Bilgiyi hem erdemlerimizi, hem toplumumuzu hem siyasal yapımızı, insanlarımızı yücelten bir var oluşa bürümediğimiz sürece bu cezalandırmaların bu korkuların sonu gelmeyecektir. Cezalandırma mahkûm ederek değil, bilgiyle olmalı, bilgiyle dövmeli insan karşısındakini Sokrates’te olduğu gibi Birkaç gündür bir yandan antik Yunan felsefesiyle, bir yandan antik toplumla ilgili metinlerle boğuşuyorum. Antik toplumlardan uygar toplumlara kadarki süreçte insanoğlunun […]
Bilgiyi hem erdemlerimizi, hem toplumumuzu hem siyasal yapımızı, insanlarımızı yücelten bir var oluşa bürümediğimiz sürece bu cezalandırmaların bu korkuların sonu gelmeyecektir. Cezalandırma mahkûm ederek değil, bilgiyle olmalı, bilgiyle dövmeli insan karşısındakini Sokrates’te olduğu gibi
Birkaç gündür bir yandan antik Yunan felsefesiyle, bir yandan antik toplumla ilgili metinlerle boğuşuyorum. Antik toplumlardan uygar toplumlara kadarki süreçte insanoğlunun gelişimini adım adım inceliyor, adeta meraklı bir antropolog, arkeolog gibi izini sürüyor, metin ilerledikçe insanın atalarının ne kadar büyük işlerle bugüne geldiklerine şaşıyordum. Meyve ve kabuklu yemişlerle beslenirken, ok ve yay yapmaya kadar, çömlekçilik sanatını icat etmeye ve ateşi kullanmaya başlayana kadar ne kadar da uzun dönemler ve çabalar sonucunda icatlar ve keşiflerle, bulundukları noktaya gelmişlerdi. Bütün bunlar bir yandan pratik sonuçlar doğururken aynı zamanda teorik işler için de zemin oluşturuyordu. Buradan bilgiye doğru giden bir birikim vuku buluyordu. Öyle ya bilgi, insanın yaşam anahtarı, aslında var oluşunun temel ihtiyacı, ontolojinin tek kaynağı belki de! Her ne kadar yabani ve vahşi toplumlar bilginin onları ileriye attığını fark etmiş olmasalar da -en azından biz kendi sözde uygar zihnimizle böyle bir yargıya varmaya kendimizde aymazca hak buluyoruz-, insan uygarlaştıktan sonra bilginin farkına varmış ve başucu kaynağı olarak onu hiç yanından ayırmamıştır. Felsefenin ortaya çıkmasından önce yani mitolojiler çağında her şeyin göklerin gücüyle açıklandığı bir dönemde bile bilgi, mitolojinin ışığında kendine yer edinmişti. Merakın kök saldığı insan zihni kendini ve doğayı açıklama derdiyle felsefi bilgiye kapıyı açmış ve oraya herkesin girmesi için elinden geleni yapmıştı.
Ancak modern ve uygar insanı antik insandan ayıran kimi özellikleri antik Yunan felsefesini okurken görebiliyorum. Modern insan felsefeden ne kadar uzaklaşmış, saf bilgiyi –felsefi bilgiyi değil– kendine baz almışsa, bilginin yarattığı ilerleme bir gerilme biçimi olarak kendisine geri dönmüştür. Antik Yunan’dan Platon’u, karanlık çağ diye damgalanan Ortaçağ’dan Farabi’yi okudukça bilginin –felsefi bilginin– insan yaşamının tek amacı arasına yerleştirildiğini gördükçe, kendi çağımdan utanır oluyorum. Belki de kendi çağımdan da öte içinde bulunduğum yıllar bilgiye bu kadar yabancı ve ondan bu kadar korkarcasına kaçışını gördükçe ürker oluyor, kabuğuma çekilip yabancılaşmayı yaşayarak bir önce ölmeyi diliyorum. Platon’un hangi metnini okursanız okuyun, hangi diyaloğunu incelemeye kalkarsanız kalkın karşılaşacağınız tek şey bilginin ve eğitimin hem günlük yaşam -özel yaşam- hem politik yaşam -kamusal yaşam- için ne kadar elzem görüldüğü olacaktır. Örneğin erken dönem çalışmaları arasında yer alan Sokrates’in Savunması ve Kriton diyaloğunu alalım; gençleri felsefi bilgisiyle düşündürtmeye, tartıştırtmaya sevk ettiği ve böylece gençleri yoldan çıkardığı, Atina şehrinin Tanrılarını kabul etmediği yahut inanmadığı, eğriyi doğru gösterdiği şeklindeki iddialarla suçlu bulunan Sokrates, ölüme mahkûm edilir. Bu iki diyalog bu suçlamalar temelinde bir yandan bu suçlamaları çürütmeye çalışırken diğer yandan hem Atina demokrasisini ve Atinalı vatandaşları, hem Atina yasalarının kendisini, hem özgür düşünmeyi mahkemeye çıkartır aslında.
