürdüğü muhalefetin çeşitli kesimlerini çeşitli yöntemlerle kapma, en azından nötralize etme yeteneğini tamamen kaybetti. Bu süreçte siyasetteki kirlenmenin, AKP oyunlarında maşa olmanın, açıktan satılıp biat etmenin, toplumsal-siyasal açıdan halkın çıkarlarına ihanetin ve dönekliğin ibretlik örneklerini hem siyasi gruplar halinde hem de kişiler nezdinde çokça yaşadık.
AKP hegemonyasının üçüncü temel ayağı Yeni Osmanlıcılık diye kavramlaştırılan dış politikasıdır. ABD’nin bugünlerde iflasına tanık olduğumuz “Yeni dünya düzeni” stratejilerinin parçası olarak AKP’ye verilen rol, bölgedeki ülkelerin dünya pazarlarına neoliberal eklemlenmesini sağlamak üzere destabilizasyonu sürecine katılmak ve karşılığında açılan pazarlardan pay kapmaktı. Bu çerçevede AKP, ABD ve NATO tarafından kendisine verilen tüm rolleri başarıyla gönüllü oynadı. ABD’nin Asya, Ortadoğu ve Afrika’da sürdürdüğü rejim değişikliği ve yeniden yapılandırma politikalarının tamamına alet oldu. Milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan tüm bu süreçlerde AKP en ufak eleştiriyi dile getirmedi. AKP’nin oynadığı rol, tekelci sermaye ve yeşil sermaye gruplarının da işine geliyordu. Ortadoğu ve Afrika pazarlarına açılma fırsatı yakaladılar. Türkiye SSCB’nin çözülmesinden sonra bölgede oluşan boşlukta sermayenin de isteği üzerine yavaş yavaş bir bölgesel güç olacağı hayallerine odaklanmıştı. Burada ciddi kırılma “Arap baharı” ile başladı. Başlangıçtaki özgürlük ve sosyal hoşnutsuzluk karakterli kitle hareketlerinin başarılarını emperyalizm ve Müslüman Kardeşler ile oluşturduğu geçici koalisyon yuttu, bir nevi Arap isyanlarına el konuldu ve Tunus’da, Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara taşındı. Bu çerçevede Suriye ve Irak’ta AKP Yeni Osmanlıcı “Stratejik derinlik” politikasına saplandı ve ilk başlarda ABD ve AB ile kendisini uyum içerisinde buldu. Çelişkilerin giderek açığa çıkmasının tetikleyici gelişmeleri, Mısır’daki ve Tunus’daki anti-İslamcı halk hareketlerinin giderek anti-emperyalist karakter kazanma tehlikesiydi. ABD Mısır darbesiyle Ortadoğu’yu Müslüman Kardeşler aracılığıyla yeniden disayn etme politikasından geri adım attı. Darbe hükümeti ABD tarafından ve AB’de hızla kabul gördü. Tunus’da darbeden korkan Müslüman Kardeşler uzlaşma yoluna gittiler. Dünyada Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı grupların hamiliğine soyunan AKP ise Suriye’de giderek daha fazla oranda kirli savaşın parçası oldu. ABD ve AB, istedikleri her şeyi aldıkları AKP’ye Suriye’ye girme izni vermedi. Gezi ile sarsılan AKP’yi emperyalizm gözden çıkardı, rolünü tüketmişti, tasfiyesi diplomatik dilde mümkün olduğu kadar açıktan ifadelendirilmeye başlandı. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi, AKP’nin bölgesel güç olmaya yönelik Neo-Osmanlıcı hayallerine konulan son noktadır. Her ne kadar AB Erdoğan’a mülteci krizinde yaklaşmış gibi görünse de gerçekte istedikleri kirli bir pazarlığa evet denilmesidir: Türkiye’nin mültecilerin AB’ye girmesini önlemek için jandarmalık görevi üstlenmesi ve karşısında para. Bu AB’nin Türkiye’de AKP sonrası hükümete de dayatacağı bir roldür. 1 Kasım’da AKP aşılamazsa Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ABD ve AB ile AKP işbirliğini güçlendirebilir. Ancak o da “istenmeyen evlatla” ilişki tarzında sürmeye devam edecektir.
