Önnot: Günümüz dünyasının keşmekeşliği her alanda olduğu gibi düşünsel dünyada da kendini şiddetli biçimlerde göstermektedir. Aynı zamanda bu genel krize karşı geliştirilebilecek çıkışlarda da ayrı bir karmaşıklık hakim olduğunu açıkça gözlemleyebiliyoruz. Bu noktadan hareketle, işe kavramlar üzerinde “temizlik” yaparak başlayacağım. Bu işe girişmenin zorluğunun farkında olarak, ilk başta bu “kavramlar” setinin kaynağını oluşturan farklı ama […]
Önnot: Günümüz dünyasının keşmekeşliği her alanda olduğu gibi düşünsel dünyada da kendini şiddetli biçimlerde göstermektedir. Aynı zamanda bu genel krize karşı geliştirilebilecek çıkışlarda da ayrı bir karmaşıklık hakim olduğunu açıkça gözlemleyebiliyoruz. Bu noktadan hareketle, işe kavramlar üzerinde “temizlik” yaparak başlayacağım. Bu işe girişmenin zorluğunun farkında olarak, ilk başta bu “kavramlar” setinin kaynağını oluşturan farklı ama birbirinden ayrılmayan anlama biçimlerinin arasındaki geçişkenliğe dair bildirim niteliğinde bir yazı kaleme almaya çalıştım. Bundan sonra da bu türden yazı, çeviri ve çeşitli yapıtları sendika.org (özellikle Bilim Köşesi) için hazırlamaya çalışacağım.
Düşünsel ve maddi alanlardaki birikimlerin bugün ulaştığı noktayı göz önüne alırsak, dış dünyayı anlamada bize en geçerli resmi sunan biçimin ”bilim” olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu biçimin geçerliliğinin tarihsel olarak evrimini ve nedenlerini incelemek başlı başına bir konu olacaktır. Bu yazı da üzerinde durulacak önerme, bilimin, doğanın, toplumun ve düşüncenin gelişiminde neden bu kadar hâkimiyet alanı kazandığını anlamak bilimin başka anlama biçimleriyle olan ilişkisini sorgulamak ve sınırlarını belirlemeye çalışmaktır. Diğer biçimler için genel olarak kullanacağımız kavramlar ”ideoloji” ve ”felsefe” olacaktır. (Bu kavramların üzerinde genel anlamda uzlaşılmamış olmasını aklımızda tutarak hareket etmeliyiz.) Sorunsalı kabaca tanımladıktan sonra karşımıza temel sorular çıkmaktadır. Bilimsel üretimin ”gerçekleştiği” toplumsal formasyonda taşıdığı özerkliğin mahiyetleri nelerdir? Bilim-ideoloji-felsefe üçlüsünün aralarındaki sınırlar nerede başlar nerede biter? ”Nesnellik” diye sıkça başvurulan kategorinin ”nesnel” sınırları nelerdir? Her şeyden önce bu soruları saf akıl yürütmeyle yanıtlamaya çalışmanın hayalcilik olacağını belirlemek gerekir. Kuşkusuz bu durum bize hem yöntemimizi hem de başlangıç noktamızın netleştirmemizi zorunlu kılmaktadır. Tüm bu anlama biçimlerinin bir şekilde iç içe geçtiği ve maddileştikleri en basit hücrelere ya da birimlere bakmakla işe başlayacağım. Bu birimlerden yola çıkarak, tüm bu yukarıda ortaya konan sorulara dair ipuçlarına doğru yol alacağım.[1]
Hücre çalışmasının nesnesini, tüm bu bileşenlerin ve etkileşimlerinin cisimleşebileceği, genel fizik derslerinde kullanılan ”temel fiziğe” giriş kitapları oluşturacak. Bu inceleme için referans olarak fizikçi Erwin Marquit’in ”Philosophy of physics in general physics courses”[2] makalesini ve Türkiye’de de fizik bölümlerinin çoğunda okutulan ve çokça bilinen Halliday ve Resnick’in ”Fundamentals of Physics” kitabını ele almaya çalışacağım. Kitapta ele alınan temel kavramların belli bir egemen felsefi zemine, yazarın dolaylı ya da dolaysız katkısıyla, dayandığını göstermeye çalışacağım.
