Pirsûs’ta düşen arkadaşlarımız için… “Şehit”, Arapça bildiğimiz “şahîd” kökünden geliyor, yani tanık demek. Nişanyan’ın sözlüğünde bu kelimenin de Aramca aynı anlamdaki “sâhdâ”dan alındığı yazıyor. Aramîce ise bu kelimeyi Eski Yunanca martys, martyros’tan aynen çevirmiş. Kelime, Batı dillerine de aynı Yunanca kökten geçip yayılmış. Günümüz Yunancasında, μάρτυρας (martiras) hem şehit; hem tanık anlamında kullanılıyor. Esas mânâsı […]
Pirsûs’ta düşen arkadaşlarımız için…
“Şehit”, Arapça bildiğimiz “şahîd” kökünden geliyor, yani tanık demek. Nişanyan’ın sözlüğünde bu kelimenin de Aramca aynı anlamdaki “sâhdâ”dan alındığı yazıyor. Aramîce ise bu kelimeyi Eski Yunanca martys, martyros’tan aynen çevirmiş. Kelime, Batı dillerine de aynı Yunanca kökten geçip yayılmış.
Günümüz Yunancasında, μάρτυρας (martiras) hem şehit; hem tanık anlamında kullanılıyor.
Esas mânâsı “din için ölen” olan kelime, tıpkı “millet” kavramında görüldüğü gibi anlam genişlemesine uğramış ve “bir dava uğruna ölen insan”a doğru evrilmiş. Yani aslında devletlerin ve siyasî akımların bu kavramı kullanmasında daha en başta anlamsal bir yanlışlık söz konusu.
Biz de mesela, “devrim şehidi” diyoruz. Çünkü sınırların ve sınıfların kalktığı bir dünya için ölenlere “ölüler” demek bize ağır geliyor. Ben, bu “şehit” kelimesinin devrimci literatürde kullanılmasını doğru bulmuyorum, hatta bir dönem “şehit” dememeye de özen gösterdim ama sonra yerleşmiş bir kullanımı “etimolojik” gerekçelerle reddetmenin anlamsız olduğuna kâni oldum.
Neyse, artık asıl mevzumuza girelim.
Vatan için toprağa düşen…
Türkiye’de şehitler denilince ahali genelinin aklına “İstiklal şehitleri”, “Kore şehitleri”, “Kıbrıs şehitleri” ve “terörle mücadele şehitleri” geliyor. Toplum, “Kurtuluş Savaşı şehitleri”nin şehitliği konusunda çoğunlukla hemfikirken, en yaygın itiraz “Kore şehitleri” hususunda gündeme geliyor: “Orada ne işimiz vardı Adnan bey?!” (*)
Son 30 yıldır ise “şehadet haberleri”, daha çok Kürdistan’daki savaş dolayımıyla evlere gelip, “infial” uyandırıyor. Polis ölümlerininse, asker ölümleri kadar öfke uyandırmadığı çok açık. Zira, devrimcilikle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan insanların bile polise karşı bir mesafesi olduğu mâlum.
Ancak, daha 20’sinde olan gencecik insanların, zorunlu olarak gittikleri askerden ölü bedenleriniyle geri dönmeleri, öfke ve faşizan hamaset bir yana hemen herkeste büyük bir vicdanî yaraya sebep oluyor.
Çünkü Kürdistan’da ölebilmemiz için; erkek ve yoksul olmamız yeterli bir kıstas.
Askerlik zorunlu. “Vicdanî red” ise anayasal bir hak değil ve insanın bütün bir hayatını ipotek altına alabilecek bir karar. Öyle her babayiğidin harcı olamıyor. Bedelli için de herkesin gücü yok.
Özetle askere gidenlerin tümü, oraya can ata ata gitmiyor. Doğrusu hevesle giden de pek azdır. Bu heveslilerin çoğu da zaten kışlada komutanların ve üst devrelerin kendisine reva gördüğü muameleyi tecrübe edince askerlikten soğuyacak ve “gel tezkere” diye ip çekmeye başlayacaktır.
İşte böyle bir savaşın içindeyiz. Bir yanda bir gönüllüler ordusu, diğer yanda zorunlu ve ücretli askerler. Ölen şehit, kalan gazi ve her bedeli ödemeye hazır bir devlet! Ve her konuda olduğu gibi yine gurebaya ödetilen ağır faturalar; baba, eş ve evlat yitimleri…
Pirsûs’taki vahşi katliamdan sonra hükümetin “fırsat bu fırsat” deyip, her şeyi yıkıp, viran etmesi sayesinde yeniden içine girilen savaş konseptiyle, ölen insanlar, gerilen bir toplum, kabaran faşist barbarlık ve iç savaş havası…
(IŞ)İD, PKK ve DHKP-C’ye karşı mücadele ediyoruz diyen devletin heybesinden çıkan devrimcilere karşı topyekûn savaş. Orada da durmayıp, bütün bir muhalefete ve dahi burjuva siyasetine ayara ve baskıya yönelen anti-demokratik bir kasırga.
