– Olcay hanımın kocası öleli iki yıla yaklaşıyor, iki çocuğu var, biri ilkokulu yeni bitirdi, diğeri bu yıl üniversite sınavına girecek, çok onurlu bir kadın, iki çocuğunu da sonuna kadar okutmaya kararlı, ona verelim, dedi, Nazike. – Ayıp olmasın, onurlu bir kadına şimdi Ramazan paketi vermek, yani bilmem ama ne bileyim bana vermeye kalksalar çok […]
– Olcay hanımın kocası öleli iki yıla yaklaşıyor, iki çocuğu var, biri ilkokulu yeni bitirdi, diğeri bu yıl üniversite sınavına girecek, çok onurlu bir kadın, iki çocuğunu da sonuna kadar okutmaya kararlı, ona verelim, dedi, Nazike.
– Ayıp olmasın, onurlu bir kadına şimdi Ramazan paketi vermek, yani bilmem ama ne bileyim bana vermeye kalksalar çok incinirdim, kadını incitmeyelim şimdi, dedi, Gökçe
– Alır mı almaz mı bilmem ama beni sever, biz yardımlaşırız, aramızda gurur yapmayız, dedi, Nazike.
Gökçe’ye işyerinden verilen Ramazan paketlerini vermek için Olcay hanımın evinin altında durduk.
Arabanın arkasından içi görünmez iki beyaz poşetin birini Nazike, diğerini Gökçe aldılar.
Nazike’nin bütün ısrarına rağmen ben gitmedim. İçim karmakarışık duygularla karman çorman olmuştu.
“Akşama neler yiyeceğini bilerek oruç tutmak çok mantıklı gelmiyor bana” diyen Gökçe’ye, “İftar vaktine kadar türlü türlü yemek hazırlayan birinin orucunun sevabı az olmalı bence” diyen Nazike’ye çok dikkat etmedim.
“Çocuklarını okutmaya çalışan onurlu bir kadın” tümcesinin beynimdeki çağrışımlarını ayırmaya çalışıyordum.
Konuşmaya dahil olmak için:
– Nedenmiş ki Nazike? dedim.
– Ne bileyim bana göre çok sevap etmez gibi, dedi.
– En azından insanın iradesini güçlendiriyor, bir şeyi başarmış olmanın hazzı gibi, sevabını filan değil de öyle bir iyilik hali oluyor insanda, hep kaybettiğin, hep yenildiğin, hep yarına ertelediğin hesapları bir gün görebileceğin duygusu veriyor insana, dedi, Gökçe.
– Evet ben de aynı şeyleri hissediyorum, oruç olmadan akşama kadar bir paket sigara içiyorum, oruç zamanı günde üç tane yetiyor, dedi, Nazike
– Baba sen neden konuya katılmıyorsun, fikrini söylemiyorsun ki, dedi, Gökçe.
– Ben Olcay hanımın üniversite sınavına girecek çocuğunu düşünüyordum, o yüzden konuya katılamadım, Selda’nın bakışlarını unutamıyorum, dedim.
– Ben anlamıyorum, bizim orada asgari ücretli çalışan insanlar çocuklarına özel okul arıyorlar, en ucuz okul 13 bin lira. Nasıl ödüyorlar, nerden para buluyorlar, olacak iş değil, bir de okul okul olsa yani, mahalle arasındaki bir apartman olmuş lise, dedi, Gökçe.
– Karadeniz Park’ta en çok dikkatinizi çeken neydi? dedim.
– Üniversite tanıtımları vardı, dedi, Nazike.
– Bütün televizyon kanallarında, rektörler, dekanlar, profesörler, okul sahipleri, mütevellileri günlerdir okullarını tanıtıyorlar, gel gel yapıyorlar. Tam burslu, yarım burslu, çeyrek burslu, iş garantili, öğrenciyken para kazanılan üniversitelerini anlatıyorlar. Memlekette lisenin, üniversitenin nasıl ayağa düştüğünü görebiliyor musunuz? dedim.
– Bir ülke düşünün ki ortaokulu bitiren çocuklar zorla imam hatip okuluna kayıt ediliyor, istemeyen özel okullara gitmek zorunda, özel okullar eski apartmanlardan bozma viranhaneler.
– Koskoca profesörler makarna reklamı yapar gibi nasıl üniversite reklamı yapıyorlar, olacak iş mi? dedi, Nazike.
– Ohoo be hala, 8 bin lira yüksek lisans, 16 bin lira doktora, 32 bin lira doçent, 64 bin lira prof’luk. Her şey para, Paran varsa işlem tamam, dedi, Gökçe.
– Bugün neden hiç konuşmadığını anlayamıyorum, aklın Selda’da anlaşılan, dedi, Nazike.
– Evet, dedim. O an gözümün önünden hiç gitmiyor.