Genelde inşa edilmiş kavramların dayandığı felsefe, kökenini ”mantıksal pozitivizm”den alan bir çeşit felsefi ampirizmdir. (Günümüzde özellikle ”felsefe” ile uğraşan akademik çevrelerde ”mantıksal pozitivizm”in itibar kaybı ve bilimsel alandaki güncel gelişmelerle birlikte kapsayıcılığını yitirmesi ile bugün ”bilimsel realizm” adıyla anılan eklektik bir biçimiyle bir bilim felsefesi ve epistemolojisi oluşturma çabası da gündemdedir.) Başlangıç olarak önemli ve bir o kadar da tartışmalı bir kavram olan “fiziksel nicelik” tanımını ele alalım. Bahsettiğim ders kitabında şöyle bir tanım geliştirilmiş: ”Bir fiziksel niceliğin tanımı, eğer ele alınan niceliği ölçmedeki prosedürler belirtilirse geliştirilebilir. Bu tanımlama biçimine işlevsel bakış açısı da denir. Çünkü tanım, en temelde, bir takım laboratuar işlemlerinin ortaya çıkardığı ve kendine ait birimi olan bir sayıya eşitlenmiştir.” Marquit’in de makalesinde belirttiği gibi, bu tanım işlevselliğin mantıksal ampirizmle olan bağını ortaya koymada bize net bir fotoğraf sunmaktadır. Bu çakışmayı fiziğin özel alanlardan biri olan nükleer fizik bölümünde daha net bir şekilde görebiliriz: ”Harvard Üniversitesinden P.W. Bridgman’in mantıksal atomculuk üzerinden oluşturduğu temel önermeler:
Kuşkusuz yazarın derste okutulmak üzere olan bir kitap üzerinden öğrencilere bazı temel kavramları nasıl kolay ve hızlı bir biçimde aktarmak isteyeceğini göz önünde tutuyorum. Fakat sunulan genelleştirilmiş önermelerin tek bir yoruma dayanılarak sunulmasını ve bunun gelecekteki akademik kadroların çoğunda bir şekilde yeniden üretimini sorgulamak ve neden bu biçimiyle sunulduğunu anlamak önemlidir. İlk maddede göze çarpan özellik, ele alınan fiziksel niceliklerin ancak belli bir ölçüm ya da işlemden sonra anlamlı hale gelmesi yani bu ”anlamın” basit bir tümevarımsal bir nitelik taşımasıdır. Mario Bunge’nin ”Philosophy of Physics” kitabında da gösterdiği örneği ve eleştiriyi ele alırsak, mesela elektrik alanın büyüklüğünün ölçümünde elde ettiğimiz verilerin, belli bir tanım kümesinin matematiksel fonksiyon aracılığıyla bize bir görüntü kümesinin sonuçları olacağı net bir kabuldür. Sorun şu ki farklı tanım kümelerinden hareketle yapılan ölçümlerin tek başlarına elektromanyetik teoride ifadesini bulan bu kavramın kendisini tanımlamada ya da içeriğini geliştirmede yetersiz kalmasıdır. Elektromanyetik teorinin temelini teşkil eden Maxwell denklemlerinin tensöriyel”[3] şekilde ifade edilişi, bize bu ifadelerin ve yasaların sadece dış dünyamızda gözlemlediğimiz olguların aralarındaki basit bir ilişkiler toplamı olmadığını gösterebilir. Yani bize görünen farklı etkileşimlerin biçimlerinin kendi başlarına teorilerdeki temel kavramlara doğrudan bir eşleşme sağlayamayacağını bilmemiz gerekliliğidir. Sorunun kendisi, nesnel gerçekliğin görüntülerinin arasındaki ilişkilerden ziyade bu görünüme yol açan iç gelişim ve değişim kaynaklarını araştırma ve düşünsel alanda ifade etmektir. Bir alt düzeyden örnek verecek olursak, Genel Göreliliğin en önemli ve temel önermelerinden biri (teorik fizikçiler ve fizik felsefecilerinin de uzlaştığı) yerçekiminin, uzay-zaman geometrisinin bir görüntüsü olduğudur. Bu bize tam da görüntünün arkasındaki iç gelişim ve değişimin teorik düzeyde ifadelerinden birini vermektedir. Unutmamız gereken bir başka nokta da, gözlemin ya da deneyin kritik noktası teorik etkinliğin dış dünyayla (pratik etkinlikle) girdiği ilişkinin geçerliliği ve onu değiştirme potansiyeli hakkında temel ve yegâne ölçüt olmasıdır. Diğer maddeleri kendini pragmatik felsefeye dayandıran önermeler olarak görebilmek ve bu son iki önermenin bizim teori yapmamıza engel ya da ön açıcı olacağını söyleyebilmemiz için yeterince nedenin olmadığını rahatlıkla söyleyebilmek mümkündür.
