…çok değişik çalış üsluplarının olduğunu söylemiştim. Bunların en güzellerinden biri de bana göre Şelpe, yani tezenesiz, mızrapsız bağlama çalma tarzı. Bu sağ elin, yani tezene tutan elin teller üzerinde gezdirilmesiyle oluyor. Bugün Maraş’ta ve Sarız yöresinde Alevi-Kürt dedeleri büyük bir asillikle bunu icra ederler. Avşarlar da çalıyor bunu, Teke Yöresi’nde… Hasret Gültekin “İnsan her şeyin […]
…çok değişik çalış üsluplarının olduğunu söylemiştim. Bunların en güzellerinden biri de bana göre Şelpe, yani tezenesiz, mızrapsız bağlama çalma tarzı. Bu sağ elin, yani tezene tutan elin teller üzerinde gezdirilmesiyle oluyor. Bugün Maraş’ta ve Sarız yöresinde Alevi-Kürt dedeleri büyük bir asillikle bunu icra ederler. Avşarlar da çalıyor bunu, Teke Yöresi’nde…
Hasret Gültekin
“İnsan her şeyin ölçüsüdür” (homo mensura sentence), der Protagoras. Bu ifade ile Protagoras’ın pragmatist/öznelci bir duruma mı işaret ettiği, yoksa mitolojik düşüncenin, tanrıların egemen olduğu bir zamanda bilgiye ancak insan türünün esas alınmasıyla ulaşılabileceğini söylemek istediği halen tartışmalı. Ama genel eğilim, Protagoras’ın subjektif/pragmatist düşüncenin ilk temsilcilerinden biri olduğu. “Şeyler benim için bana göründüğü gibidir, senin için de sana göründüğü gibi.”
“Bir kültür ve sanat insanı olarak benim rüyam, her türlü değer ve ölçünün merkezine insanın yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır.” (Livaneli – 16.07.15/Cumhuriyet)
Livaneli’nin insanın merkeze yerleştirilmesi ile “benim Kâbe’m insandır” diyen Alevilik ve Protagoras’ın yaklaşımı arasında ilk bakışta bir aynılık olsa da esasta iki ayrı yönü işaret eden görünürde üç benzer cümle. İnsanı hangi anlamda merkeze yerleştirmek istediği açık olmasa da, Livaneli’nin tersine bir Alevi olarak ben, bu yazıda, Aleviliğin insanı, canlılar içerisinde piramidin en tepesinde duran, evrenin merkezine oturtulan bir varlıktan çok, akla sahip ve bilgiye ulaşan bir canlı olarak kendisini ayrıcalıklı görme eğilimine sahip ama değer ve işlev açısından bir karıncadan/taştan ne daha fazla, ne de daha az bir yer kaplayan bir varlık olarak değerlendirdiği görüşünü işleyeceğim. Aleviliği, barışçıl tarafını defalarca vurguladıktan sonra O’nu, İslam gibi “şiddetin içkin bir özellik olduğu” bir dinin bir başka yorumu olarak algılayan Livaneli’nin tersine, yine burada, Aleviliğin esas olarak monoteist dinler karşıtı bir yol olduğunu, O’nu sadece Türk ve Türkçe ile açıklayan indirgemeci yaklaşımı ise Livaneli’nin rahatlığına saymayacağım.
Önce birkaç soru:
Livaneli bu makale ile,
Bunu bir nefeste yanıtlamak yanlış olur. Bir yönüyle Livaneli’nin Aleviliği ele alırken gösterdiği keyfiyetçiliğe düşmekle eş olacaktır.
Alevilik geleneğinde öğrenme sözkonusu olduğunda kullanılan en yaygın metaforlardan bir tanesi, ocağa odun taşıma hikayesidir. Bu metafor elbette sadece öğrenme süreci ile ilgili değildir, o aynı zamanda nefsi kırma vetiresine de göndermede bulunur. Livaneli dergaha hala eğri odun taşıyan talip aşamasında, şansızlığı ama, eğri odun getirdiğini söyleyen bir piri yok. İyi bir eğitim, güzel bir aile terbiyesi edindiği İslam anlayışı ya da -izmler arasında kendisine yakın hissettiği hümanizm Livaneli için Aleviliğe uzanan yolda ilk adımlar (Cumhuriyet 02.07). Aleviliği başkalarına anlatacak, Aleviliğin ne olduğunu belirleyecek yoldaki ilk adımlar. Kullandığı okşayıcı dil ve Aleviliği olumlayan yaklaşımın maskesini “Aleviliği tanımlayan/belirleyen” üst dil düşürüveriyor. Kürdü hiç anmayan, Arap Alevi’yi de bir başka araştırmanın konusu yapıp, uzaklaştıran Livaneli, müzikteki dünya insanı Livaneli’den çok uzaklara düşüyor, Türk-İslam oluyor. İyi de Türk-İslam olan Livaneli, başkalarına Aleviliği anlatmayı kendine niye misyon ediniyor?