– Nasıl bir an baba, Selda kim? dedi, Gökçe.
– Haziranın ikinci haftasıydı, karneleri dağıttık ama öğretmenler okula gelmeye devam ediyoruz. Seneye kimin çalışacağına, kimin çalışmayacağına karar verecekler. Öğretmenleri tek tek aşağıya çağırıyorlar. Okulun müdürü ve sahibi oturuyorlar, öğretmen içeri giriyor ve sonra öğretmenler odasına geliyor.
– Selda’ya ne oldu, ne öğretmeniydi, kaç yaşındaydı, dedi, Nazike.
– Selda genç, idealist, kıpır kıpır bir öğretmendi. Çocuklarla abla kardeş, idare ne derse yapar, nere derlerse giderdi. Bir gün çocuklar ona kocaman bir buket çiçek getirmişlerdi. Matematik öğretmeniydi. 28 yaşında.
– Baba, ne oldu Selda’ya, heyecan yapma yaa, anlatır mısın? dedi.
– Selda görüşmüş, elinde bir kağıdın beşte birine yazılmış imzalı matbu bir kağıdı masaya bıraktı.
– Ne yazıyordu o kâğıtta, dedi, Nazike.
– Masada 10 kadar öğretmen vardık. Selda’nın her zaman ki ışıl ışıl gözleri bu kez nemliydi. Konuşmak istiyordu. Belki ağlamak istiyordu. Belki küfredecekti. Belki bilmediğimiz bir şey diyecekti.
– Uzatma anlat abi, dedi. Nazike.
– “SÖZLEŞMENİZ YENİLENMEYECEKTİR, imza, mühür, müdür.” yazıyordu.
Selda’ya verilen kâğıdı daha önceki yıllardan biliyorduk. Selda aylık 1500 lira alıyormuş, okul kapalı olduğu zamanlarda da maaş almıyormuş. Daha yeni iki kanepe almış taksitle “Ama taksitlerimi nasıl ödeyeceğim” demiş. “Hakkında hayırlısı olsun ama burası özel sektör hocam” demişler.
– Ama bu kanunsuz baba, aylık bin liraya bile gelmez be, dedi, Gökçe
– Kanunu takan mı var ki, ne dedi Selda? diye sordu, Nazike.
– Hepimiz o çeyrekten küçük kâğıtta ne yazdığını biliyorduk. Konuşacaklarımızın aleyhimize delil olabileceğinden korkarak hiç konuşmuyorduk. Kimse kimsenin gözüne bakmıyordu.
Sanki hepimiz günahkârlar topluluğuyduk, “ben daha az günahkârım, beni cehenneminin biraz daha serin bir yerine at” diyen zavallılara benziyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmadığı, hiç kimsenin “boş ver daha iyi bir okul bulursun” bile diyemediği kalabalığa bakıp “Ölü mü var burada, neden kimse konuşmuyor” dedi, Selda
Offff, dedi. Nazike. Dişinden bir gıcırtı geldi Gökçe’nin.
“Masanın etrafındaki 15 ölü’den hiç ses çıkmadı. Selda’nın gözlerinin altındaki damlalar tıpkı bir kristale benziyordu. İki ayrı pınardan biri sağa diğeri sola doğru yönlerini değiştirmeden doğrusal bir düzlemde akan yaşlar birbirine muhteşem bir geometri ile karışıyorlardı. Çatı katından süzülen ışığın yansımasıyla gözyaşları gök kuşağına benzer bir ışık renk huzmesi görünümündeydi. Bu renk huzmesi karşısında kendimi yamuk, eğri büğrü bir cıncık parçası gibi hissetmiştim kızım” dedim. “Ama boş versene kırk geometri sorusundan 4’ünü, otuz matematik sorusundan 5’ini yapıyorlar Seldaların okuttuğu çocuklar” dedim. Ürkek ürkek ve daha yüksek bir sesle.
– Baba ayıp yav, hiçbiriniz hiçbir şey demediniz mi yani? dedi, Gökçe.
– Mevsimlik işçi Öğretmen Selda, üstelik kanepesi bile yok ha? dedi, Nazike
Harami dereden Avcılara döndüğümüzde devasa bir ışıklı tabelayla karşılaştık.
Allı yeşilli sanal bir bahçe içinde bir profesörün dudaklarından bilim akıyordu.
“Gel, gel, koş, koş, şeker gibi üniversite, Hacıbekir lokumu yüksek okullar”
– Olcay Hanım aldı mı, incinmedi umarım? Dedim.
– Çocuklarını okutuyor, kocası öleli iki yıla yakın oldu, hem bizim aramızda gurur yok abi, dedi, Nazike
– Okutsun, okutsun, Gökçe biraz gaza basar mısın, dedim.
Duymadı beni.
Zaten çok hızlı gidiyorduk.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.