Örneklerimi doğa bilimlerinden, özellikle fizikten seçmem ideolojik yelpazenin nerede kendini ve hangi dolayımda gösterdiğini sorduracaktır. Kuşkusuz eğer ideoloji kavramını üretim ilişkilerinin belli bir tarihsel dönemde aldığı tarzın onun egemen biçimini belirleyeceğini düşünüyorsak, teorik-pratik üretimin ilk aşamasını oluşturacak olan ”dış dünya”yla girilen (deney ya da gözlem yoluyla) etkileşimde ideolojik bağlamın etkisini doğrudan gözlemlememiz zor olacaktır. Çünkü bunun temelinde dış dünyanın bizim bilinç dünyamızdan ayrı olması nesnelliğini önümüze koymaktayız. Burada eklememiz gereken bir husus; ölçümlerde veya gözlem yaparken bulunan değerlerin kendilerinin de belli teorik modellerin ”ön yargısına” uğramasıdır yani basitçe elde edilen verilerin ”mutlak” bir nesnellik taşıdığını söylememekten uzak olduğumuzdur. Dolayısıyla bilim üreticisinin yaptığı üretimde ya da elde ettiği sonuçlarda edilgen bir nitelik taşımadığını aksine belli ölçüde bir dolanıklık durumunun var olduğunu kabul etmemiz gerekir. Tekrar ideolojik bağlamın kendini zuhur ettiği aşamaya dönersek, ilk üretim aşamasında kendini açıktan göstermeyen bağlam, mevcut toplumsal ilişkiler içinde gerçekleştiği vakit kendisini açık edebilir. Günümüzde bilimsel üretimin ilk ortaya çıktığı ve ayni zamanda onaylandığı mekânların üniversiteler ve araştırma merkezleri olduğunu inkâr edemeyiz. Bu ilk aşamanın taşıdığı ”özerk” durum, karmaşık kurumsal yapının (ilk paragraflarda aşağı yukarı anlattığım biçimiyle) içerisinde üretimin taşıdığı niteliğini kaybetme eğilimi gösterir ve bir ölçüde o girdiği yapının taşıdığıyla birlikte yeniden şekillenir. Bu süreç, saniyede binlerce belki daha fazla makale yayınlamaya zorlanan bilim emekçilerinin aralarındaki rekabette kendini yeniden üretir. Bu da üretimin kendisinin genel anlamda, bilimsel gelişmeye ışık tutma özelliğinin aşınmasına ya da tam tersine işlevi olabilecek bir araştırmanın marjinalize olmasına sebep olur. Yani kabaca söyleyecek olursak, amaç-araç ikilisinde öne çıkan aracın kendisi olmaktadır. Bir anlamda da kapitalist üretim biçimindeki kaotik özellik, diğer alanlardaki yansımasını farklı biçimler ve ölçülerde de olsa kurumsallaşan bilimde de gösterir. Bu konudaki giriş niteliğindeki yorumların daha da derinleştirilmesi ve örneklerin çoğaltılması mümkündür.
Sözümüzü Maurice Cornforth’un uyarısıyla bitirmek yerinde olacak sanırım: ”Ya bilimsel teoriyi nesnel dünyanın bilgisi olarak kavrayacağız ya da sadece onu deneyde elde ettiğimiz sonuçları belli bir formatta toparlayan yararlı kurallar olarak göreceğiz.”[4]
Bekir Baytaş: bekirbyts@gmail.com
[1]”Bilim insanı” tabirinden özellikle İkinci Paylaşım Savaşı öncesine kadar şekillenmiş olan ”amatör” ruhlu bilim yapıcılar kesinlikle anlaşılmamalıdır. İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde, ABD öncülüğünde, bilimsel üretimin metalaşma havuzuna dâhil edilmesi ve akademinin sermaye ve devlet karşısında süreç içerisinde bir çeşit ”özerkliğini” kaybetme yoluna girmesi göz önüne almamız gereken somut koşullardır. İnceleme nesneleri doğrudan ”toplum”, ”insan” vs. olan sosyal bilimlerle, etkilerini farklı dolayımlarla görebileceğimiz doğa bilimlerinin arasındaki farklar belirgindir. Bu yazıda ise özelde incelenecek birimin yer aldığı bilim dalı fiziktir.
[2] American Journal of Physics 46, 784 (1978); doi: 10.1119/1.11186
[3] Bir çeşit ”gözlemci”den bağımsız soyut ifadesi ya da fiziksel teoride aranan temel özellik olan ”genel eş değişkenlik” ilkesini kapsaması.
[4] ”Science and Idealism”, Maurice Cornforth, International New York 1947.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.