Sokrates’in yapmaya çalıştığı o kadar basittir ki; Sokrates yeni bir vatandaş türü yaratmaya çalışır. Dolayısıyla onun meselesi bu vatandaşları ve devlet adamlarını doğru ve iyi yapacak yani eğitecekler kimler olacaktır, kimler bunun için donanımlıdır meselesidir. Felsefeden önceki döneme yani mitolojilerin ve mitlerin ve onlara dair anlatıların hâkim olduğu Homeros dönemine geri gittiğimizde eski ve yeni vatandaş türü arasındaki farkı görürüz. Şiirle eğitim geleneği Yunanlılarda zaten vardı. Bu gelenek, İlyada ve Odise’nin şairi Homeros ve Hesiodos‘a kadar giden bir gelenekti. Homeos’un Yunan dünyasına bu anlamda yön verdiğini söylemek olası. Onun şairliği yunan vatandaşlarını kahramanlığa dayanan erdemler üzerine eğitmiştir. Homeros’un hikâyeleri, kehanetlerle dolu ve tanrıların yol göstericiliği ve onların yeryüzüyle ilişkileri, insanların yetiştirilmesinde temel alınarak şiirsel bir yol izlendiğini göstermektedir. Erdemler kahramanlıklara dayalı erdemlerdir. Oysa Sokrates Homeros gibi kehanetlere dayanan hikâyeler anlatarak eğitmek yerine yeni bir tarz ortaya koyar. İnsanları tartıştırarak, onları tartışmanın bir parçası yaparak, diyalektik bir yol izleyerek insan gelişimine yol açar. Dolayısıyla Sokrates’in derdi şiirle değil diyalektikle, uslamlamayla insanları eğitmek olacaktır. O yüzden burada ortaya çıkan temel soru şu olacaktır kim eğitecek insanları? Şairler mi? Filozoflar mı? Sokrates’in cevabı elbette apaçık ortadadır. Filozoflar ancak, vatandaşlara doğruyu, doğruluğu, iyiyi ve güzeli öğretebilirler. Asıl bilgeler onlardır çünkü. Felsefenin ve bilgeliğin hem iyi vatandaşlar hem iyi devlet adamları yetiştirmekte ki görevi antik döneme özgü olarak kaldı ve daha fazla ileriye gidemedi. Gerçi Sokrates’in sorgulayan, tartışan bireyler yetiştirme derdi, demokrasinin en iyisinin bir zamanlar yaşandığı düşünülen Atina şehrinde bile ölüm cezalarıyla karşılaşıyorsa, modern dönemin demokrasinin felsefeyle ilgilenenleri yahut bilgiyle ilgilenenleri cezalandırma yöntemine şaşmamak gerekir.
Platon’un ilk dönem yazılarından tutun da Devlet gibi gençlik dönemi yazılarından Devlet Adamı ve Yasalar gibi yaşlılık dönemi eserlerine kadar tartıştığı asıl mesele her zaman eğitim ve bilginin bir toplumda, devlette, devlet biçimlerinde ne kadar önemli olduğudur. Bu ilke modern dönemde Hegel’de de kendini açıkça göstermektedir. Hegel de bilginin merkeziliğinin farkındaydı. Bilinçlenme ancak bilgi, bilme süreciyle mümkündü Hegel’de. Platon demokrasinin ışığında hocası Sokrates’in düşünceleri yüzünden mahkûm edilmesine karşı çıkarak demokrasinin de yılmaz düşmanı olmuştur. Ancak öyle görünüyor ki eğitimin ve bilginin olmadığı bir yerde demokrasinin işlerliği her zaman bilge, aydın ve düşünürlerin aleyhine olmuştur. Çoğunluğun bilgisiz ve eğitimsiz olduğu bir toplumda ya da toplumlarda demokrasinin anlamını bir kez daha tartışmakta fayda var. Bilgisizliğin aynı zamanda soylu azınlıkların elinde kendi çıkarlarının aracı niteliği taşıdığını da yakın zamanda yakın coğrafyalarda yaşananlarla tanıklığını deneyimlemekteyiz.