Livaneli makalesinde, Alevi olmayan biri olarak başkalarına Aleviliği anlatıyor, ne ala. İşlediği konunun nesnesine yaklaşırken mümkün olduğunca kendi değer yargılarını işin içine karışmaması için çaba harcayan bir bilim insanının tersine, Livaneli bunu pek dert etmiyor. İslam, Türklük ve Türkçe, Livaneli Aleviliğinin ya da Livaneli’nin deyimiyle Anadolu İslamının açıklığa kavuştuğu temel Kategoriler. Felsefe ve Sosyal Bilimlerde, batılı olmayan toplum ve kültürlerin, yine batı tarafından batının kendi kavram ve kategorileri aracılığıyla ele alınması, açıklanması yaklaşımı “Avrupa Merkezcilik” ile tanımlanmıştır. İki savaş arasında gelişen, II. Yıkım Savaşından sonra daha da etkili olan Modernizm karşıtı bilimsel çalışmaların ilk itirazlarında biri de bu noktadaydı. Yeni yaklaşım, egemen bilim/kültür anlayışına şu itirazda bulundu: “Kendi Kategorilerinle diğerini, senin gibi olmayanı tanımlama hakkına sahip değilsin, bu kategorilerle diğerini öğrenemezsin, anlayamazsın.”
Livaneli bu anlamda Avrupa merkeziyetçiliğinde olduğu gibi, bulunduğu konumu esas alan bir aydının görevini üstleniyor. Keyfiyetçilik de cabası. İçerik açısından bize yeni bir şeyler söylemiyor Livaneli’nin makalesi. Ama Aleviliği araştıran, Alevilik hakkında yazan birçokları gibi Livaneli’nin de derdi önce anlamak, kavramaya çalışmak değil, O’nu belirlemek.
O salonda çeşitli uluslardan profesörlere ve öğrencilere Ahmed-i Yesevi’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Manikeizmi, Mazdekçiliği, Bogomilleri, Alevilik’teki tanrı kavrayışını anlatıyordum. Zaten bu ilginç Anadolu inancını anlatmak neredeyse misyonum haline gelmişti. (Livaneli – 02.07.15/Cumhuriyet)
Mazdek, Ahura Mazda dininin peygamberlerinden biri, Zerdüştlüğü reforme eden Mezopotamya-İran coğrafyasındaki proto-komünist. Maniheizm, ise 216-276/77 yılları arasında yaşamış İranlı Mani tarafından kurulan ve Zerdüşt, Hıristiyan ve Budizm etkileri taşıyan, Çin’den Roma’ya kadar yayılmış, yine İran-Mezopotamya kökenli bir din. Bogomiller (Slavca: tanrının arkadaşları/sevdalıları) ise 10. yüzyılda bugünkü Bulgaristan’da ortaya çıkıp, Bizans topraklarında ve Balkanlarda yayılan, adını Rahip Bogumil/Bogomil’den alan, Kilise tarafından sapkın bir inanç olarak nitelendirilen dini topluluk. Bir teori, Bogomilleri, 7. yüzyılda ortaya çıkmış Anadolu’dan Trakya ve Balkanlara sürülen, eşitliği Hıristiyan inancının en temel bileşeni sayan Paulusçuluğun devamı olarak görür. Sanırım yukarda adı geçen inançlar Livaneli için de Aleviliğin etkilendiği/etkilediği oluşumlar. Eğer böyleyse bu konuda kendisine katıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Ama sonra,
Çünkü Anadolu İslamının bu aydınlık yüzünün dünyada daha çok tanınması gerektiğine inanıyordum. (Livaneli – 02.07.15/Cumhuriyet)
Sizce İslam’ın, Livaneli’nin yukarda saydığı dinler/inançlar/kültürler ile bir bağı var mı? İslam bunlardan etkilenmiş midir? Bogomiller hariç diğer hepsi İslam öncesi bir tarihe dayanıyor. Bu inançlar tek tanrılı dinlerden çok ayrı bir teolojik ilkeye/müstenidata (justication) sahiptiler. Eğer bunlarla bir alakası varsa Aleviliğin, İslam’a evrilme süreci nasıl oldu? Livaneli’nin tarif ettiği ağaç farklı ama bize yedirmek istediği meyve Kızılelma. Hiçbir teorinin eli, gücü veya hükmü yetişmez, ama Livaneli’nin keyfiyeti sınır tanımıyor. İnsanın, kişiliğindeki keyfiyetin önüne geçmesi için en az bulunduğu konum kadar yüksek engelleri olmalı, der Gustav Freytag.
