Baran Çağlı’nın kısa anısına… Önlerine konan küçük ve büyük çanaklardan beslenenler için, “onur”, “adalet”, “erdem”, “ahlâk” gibi kavramlar tedavülden kalkalı çok oldu. Bu coğrafyada can yakıcı bir vicdanî enkâz üzerimize yıkılmış, bunun altında inim inim inliyoruz. Bu toplumsal yıkıntıdan ayağa doğrulmaya çalışıyoruz. Üzerimizdeki ağırlığı tarif edecek bir kelime yok. Eziliyoruz. Zulmün kitlevî gücü olan başka […]
Baran Çağlı’nın kısa anısına…
Önlerine konan küçük ve büyük çanaklardan beslenenler için, “onur”, “adalet”, “erdem”, “ahlâk” gibi kavramlar tedavülden kalkalı çok oldu.
Bu coğrafyada can yakıcı bir vicdanî enkâz üzerimize yıkılmış, bunun altında inim inim inliyoruz.
Bu toplumsal yıkıntıdan ayağa doğrulmaya çalışıyoruz. Üzerimizdeki ağırlığı tarif edecek bir kelime yok.
Eziliyoruz. Zulmün kitlevî gücü olan başka ezilenler kâh sözleriyle; kâh tekme tokatlarıyla; kâh taş, sopa ve silahlarıyla bizi eziyorlar.
“Halkımız” dediğimiz toplamın çoğunluğu resmî kolluğun gönüllü yedek gücüdür.
Biz onları kazanamadığımız sürece de bu makus talih böyle sürüp gidecek.
Solcular, Kürtler, Alevîler, Ermeniler… ülkenin kahir ekseriyetince, ne eziyet görse kârdır olanlar diye görülecekler.
Acı.
Ama gerçek.
Yaşadığımız distopya
Hayatımızlarımıza çöken karanlık, bugüne dek yazılmış hiçbir distopya romanının, filminin karanlığından biraz daha ağartılı değil. Bizim distopyamız gerçek, içinde soluk alıp veriyoruz.
Devletin başı, Berkin’i ve anasını binlere yuhalatırken, kalbimize saplanan hançerlerle bunu yaşıyoruz. Kürdistan’da vurulan kızıl yanaklı çocuklar için “yılanın başını büyümeden ezeceksin” denildiğini duyunca, günümüze gölge olan simsiyahın tasviri daha bir zorlaşıyor.
Faşizm, bizi acılarımızda birleştiriyor. Ancak cenazelerde bir araya gelebiliyoruz artık.
“Biz”, diyebileceğimiz varlık giderek küçülüyor, cemaatleşiyor. Kendi içimize kapanıyoruz, biz; marjinaller, en çok birbirimize öfkeliyiz.
Hepimizin sebepleri var.
Sebepler asgarî müştereklerimizi görünmezleştiriyor. Mesela 19 Aralık, hepimizin canını yakıyor ama yine 19 Aralık, bizi birbirimizden koparıyor.
Faşizm, daha tabana yayılıyor, güçleniyor. İşsiz, yoksul halk, “halkın devrimci öncüleri”ne sırtını dönüp, “mukaddes”lere, ufak çıkarlara, karın tokluğuna, düzene sığınıyor. Kürdistan ise başka bir atmosferde soluk alıp, veriyor. Kürtler, örgütüyle bütünleşmiş, ayrı ülke gerçeğini acı ve coşkuyla yaşıyor, ölüyor.
Kürdistan’ın ilericileriyle, Batı’nın ilericilerinin zaten zayıf olan bağları “bahar” gözüken durakta aslında biteviye zayıflıyor.
Zira sorulan soruya cevap yanlış verilmiş.
Kürdistan’ın Türkiye’leşmesi değil, Türkiye’nin Kürdistan’laşması gerek. Halkların dayanışabilmesi için gayri-Kürtlerin de devrimci bir önderin arkasına dizilmesi zorunlu. Aksi takdirde sol, oradaki gücün peşine takılan ya da oradaki güçten kendini tamamen uzaklaştıran zayıf odaklar olarak kalmaktan başka bir şey olamayacak.
Marjinaller; açlığı, yoksulluğu, evsizliği, ölüme mahkûmiyeti, 1000 lira maaşa sigortasız çalışmayı örgütlemeli. Biz, kader ortaklarımızı düşmanın elinden alıp geri kazanmalıyız. Kürdistanî hareket de ancak bu şekilde “marjinal”lik gömleğini üzerinden paramparça edip atabilecektir.
İşimiz zor. Giderek sosyal medya hesaplarımız dışında bir şey olmamaya doğru ilerliyoruz. Sosyal medya bizi sadece söyletiyor, söyletmek zorunda bırakıyor ya da. Orada bağırıyoruz ve verdiğimiz reaksiyonla rahatlıyoruz, kendi kendimizin gazımızı almaktan başka işimiz yok.
İrlandalı bir turistin esnafı dövmesini zevkle izliyoruz. Gezi’de, 1 Mayıs’larda, başka eylemlerde, ellerinde sopalarla bizi tek tek yakalayıp, bize saldıranları adres adres biliyoruz. Yaptığımız bir şey yok.
#HesapSoracağız yazmak kâfi. Aktıkça tweet’ler, pamuk gibi oluyoruz. Espriler havada uçuştukça, binlerce rt’lerle, ağlanacak hâlimize gülüyoruz.
Hiçbir işe yaramıyoruz (çoğumuz).
Belki de bu karanlığa alışıyoruz. Belki de artık gettolarımızdaki minik “cennet”lerdeki hayatlarımız bize yeterli geliyor. Fakat, gettolar giderek ufalırken, oradan da ağır darbeler yeyip, durmadan geri çekiliyoruz.
Kimimiz “Kürt’tür ne yapsa helâldir” noktasındayen, bir diğerimiz “ulusalcılık” adı verilen az ya da çok sol soslu milliyetçiliğin vadettiği alanla cezboluyoruz. Birimizinse verdiği savaştan, onlardan gayrısını oluşturan diğer toplamdan hiç kimse hazzetmiyor. Eylem de beğenmiyoruz…
Karanlık büyürken, bizim aydınlığımız küçülüyor. Durmadan canımızı yakıyorlar. Sağlık ekiplerini tarıyorlar, damda yatanı vuruyorlar. Bize karşı topyekûn savaş büyütülüyor. Çepeçevre sarılmışız. Çok azız. Facebook’ta tepki vermeye çekinecek kadar azız, acaba şimdi akrabalarımdan, arkadaşlarımdan biri ‘terör’ söylemi silahıyla beni vurur mu diye.
“7 yaşında çocuğu vurdular” diyeceksin.
“Askerlerimiz, polislerimiz öldürülüyor, neden ona bir şey demiyorsun” diyecekler…
7 yaşında çocuğun vurulabiliyor olmasından, dağa çıkmaya bir meşruiyet çizgisi uzanır ama savunmak her yiğidin harcı değil.
Korkuyoruz.
Biz burada her saniye bir korkuyla yaşıyoruz.
Hangimizi ne zaman alacaklar, hangimizi nerede vuracaklar belli değil.
Korkuyoruz.
Bu korkuyu ortadan kaldırabilmek için ise korkunun sebeplerinden bir bağlamı korkusuzluğa bükmek lâzım.
Öç örgütlemek lâzım!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.