Platon hocasını takip etmiş ve bugün sözde bilgi yuvalarının yani üniversitelerin temeli olan Akademia’yı (İ.Ö. 4.yüzyıl) kurmuş ve orada felsefeye sevdalı öğrenciler yetiştirmiştir. Üniversitelerin bilgiyi merkeze alan hocalarına tavırları Antik Yunan demokrasisinin Sokrates’e tutumundan hiç de farklı değildir. Hatta belki daha da kötüsü söz konusudur. Platon’un diyaloglarına baktığımızda farklı fikirlerde insanların yani hocalarıyla aynı düşünmeyen insanların, bir arada tartıştığı bir ortama tanık oluruz. Aynı fikirde olmamak asıl ilkeyken, diğer bir ilke aynı fikirde olmayanı ikna yöntemiyle, felsefi argümanlarla, bilgi temelinde doğru olduğu inanılan görüşe kabule yöneltmektir. Bu aslında tam da akademinin içinde bulunması gereken ideali tanımlamaktadır. Oysa akademi hem bilgiye düşman bir çizgide yer alıyor hem kendisi gibi düşünmeyen fikirlere kapalı, bağnaz, gerici bir tutum sergiliyor. Dolayısıyla demokrasi şemsiyesi altında, Sokrates gibi, tek amacı bilgi ve öğrencilerini eğitmek olan, onlara düşünmeyi öğretmeyi hedefleyen birçok akademisyen, cezalandırılmak, yıldırılmak, akademik üretim ortamından uzaklaştırılmak gibi işlerle meşgul edilmekteler.
Üniversitelerde üretimden yana olan hocalara açılan soruşturmaların ve atılmaların nedeni sadece farklı düşünmelerinden değil kimi zaman bu neden “bilginin” yani “daha fazla bilmenin”, “daha fazla üretmenin” amaç edinilmesi olabiliyor. Daha açık ifade edersek, “bilgi” daha az bilen ya da “bilgi aşığı” olmayanları da korkutmaktadır. Kendisinden daha fazla bilen birinin kendisini zorlaması ve kendisini küçük düşürmesi hiç de olmayacak şey değildir onlar için. Bu tam da Sokrates’in kendisine yönelik suçlamalarda dile getirdiği görüşlere denk gelmektedir. Sokrates kendisine yöneltilen suçlamaların aslını açıklarken bu suçlamalar “az-buçuk bilge olmamdan çıkıyor, başka bir şeyden değil” (Sokrates’in Savunması) der. Aslında Sokrates hiçbir şey bilmediğini iddia ederken nasıl oluyor da onun bilgeliği başına bela oluyor? Mesele tam da burada yatıyor. Sokrates bir şeyler bildiğini zannedenlere hiçbir şey bilmediklerini ya da doğruluk diye bildiklerinin aslında eğri olduğunu gösterdiği için düşman kazanmış ve ölümle cezalandırılmıştır. Akdeniz Üniversitesi’nde Doç. Dr. Çetin Balanuye’nın yaşadığı ne kadar da Sokrates’in içinde bulunduğu durumu yansıtıyor. Biri, Antik Yunan şehir demokrasinin beşiğinde yaşanıyor, diğeri ise modern demokrasinin bayrağının taşındığı yerlerden birinde. Zamanlar birinden uzak ve farklı ama olaylar bir birine o kadar yakın ve acı ki. Doç. Dr. Balanuye aynı üniversitede asistan Sercan Çalçı’nın doktora yeterlilikten neden geçirilmediğini sorduğunda; bunu yakışıksız bir şekilde yapmakla suçlanmış (Prof. Dr. Yakıt tarafından) ve Balanuye’nin, Çalcı için felsefede Descartes’e ait ‘Kartezyen Metodu’ için ”Hepimizden iyi bilir” diyerek etik dışı bir kıyaslama içine girdiği ileri sürülmüştür. Peki, ama bir öğrencinin bir başka akademisyenden çok bilmesi söz konusu olamaz mı? Eğitim aldığım yurtdışındaki kurum üzerinden değerlendirdiğimde bu hiç de imkânsız gibi görünmüyor. Hatta öğrencinin daha fazla bilmesi için tüm imkânlar seferber ediliyor. Çok bildiği için kimse cezalandırılmıyor tersine ödüllendiriliyor. Hiçbir şey bilmezken bir şey bildiğini sananların korkusu her zaman saldırı olmuştur. Oysa bilgi paylaşmak ve ilerlemek içindir. Paylaşmak ve bilenden faydalanmak yerine suçlamak niye!