Anadolu Aleviliği 11. yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda gelişmiştir.
Eski Yunanlılar için Zerdüşt bilge bir insandı. Ateşi, evrenin/şeylerin/nesnelerin oluşmasında ve değişip ortadan kaybolmasında esas madde olarak gören ve diyalektik düşüncenin ilk büyük temsilcilerinden biri olan Heraklit’in felsefesi, Zerdüşt düşüncesi ile büyük bir benzerlik içerisindedir. Alevilik de tarihi boyunca hem Eski Yunan düşüncesiyle, hem de İran-Mezopotamya inanç ve kültürleriyle derin bir etkileşim içerisinde olmuştur. Dersim Kürt Alevilerinde bugün halen su dökerek ateş söndürülmez, yanlış görülür. Haftada bir gün Çıla (yağlı bez/), mum yakılır. Livaneli’nin verdiği sayı örnekleri sadece Eski İran’da değil Eski Yunan’da da karşımıza çıkar. Eski Yunandaki 7 büyük bilgede olduğu gibi. Bunun Alevilerdeki karşılığı 7 büyük Ozandır. Ozanlar birbirlerinin yerini almış/adlar değişmiş ama sayı hep 7 olarak kalmıştır. Ama böyle bir kadim gelenek ve tarih Livaneli’nin yaklaşımında Ahmet Yesevi ve Anadolu’ya gönderdiği Erenler mavalına dönüşüyor.
Bektaşi-Aleviliğin kurucusu Hacı Bektaş Ahmed-i Yesevi’nin talebesi değil miydi? Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleştirilmesinde bu inanca bağlı ‘kolonizatör Dervişler’ büyük rol oynamamış mıydı?
Ahmet Yesevi ölüm: 1166 Türkistan Yesi.
Hacı Bektaş: doğumu: 1206 Nişabur.
Nasıl öğrencisi olmuş, açıklanmaya muhtaç.
Anadolu’nun dervişler tarafından Türkleştirildiği teranesine de keşke hiç değinmeseydi Livaneli. Yakın tarih bize Anadolu’nun (Laz/Gürcü Karadenizin, Erzurum/Van/Erzincan/Dersim gibi Batı-Ermenistan şehirlerinin, İstanbul/İzmir gibi Rum kentlerinin) nasıl Türk ve Müslümalaştırıldığını çok açık gösteriyor. Tarih biraz da günümüzde gizli sayın Livaneli.
Hacı Bektaş baştan itibaren bir barış elçisi miydi, yoksa Mezopotamya ve Anadolu’yu kasıp kavuran Moğol saldırılarından kaçan sıradan bir derviş miydi, bilmiyoruz. Rivayetler çok ama kesin kanıt yok denecek kadar az. Örneğin, Hıristiyanlar, Hacı Bektaş’ın mezarının bulunduğu yeri Aziz Haralambos mekanı ile eş tutarlarmış ve her yıl adaklar adarlarmış. Tarikatı kuranın Bektaş değil, Balım Sultan olduğu çokça söylenir. Ve bu masala göre, Horasan gibi çok kültürlü, dilli, etnisiteli bir ülkeden (eski Farsçada güneşin doğduğu/yükseldiği ülke) Anadolu’ya göç edenler hep Türkler oluyor. Size de garip gelmiyor mu bu?
Toplumların, Halkların, Sınıfların, Grupların olduğu gibi Mekanların da hafızası vardır. Livaneli’nin kendisi de belirtiyor; Bogomiller, yar yanağından başka her şeyin paylaşılmasında yanaydılar. Bogomillerin yayıldığı coğrafya ile Şeyh Bedrettin’in etki alanı kesişiyor. İki farklı zaman dilimi ama mekan bir. Bu durum Alevilik için de geçerli. Alevilik uzak bir ülkeden Anadolu’ya taşınmadı, bilakis uzak mekandan gelenler burada bu inanç/kültür ile karşılaştılar, Alevi oldular.
Yesevi, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm’ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.
Hümanist ögelerle İslam’ı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed-i Yesevi, yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli ülkelere gönderiyordu.
…eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslam ile uzlaştırmaya çalışan…
Hümanist öğelerle İslam’ı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışı dışında bir akım…
Cümlelerden şunu anlıyorum: Eski Türk inanışlarında hümanist öğeler vardı ve Yesevi bunları İslam ile bağdaştırmaya çalışıyordu. Belirsiz olan ama hangi İslam? İlk cümlede İslam, hoşgörülü, samimi, insan ve tanrı sevgisine dayanırken; ikinci cümlede Ortodoks bir İslam anlayışı var ve Yesevi bunun dışında bir anlayışın derdinde. Kaldı ki samimi, sıcak, hoşgörülü olanla insan çabuk uzlaşır, birilerinin artı bir çaba vermesine gerek yok. Buradan sonra Livaneli’nin keyfiyeti artık problemli bir hal alıyor.
Ama Livaneli’nin keyfilikleri ve çelişkilerle dolu ince düşüncesiyle daha fazla zaman kaybetmenin gereği yok. Çok açık ve kısa olarak Aleviliğin neden İslam olmadığını, Türk indirgemeciliğiyle, Livaneli’nin Aleviliğe nasıl büyük bir haksızlık ettiğini belirtip bitireyim yazımı.
Tek-Tanrı düşüncesi, şiddet ve gerçeğin ölümü
İlk çağ filozofları için, Sokrates öncesinden, Aristoteles’e kadar, gerçeğe yönelik soru, düşünce alanına aitti. Sözkonusu olan gerçek ve yalan, doğru ve yanlış ayırımı değildi. Gerçeğin ne olabileceğine dair bir çaba vardı. Tek-tanrılı dinlerden farklı olarak gerçeğin araştırılması empirik/rasyonal, yani insanın düşünsel/eylemsel alanına aitti. Çok tanrılı, Panteist, Pagan dinler ile diğerinin kabulü noktasında ortak bir paydaya sahipti bu düşünce. Bir düşüncenin yanında başka bir düşünce vardı. Bir tanrının, bir başka tanrı ile paylaştığı bir mekan ve zaman sözkonusuydu. Bunlardan farklı olarak, Musa’nın Sina yarımadasında kendi etrafında birleşen halkın önüne koyduğu ilk şey bir “Ayrım” oldu. Birçok Tanrı ve Doğrunun yerini Yanlış ve Doğru ayırımı aldı. Doğru tespit edilip, yanlış bertaraf edilecekti. Şiddeti kendinde olan bir doğru algısı ortaya çıktı. Tek-Tanrılı dinlerde gerçek, her şeyi bilen, her şeye kadir, her yerde olma, özelliklerine sahip biricik Tanrı vesilesiyle kendinde (per se) tekçi bir duruma işaret eder. Gerçeğin olduğu gibi, Adaletin de kaynağı bu Tek-Tanrıdır. (Jan Assmann – Exodus, 2015). Gerçeğin kaynağının biricikliğine işaret eden monoteist dinde, Ortodoks inanç kaçınılmaz bir sonuçtur. Gerçek katıdır ve değişmez. Bu gerçek karşısındaki duran her şeyin ortadan kaldırılması haktır. Ortodoks dinlerin tarihi bir anlamda, mevcut var olan ve ya ortaya çıkan yeni yaklaşımların bertaraf edilmesi tarihidir.
Ne kadar zorlansa da, Pir Sultan, Hacı Bektaş, Bava Mansur, Nesimi felsefesi tekelci tek tanrılı yaklaşımın içine hapsedilemez, gerçek çoğuldur. Xızır, Kures, Munzur sadece birer kültürel öğe değillerdir, onlar aynı zamanda yan yana, kendi mekan ve zamanları olan tanrılardır.
Diğerini yanlışı olarak gören onu bertaraf etmek ilkesini esas alan, şiddetin içkin bir özellik olduğu tektanrılı dinin tersine, Alevi yolu “yetmişiki millet bizdendir” diyor. Örnek: Büyük Ozan Davut Sulari Dersimli Alevi Kürttür ama şiirlerini Türkçe yazmıştır. Kültürler, halklar, diller bu inanç/yol içerisinde iç içe geçmiştir.
Aleviliğe Anadolu İslamı’nın aydınlık yüzü diyor ya Livaneli, İslam’ın aydınlık tarafını Kızıl Elmacılar, yüzünü de Türkiye’de AKP, Hüdapar ve hemen güneyimizde de IŞİD gayet iyi temsil ediyor sayın Livaneli.
ALEVİLİK ALEVİLİKTİR, kendi başına bir inanç/yol/düşüncedir.
Artık bunu böyle kabul etseniz iyi olur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.