Genelde hakemli dergilerin uzun teorik makalelerine böyle iki kilometre başlıklar tercih edilir ama yazının meramını anlatacak daha özet bir başlık bulamadım. Başlıkta resmî ideolojinin “iç düşman” ayrımındaki mantığa dâir bir soru var. Bu sorunun cevabıysa, Cumhuriyet’in Türklük cüzündeki ötekinin Kürt oluşudur. Ermeni ulusundan soykırımla, diğer gayr-ı Müslimlerden katliam ve zorunlu göçle “kurtulan” devlet için, millî […]
Genelde hakemli dergilerin uzun teorik makalelerine böyle iki kilometre başlıklar tercih edilir ama yazının meramını anlatacak daha özet bir başlık bulamadım.
Başlıkta resmî ideolojinin “iç düşman” ayrımındaki mantığa dâir bir soru var.
Bu sorunun cevabıysa, Cumhuriyet’in Türklük cüzündeki ötekinin Kürt oluşudur. Ermeni ulusundan soykırımla, diğer gayr-ı Müslimlerden katliam ve zorunlu göçle “kurtulan” devlet için, millî meselelerden geriye tek bir “çıban başı” olarak Kürtlerin kalmış olması, Cumhuriyet’in yeni alerjisi olarak “olmayan Kürtlüğü” imal etmiştir.
“Var olmayan” bir milletten dolayı bir sorunun olduğu söyleminin Türk tipi faşizme özgülüğünü daha önce konuyla ilgili yazdığım başka yazılarda da söylemiştim. Bir halkın (ve halkların) salt bir varlık olarak dâhi inkârı Türk faşizmine rengini veren en belirgin unsurdur. Bu yüzden Türklüğe asimile etme gâyesi ideolojik görünüm olarak ne İngiliz; ne Rus; ne İspanyol; ne Sinhali, ne Arap, Fars… herhangi bir hâkim ulusun pratikleriyle benzeşir.
Karşı karşıya olduğumuz; kibir ve tam da onun içinde her an feveran etmeye hazır olan bir komplekslilik hâlidir. Saldırganlık, yıkıcılık ve gözü körlük alt üst olmuş bu psikolojik enkâzdan kaynaklanır.
Bu enkâz da kendini, eski İmparatorluğun görkemli yıllarıyla ve bir bir kaybedilen ecdad topraklarıyla refere eder.
Türk milliyetçiliği salt öfkeli değil, hüzünlüdür de (acındırmak gibi olmasın).
Bu milliyetçiliğin, yıllardır, bütünüyle bir acı üzerinden inşa olunan başka bir milliyetçilikle çarpışıyor oluşu da onu daha tahammülsüz ve mütecaviz bir forma sokmuştur.
Olmayan Kürdistan
Gürcistan, SSCB’nin dağılmasıyla Türkiye’nin kuzeydoğusunda bağımsızlığını ilan etti. Türkiye’de, tam da Gürcistan sınırında ve eskiden de bir dönem Gürcü hâkimiyetinde kalmış bölgede Gürcü nüfus olmasına karşın, Türk devletinin duruma tek bir itirazı olmadı. Tersine Türkiye, Gürcistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan devletlerdendir.
Bunun sebebi elbette ki, hâkim ulusla tamamen kaynaşmış olan Gürcülerin Türkiye’de herhangi bir ulusal talebe sahip olmayışıdır. Yani Türkiye’de en temel anadil taleplerinin arkasında dâhi örgütlenemeyen Gürcü halkı doğal olarak bir tehdit ve tehlike olarak algılanmayacaktır.
Söz konusu olan, zaten büyük ölçüde asimile edilmiş bir halktır. Lazlar, Çerkesler, Arnavutlar, Araplar, Boşnaklar vesaire gibi… (her birinin asimilasyon/ “entegrasyon” düzeyleri farklı farklıdır).
Fakat Kürt ulusunun durumu evvelden beri ayrıksı. Aslında Cumhuriyet, I. Meclis’in pratiğini sürdürse, durum belki bu kadar kana ve cana mal olan, çözülemez bir hâl da almayacaktı. Fakat, Kemalizm, “Türk’ün sağlıklı geleceği” için Kürt’ün imha, inkâr ve asimilasyonunu çâre gördü.
Bugünün ise ne kadar “sağlıklı” olduğu ortada…
Ancak gelin görün ki, alınan yol, hepi topu “Kürt vardır”a kadar gelebilmiş bir arpa boyu mesafesinde. Savaş konsepti alçala yüksele sürüyor, temel haklar birer şantaj malzemesi olarak kullanılıyor, dünyanın herhangi bir yerinden Kürt ile ilgili bir ses gelse Türk milliyetçisini kaşıntı basıyor.
Üstelik, “kabile devleti” diye aşağılanan Güney Kürdistan’daki oluşuma daha yeni -mecburen- alışılmıştı ki, bir de Küçük Güney Kürdistan’daki (Rojava’daki), dahası Apocu siyaset çizgisinde taptaze bir Kürt egemenlik alanı ortaya çıktı.
Cumhurbaşkanı haykırdı: “Güneyimizde bir Kürt oluşumuna izin vermeyiz!” E ama orası senin toprağın değil. Hangi hakka binaen böyle bir duruma karışabiliyorsun? Orada yapay Arap devletlerinin varlığı normal de, sıra Kürt’e gelince mi olmuyor?
“Olmaz”!
Zira Kürt’ün günahı, onların Türkiye sınırları içinde, en az 15 milyon nüfusla, ulusal bilince ve taleplere sâhip, yüzlerce yıllık bir mücadele geleneği olan örgütlü bir halk olarak durmasında. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın yakalarından birinin özgürleşmesi ihtimali egemenlerin tüylerini diken diken ediyor bu yüzden.
Öyle ya, bu “pişmiş aşa su katmak” olacaktır.
Ya da tarihi geriye döndürmek, yıllar evvel bir halka sorulmadan imzalanmış kâğıt parçalarından sorulmuş bir hesap.
İşte bundandır ki, Kürdistan yoktur, yani olmamalıdır -“olmasa iyi olurdu”. Zaten Kürtlerin bir tarihi bile söz konusu değil, hiçbir zaman bir devletleri olmamış, Doğulu kardeşlerimiz ayrılmaz parçamızdır falan filan.
Hâlbuki orta yerde duran; Tamillerden sonra dünyanın en büyük devletsiz ulusu olan bir halkın özgürlükten başka herhangi bir biçimde -bu illâ ayrı devlet de değildir- çözülemeyecek olan devâsa ve bölgesel sorunudur.
Bir ulus, elinde olan çok az şeyle, elinde olacaklar için, inkâra ve imhaya karşı ölümüne direnmiştir, direniyor.
Zalimlerin şaştığı ve kızdığı da budur.
İstanbul’a rahatça gidip, gelebilmek dururken, Kürt’ün bu Qamişlo hasreti nedendir?!
Son söz: “Kürdistan yok” diyen izansızlara, sevgili dedeleri Kanunî’nin Fransa kralına yazdığı mektubu gösterin. En azından “yok derken, şimdi yok yaaa” kıvamına geleceklerdir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.