Özetle AKP’nin neo-Osmanlıcı, “stratejik derinlikli” Türkiye dış politikası Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar tamamen çökmüştür. Türkiye Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde zaten hayalci olan oyuncu faktörden oynanan alana dönüşme riskiyle bugün daha fazla karşı karşıyadır. Bu dış politikadan Türkiye’ye içeride Osmanlı Ocakları gibi bir dizi tehlikeli yapı, Osmanlıca furyası gibi nostaljik-gerici folklörist akımlar kalacaktır. Neoliberal sınırsız sömürü politikalarının her gün aşağıladığı kesimlerin bazılarına ucuz milliyetçi-İslamcı gururlanma sloganları ve bazılarına da iş sahası… Türkiye için AKP’nin savaş suçlarının ve kirli müdahale siyasetinin külfeti ise komşu halkların gözünde ağır olacaktır. AKP’nin kimi çıkar ittifaklarını mümkün kılan ve hegemonyasına hizmet eden dış politik hayalleri de kabusa dönüşmüştür.
Gelecek sol muhalefete de ışık tutmaya devam edeceği için iki büyük tarihsel fenomenin hakkını ayrıca teslim etmek gerekir.
AKP hegemonyasına asıl darbeler, alttan indirildi. Gezi’den başlayıp hızla tüm ülkeye yayılan 2013 Haziran İsyanı, bugüne kadar kendine gelemeyecek şekilde AKP iktidarına tattırılan en önemli yenilgiydi. Korkunç polis şiddeti, muhalefete azgın saldırılar ve özgür basına yönelik susturma kampanyalarıyla AKP’nin sözde demokratikleşme diskuru tam bir meşruiyet kaybına uğradı. Emekçi halkların AKP’den zarar gören tüm kesimlerinin, etnik köken, dini yönelim, cinsiyet farkı gözetmeyen, farklılıklarla birliğini bütünleyen, eylemde birleşik ve renkli sokak isyanı, egemen sınıfları da AKP’yi de korkuttu. Gezi Parkı komününde gelecek Türkiye tasavvuruna pratik örnekler yaşandı. AKP, tarihten aşırdığı ve günümüzde ürettiği tüm klişelerle ve devletin müthiş gücüyle saldırıda buldu çözümü. Gezi geri çekildi, ama yenilmedi, AKP ise bu darbeden sonra bir daha demokrasi adına kimseyi ikna edemedi, hegemonyası en büyük yarayı aldı.
AKP hegemonyasına alttan indirilen ikinci büyük darbe, Rojava otonom bölgesinin oluşma süreci ve IŞİD’e karşı Kobane’deki insanlık direnişidir. Çeşitli cihadist grupların sürekli saldırısına uğrayan Rojava, IŞİD’in ilerlemeyesiyle birlikte önemli bir süre dünya kamuoyunun merkezine oturdu ve Kobane direnişi sırasında sınırda Kürtleri engelleyen Türk tankları AKP dış politikasının tüm dünya kamuoyunda çöküşünü belgeledi. AKP’nin içeride PKK ile sözde müzakere sürecinin oyalayıcı karakterini de gözler önüne seren IŞİD saldırısı altındaki Kobane ve Rojava politikası, hem içeride büyük bir direnişle AKP’ye yönelik tüm çözüm ümitlerini yerle bir etti, hem de dışarıda Rojava’ya silah desteğine kadar varan, PKK’nin terör örgütü listesinden çıkarılmasını tartışan büyük bir sempati oluşturdu. Esad’ı düşürmeye kilitli, Nusra’dan IŞİD’e varan geniş bir cihadist çeteler grubuna destekten oluşan AKP’nin Suriye politikası o an IŞİD’in Rojava’yı yok etmesini destekleme ve izleme politikasında düğümlendi. Bu ise AKP’yi geniş kesimler gözünde moral açıdan çökertti, AKP’nin muhafazakar Kürt oylarının kaybına yol açtı. AKP o gün bugündür devletin antidemokratik güçlerinin ve yoğun baskının eşliğinde Kürt bölgelerinde ölüm-kalım savaşı veriyor. Gezi ve Kobane’nin doğrudan olmaktan çok, tarihsel moral kazanımının çocuğu olan HDP’nin seçim başarısı bu şartlarda mümkün oldu ve Erdoğan’ın fiili başkanlık rejimini meşrulaştırması engellendi.