Balanuye aslında çok Sokratesci bir tavır sergilemiş ve bilgi sanılanın bir yanılgı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Çok felsefi bir şey yapmıştır, son derece doğaldır! Yani Sokrates’in sözleriyle Balanuye bir şey bildiğini sananlara hiçbir şey bilmediklerini göstermiş bu da bir suç olarak karşısına çıkmıştır.
Ya çok bilmeyeceksin ya farklı olmayacaksın benden fikriyatı! Benzer bir akademik olay özel üniversitede de gerçekleşiyor. Arel Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Engin Sustam, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin üniversiteden uzaklaştırılıyor. Öğrenciler Sustam’ın Kürt Edebiyatı Konferansı’nda konuşmasından sonra iplerin koptuğunu dile getiriyor. Onlara göre Sustam’ın okuldan atılması tamamen politik nedenlerden kaynaklanıyor. Bunlar sadece yakın zamanda yaşanılan olaylar. Bunlara bir Google taramasıyla daha fazlasını katabiliriz. Oysa bilgiyi mutluluk için kaçınılmaz ilke olarak gören Sokrates, Platon ve Aristoteles’i ve onu takip eden Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt’ü biraz okusak, bu mutluluğun bütün topluma ne kadar iyi geleceğini anlarız.
Sokrates bir felsefe ve bilgi savunucusu olduğu için felsefe ve gelenek çatışması arasında, Galileo Copernicus’un güneş merkezli evren teorisini savunmuş ve kilisenin dünya merkezli evren teorisine karşı çıktığı için din ve bilim çatışması arasında kalmış; her ikisi de cezalandırılmıştı. Aynı şekilde yukarıda bahsi geçen ve onlar dışındaki pek çok akademisyen bilgiyi merkeze aldıkları, fikirlerini özgürce söylemeleri gerektiğini düşündükleri için mahkûm edilmişlerdir. Yani antik çağdan, 16.-17.yüzyıla ve oradan modern döneme kadar bilgi mahkûm edilmekten kurtulamamıştır. Gerek antik Yunanda Sokrates örneği gerek 16.-17.yüzyılda Galileo örneği kendi alanlarının dışındakilerce cezalandırılmışlardı; Sokrates çoğunluğun iddialarıyla, halkın oluşturduğu bir mahkeme ve meclisçe, Galileo’yu ise kilise tarafından cezalandırılmıştı. Çağımıza geldiğimizde ise akademisyeni cezalandıranlar akademinin kendisi olmuştur. Oysa cezalandırdıkları akademisyenler özgür düşünmeyi hem öğrenmiş hem de öğretmek istemişlerdi. Akademisyenin akademisyene bu düşmanlığı nereden kaynağını alıyor? Bu Sokrates’in iddia ettiği gibi ya “bilge olmalarından” ya da farklı düşünmelerinden kaynaklanıyor. Bilgiyi hem erdemlerimizi, hem toplumumuzu hem siyasal yapımızı, insanlarımızı yücelten bir var oluşa bürümediğimiz sürece bu cezalandırmaların bu korkuların sonu gelmeyecektir. Cezalandırma mahkûm ederek değil, bilgiyle olmalı, bilgiyle dövmeli insan karşısındakini Sokrates’te olduğu gibi. Ama bunu yapmak da her yiğidin harcı değil, ne yaparsın! Dolayısıyla sloganları şu olacaktır:
Benden ol mutlu ol!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.