Savaşı başlatan devletin, “bütün bedelleri ödemeye hazırız”dan anladığı, “daha fazla yoksul genci ölüme gönderebiliriz”den başka bir şey değil. Bunu sağlayabilmek için de bir şehitler edebiyatına ve “vatan sağ olsun” diyebilecek bir halka ihtiyaçları var.
Zaten toplumda geniş bir tabanı bulunan örgütlü cehaletten beslenen sivil/sıradan faşizm de böyle böyle biteviye yükseltiliyor.
Kürt; savaşsa olmuyor, barışsa olmuyor, ayrılsa hiç olmuyor. Hitler’in ruhu çağrılıyor sıradan insanların, sıradan sohbetlerinde. Kürtlere yönelik geriye, sadece bir toplu katliama uğratılma hayali kalıyor.
Solun ve demokratların da bir kısmı, apolitik barış çağrılarıyla, zalimlerle mazlumları birbirine eşitliyor. Bok yedirenlerle, eline silah almak zorunda kalanların şiddeti bir ve aynı görülüyor.
Bu topraklarda devrimcilik adına da pek bir şey kalmıyor. Liberal virüs solun hemen her hücresine sirayet ediyor. Çünkü köşeleri kapanlar, akıllı solculuk yapanların hiçbiri rahatlarının bozulmasından yana değil. Buradaki bakaya da, hamasî bir barış söylemi ve varını yoğunu borçlu olduğu Kürt hareketinin “asıl gücü”ne ayar verme histerisi oluyor .(**)
Timeline’larımız yetmez ama evet’çilerin mide bulandırıcı yazılarından geçilmiyor. Kimler paylaşmıyor ki!
Bir ölüm haberi, bir liberal yazısı, bir ölüm haberi, bir liberal yazısı… Akıyor…
Devletlular konuşuyor: “her bedeli ödemeye hazırız!” “Şehit”lerin evlerine bakıyoruz, yıkık dökük. Anlaşılan çoğumuzdan bile kötü durumları, halkın en yoksul kesiminden insanlar. Uzun dönem, okumamış gençler. Çoğu evli ve çocuk sahibi. Bir kısmı ortalama “Türk insanı”; milliyetçi-mukaddesatçı, bir kısmı ise Kürt; koğuşta, kantinde, içtima alanında “özgürlük mahkumları” diye halay çekenlerden.
Bunların hepsi ölüyor orada. Kurşunlar adam seçmiyor.
Savaşı başlatan onlar değil ama kurban onlar. Daha büyük saraylar ve “itibar” için.
“Şehit”… “Vatan sağ olsun!”… Hep bu cümleyi duyuyoruz medyadan. “Zenginlerin çocukları niye ölmüyor?!” diye haykıran insanların çığlıkları yok orada. Medya bu savaşın ortağı, medya bu savaştaki en önemli propoganda aracı. Kendini mevcut duruma göre ayarlayabilmesi bir iki dakika bile sürmüyor, “barışsever” medyadan, “şahin” medyaya anında geçebiliyorlar.
“Şehit”… “şehit” dedikleri senin benim gibi insanlar işte, “nerede çalışacağım?”, “nasıl evleneceğim?”, “çocuğuma nasıl bakacağım?”, “akşam ne yiyeceğim?” diye düşünen insanlar. “Bir evim olur mu?” diye hayal kuranlar. Bağdat Caddesi’nde araba yarışı yapanlar, doğum günü hediyesi olarak yat alanlar, babasının fabrikasına patron olanlar, vekil çocukları filan ölmüyor.
Savaşı başlatan, finanse eden onlar ama onlar ölmüyor.
Sen-ben ölüyoruz. İster faşist ol, ister anarşist, fark etmiyor, askere gidersen ve oraya düşersen ölebilirsin. “6 ayda yapar dönerim ya!” diye düşünen ve Kürdistan’ın bağımsızlığını savunan bir Marksist-Leninist olsan bile orada ölüp, devlet katında “şehit” mertebesine yükselebilirsin!
Nasıl hikâye ama?!
Şehadet yoksullar içindir çünkü. İşsizlik, evsizlik, pahalılık gibi. Bizi bu kadar birleştiren, bu kadar çok şey varken, hâlâ zâlime değil de, birbirimize düşmanız ya, bize de helâl olsun!
“Şehit” diyorlar ya sonuçta, gururlanıyoruz toprağa düşenlerle. Hâlbuki şimdi kendi de ulusalcılıkta bayağı merhale kaydeden üstadımızın da dediği gibi, bir avuç toprakları var mıydı be yaşarken?!
İsmail Güney Yılmaz
(*) Nâzım Hikmet’in şiiri;
Diyet
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis’e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadalı saçlarınız
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore’de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
(**) Kürt hareketinin politikası, ideolojisi ve bazı yönlerden eylem çizgisiyle ilgili de sayfalar dolusu eleştiri yazısı yazabiliriz. Ama bu, bu yazının konusu değil.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.