Gezi’nin ağır darbesi, hemen ardından su yüzüne çıkan emperyalizmle çelişkilerin AKP’yi yukarıdan müdahalelerle yıpratma kampanyasına dönüşmesini de mümkün kıldı. AKP projesinin asli müttefiklerinden “The Cemaat”, yolsuzlukları ve MİT tırlarını teşhir eden müdahalelerde bulundu. Bu müdahalelerin emperyalizmden bağımsız olduğunu düşünmek, The Cemaat’e olduğundan fazla pay biçmek olur. Bu müdaheleler, AKP’nin İslamcı-muhafazakar kesimlerdeki hegemonyasını da sorgulattı, en azından şüpheler yarattı. Diğer taraftan Erdoğan’a AKP saflarında konumunu sarsılmaz hale getirmek, tartışmasız biat edilecek lider olduğunu göstermek, ümmet-millet ile kendi kaderinin bir bütün olduğunu aşılamak için büyük bir fırsat yarattı. Özel mülkiyetin sınırsız ögürlüğünün ve İslamcılığın yeşil reisi Erdoğan, bu süreçte AKP’yi özel mülkü haline getirdi diyebiliriz rahatlıkla. O gün bugündür ne idüğü belirsiz bir paralel-iktidar sürtüşmesinin tiyatrosunu izliyoruz. Gülenciler kendilerini mağdur olarak pazarlıyor, AKP paranoid bir darbe korkusuyla nereye saldıracağını şaşırdı. The Cemaat ise AKP sonrası alternatifin oluşumuna CHP ve MHP ile çoktandır soyunmuş vaziyette. Gelecekte halkın mücadelesinin önündeki tehlikelerin işareti…
Hegemonya kaybının doğrudan sonucu:
Çıplak zor aygıtının ve paramiliter grupların terörü
7 Haziran’da seçim yenilgisine de dönüşen hegemonya kaybı, AKP’de çözüm arayışını çıplak zor aygıtının savaşı ve paramiliter grupların mobilizasyonuna düğümledi. Gramsci, “Entegral devleti” devletin baskıcı (politik toplum) ve konsensüs örgütleyen (sivil toplum) unsurlarının kombinezonu olarak tanımlar ve bir formüle döker: “Devlet = zor ile tahkimlenmiş hegemonya”! Gramsci devlet çözümlemesinde hegemonya aygıtları ile zor aygıtlarının analitik ayrımının mutlaklaştırılmaması gerektiğini, toplumsal gerçeklikte tamamen ayrı oldukları anlamına gelmediğini hatırlatır. Gerçekten de devlet ile bütünleşme sürecini büyük ölçüde tamamlayan AKP, toplumun tüm alanlarında yarattığı veya önünü açıp yayılmasına katkıda bulunduğu toplumsal örgütlenmeler ve kurumlarla yeni bir rejim, İslamcı bir devlet = zor ile tahkim edilmiş bir islamcı-muhafazakar sivil toplum yaratmaya yönelmiştir. Bu konuda da önemli başarılara imza atmıştır. Şiddet potansiyelini kendi içerisinde barındıran, cemaatlerden yurtlara, imam hatiplerden camilere, okullardan işveren teşkilatlarına, yeşil sendikalardan “insani” yardım kuruluşlarına, medyadan kadın teşkilatlarına, vakıflardan Osmanlı Ocakları ve Sedat Peker mafyası gibi paramiliter gruplara kadar uzanan gerici bir “sivil toplum” yaratmış, beslemiş ve büyütmüştür.
AKP Türkiye’sinde devlet = devletin zor aygıtları + bu gerici-islamcı “sivil toplum” ağı diyebiliriz. Şu an Türkiye’de yaşanan bu sivil toplum ağıyla devletin zor aygıtlarının beka savaşımıdır. AKP kendi dışındaki tüm kesimlere yönelen ve giderek artan sayıda düşman üreten bu savaşa bir ölüm-kalım savaşı edasıyla liderlik etmektedir. Bu liderlik ise Saray’da düğümlenmekte, Saray’ın kaderi AKP’nin ve gerici sivil toplumun kaderiyle eş sayılmaktadır. İstikrarsızlık, Kürt halkına karşı açık savaş, fiziki ve psikolojik terör, katliamlar zinciri bu gerici-otoriter devlet-sivil toplum ağının kendi dışındakilerle kalan tek ilişkisidir. Roboski’den Reyhanlı’ya, Diyarbakır’dan Suruç ve Ankara’ya uzanan katliamcı siyaset, kendi dışını düşman sayan İslamofaşist zihniyetin kararlı muhalefete yönelik tek çözümüdür ve kendi saflarını disipline etmek için sürdürülme tehlikesi salt bir ihtimal olmaktan uzak, reel bir tehlikedir. İktidarın -ne pahasına olursa olsun- korunması, Saray’da düğümlenen gerici-faşist liderliğin tek hesabıdır.
