Savaşın vicdanını harekete geçiren iki dinamikten söz edebiliriz. Birincisi güçlü tarafta oluşan savaşın amacına ulaşamayacağı endişesinin ortaya çıkardığı “boşuna mı ölüyoruz” kaygısı, ikincisi ise daha politik bir tercih olarak “savaşın haklılığı veya haksızlığı”nın sorgulanması… Son dönemde asker-polis cenazelerinde siyasi iktidara karşı doğrudan gelişen tepkiler, cenaze sahiplerinin “vatan sağolsun” demekte zorlanmaları acımasızca sürdürülen bu savaşın sorgulanmaya […]
Savaşın vicdanını harekete geçiren iki dinamikten söz edebiliriz. Birincisi güçlü tarafta oluşan savaşın amacına ulaşamayacağı endişesinin ortaya çıkardığı “boşuna mı ölüyoruz” kaygısı, ikincisi ise daha politik bir tercih olarak “savaşın haklılığı veya haksızlığı”nın sorgulanması…
Son dönemde asker-polis cenazelerinde siyasi iktidara karşı doğrudan gelişen tepkiler, cenaze sahiplerinin “vatan sağolsun” demekte zorlanmaları acımasızca sürdürülen bu savaşın sorgulanmaya başlandığı anlamına mı geliyor?
Savaşın toplumsal boyutunda Kürtler Türklere göre vicdanen daha huzurlu görünüyor. Uzun süredir T.C. devletinin demokratikleşmesi koşuluyla Türkler ve diğer Türkiye bileşenleriyle birlikte yaşama arzusunu dile getirdiler ve bu amaca ulaşmak için barışçıl politikaları esas aldıklarını PKK ve önderleri Abdullah Öcalan vasıtasıyla açıkça ifade ettiler.
Türklerin kafası ise halen karışık. Kürtlerin siyasal/kültürel taleplerinin zor yoluyla bastırılamayacağını, Kürt siyasi hareketinin savaşla yenilgiye uğratılamayacağını kabullenemiyorlar. Bu nedenle AKP devleti savaş ilan ettiğinde yeniden milliyetçi histeriyle dolup taşıyorlar. Milliyetçi histerinin sol tarafı Sözcü gazetesi başka konularda AKP devletiyle kıyasıya kavgaya tutuşurken iş Kürtlere yönelik saldırıya geldiğinde sanki saldırıyı AKP devleti yapmıyormuş gibi, alkışlamaktan elleri kızarıyor. Bu hususta AKP’ye yönelik tek eleştirisi neden başından beri daha sert ve acımasız olmadığı…
Bu milliyetçi/ulusalcı histerinin içinden bir yerden savaşın vicdanı filizlenebilir mi? Cenazelerde ortaya çıkan tepkiler güçlü bir savaş karşıtı harekete dönüşebilir mi ya da dönüşmese bile savaş karşıtı bir hareketin güçlü bir dayanağı haline gelebilir mi?
Savaşın vicdanını harekete geçiren iki dinamikten söz edebiliriz. Birincisi güçlü tarafta oluşan savaşın amacına ulaşamayacağı endişesinin ortaya çıkardığı “boşuna mı ölüyoruz” kaygısı, ikincisi ise daha politik bir tercih olarak “savaşın haklılığı veya haksızlığı”nın sorgulanması… Bu ikisi kimi zaman birbirinden ayrılabilir çoğu zaman ise birbirinin içinden çıkar, birlikte büyür.
Bildiğimiz en büyük savaş karşıtı hareket ABD’nin Vietnam’ı işgaline karşı gelişen mücadeleydi. Kuşkusuz bu hareketin en önemli dinamiği o dönemin güçlü sol/sosyalist rüzgarlarıydı ve doğrudan “Amerika’nın Vietnam’da ne işi var” sorgusu üzerinden, “haksız savaş” eleştirisi yapılıyordu. Tabii ki orada da geniş muhafazakar kitleler ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamları destekliyor ve ABD’nin başarısızlığının faturasını barış mücadelesi yürütenlere çıkarıyorlardı. Sağcı/muhafazakar kitleler çok daha büyük kalabalıklara sahip olmalarına rağmen yükselen mücadele dinamiği barış mücadelesinden yanaydı ve onlar kazandı.
Türkler ise savaşın etkili yaşandığı dönemlerde milliyetçi/ulusalcı dalganın etkisi altına girerek PKK karşıtlığıyla Kürt düşmanlığının iç içe geçtiği bir akıl tutulması yaşıyorlar. Milliyetçi/ulusalcı kitleler açısından öyle anlaşılıyor ki bugüne kadar “haklılık” üzerinden bir endişe oluşmuş değil. Bu milliyetçi histeri savaşın kazanılacağından emin olsa hiçbir vicdani insani kaygı taşımadan karşı tarafa her türlü zulmün yapılmasıyla ancak doyuma ulaşacak gibi duruyor. Maalesef bu “saf” vahşetin aklını başına getirebilecek ve onları “acaba” endişesine gark edecek tek şey kendilerinin de çok ciddi bedel ödemek zorunda kalacaklarını anlaması.
Bu savaşta “devlet bir yerden girer öbür taraftan temizler çıkar” diye bir şey olmayacağını bir kez daha anlamak için daha kaç asker ailesinin evlat acısına tanık olacağız? Saray’ın hırsızlığının, yolsuzluğunun, iktidar düşkünlüğünün bu kadar ayyuka çıktığı bir yerde bunun sorgulanmaması mümkün mü?
Diğer taraftan bu milliyetçilik histerisini sorgulatan en önemli husus toplumsal çözülmenin yarattığı duygusal parçalanmalardır. Her koyunun kendi bacağından asıldığı, herkesin gırtlağına kadar borca battığı ve yaşam gailesinden başka bir şey düşünemez hale geldiği bu topraklarda aslında gerçekten “ateş sadece düştüğü yakıyor.” “Şehit” haberlerinin gelmesiyle sokaklara doluşan topluluklar, HDP binalarına, Kürtlerin mekanlarına yapılan saldırılar daha çok devletin himayesinde olmanın şımarıklığıyla oluşuyor. Bu anlamıyla “sahici” bir toplumsal dayanışma veya şehidine sahip çıkma duygusunun zayıflığı veya yokluğu ateşin düştüğü yerde iliklerine kadar hissediliyor ve “KİM BAŞLATTI BU SAVAŞI” ve “NEDEN HEP YOKSUL ÇOCUKLARI ÖLÜYOR” feryadı biraz da bu nedenle daha sık işitilir hale geliyor.
AKP devletinin iktidarını kaybetmemek uğruna başlattığı bu savaşı kazanamayacağının anlaşılmasıyla zihinlerde oluşmaya başlayan “Boşuna mı ölüyoruz?” sorusu bu “milliyetçi kibri” sorgulatabilir ve savaşın vicdanını harekete geçirebilir. Asker/polis cenazelerindeki tepkinin kimi zaman siyasi iktidara yönelmesi milliyetçi/ulusalcı kitleler nezdinde “haklı mıyız?” sorgulamasının sonucu olmasa da “milli savaş” algısının zedelenip yerine “saray savaşı” algısının yerleşebileceğini göstermektedir.
Kürt sorununun barışçı politik mücadele ile çözülmesini esas alan ve AKP devletinin savaş dayatmasına karşı toplumsal barışı savunan muhalefet hareketi bu vicdani uyanışla empati kurabilmeli ve mücadelesine taşıyabilmelidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.