Gezi nasıl ki sol muhalefetin önüne rejime karşı mücadele görevlerinin yanısıra kendini yenileme ve yeniden yapılandırma görevleri çıkarmışsa, tarihimizin en büyük katliamı da sola ağır yükler getirmektedir. Şu ana kadar gerçekleşen katliamların zirvesi olan Ankara katliamı, solu acil görevlerle karşı karşıya bırakmaktadır. Ankara katliamı tüm toplum için ve özellikle sol-demokratik kesimde yaşanan en büyük travmalardandır. Etkileri uzun süreli olacak olan bu büyük travmanın işaret ettiği ilk tehlike, daha önce yaşanan katliamlar zincirinde saklıdır: Halka dayatılan kirli bir iç savaş tehlikesidir, büyük ölçüde sınıflar mücadelesi ekseninde değil, kimlik ve iktidar mücadeleleri ekseninde kamplaştırılmış toplumlar, “yeni dünya düzeni” döneminde ağır travmatik iç savaşlara gebeleştirilmektedir.[i] Sorun ezilen-baskı altındaki kimliklerin özgürlük mücadelesi değil, iktidarla bütünleşen İslamcı tekçi zihniyetin örgütlediği kitleleri cinnet haline sokma ve ezilen-baskı altında olan kimliklere karşı kışkırtma siyasetidir. AKP, İslamcılık ve faşizan milliyetçilik bu konuda artık uzmanlaşmıştır.
AKP şemsiyesi altındaki devletin zor güçleri ile gerici-otoriter sivil toplum ağının beka savaşı edasıyla yürüttükleri politik-psikolojik kamplaştırma, kirli savaşla diz çöktürme, saldırı ve katliamlarla imha ve kriminalize etme siyaseti -eğer yukarıdaki analiz doğruysa ki, yanlış olmasını yürekten istiyorum -, basit bir hükümet değişikliğiyle son bulmayacaktır. Bu ağa Suriye’de yenilgiye uğraması muhtemel İslamcı-cihadçı çetelerin eklemlenmesi ihtimali, bugün düne nazaran daha büyük bir tehlikedir.
Bu tehlikeye karşı solun en baştaki acil görevi, toplumun anti-faşist tüm güçlerinin her alanda sıkı dayanışma ağlarını örmek, ortak barışçıl bir arada yaşam güvenliği ve mücadelesini geliştirmektir. Grup şovenisti yaklaşımlar da yukarıdan birlik zorlamaları da çözüm değildir. Mücadele içinde en geniş birliklerde örgütlenen halk güçleri bu tehlikeye karşı mücadelenin başarısının tek güvencesidir. Türkiye bıçak sırtındadır, solun özgürlük ve eşitlik mücadelesini ve barışçıl demokratik bir arada yaşam kültürünü tek alternatif olarak daha sesli hale getirmesi gerekmektedir. HDP ile seçimlerde dayanışma içerisinde olmak yanında aslolan emek, doğa, kentsel sosyal haklar mücadelelerini AKP’nin tabanına da yayılacak tarzda hızlandırmaktır. AKP sonrası oluşacak muhtemel bir hükümet nısbi demokratikleşme sağlasa da yukarıdaki tehlikeleri hızla bertaraf etmekten uzak olacaktır. Uzun erimli, aşağıdan yukarıya, emek ve doğa merkezli yeni bir hegemonik iktidar blokunun oluşturulması mücadelesi ve en geniş kesimlerle antifaşist dayanışma ağlarının yaratılması– başka çözüm yok.
[i] Bu çerçevede hem Ortadoğu’da Türkiye’nin konumundaki sarsılmalar hem de iç gelişmeler bir darbe ihtimalini de gündeme getirmektedir. En azından bu konuda uyarı yapanlar şimdiden söz konusudur. Ancak bir darbe bugünkü koşullarda emperyalizm ve egemen sınıflar açısından bakıldığında en son çözüm olur. 12 Eylül’den farklı olarak bugünkü kamplaşmalar ve iktidar yoğunlaşmalarının hızla ordunun da yıpranmasını sağlamaları ihtimal dışı değildir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.