13 yıllık iktidar süreci AKP’yi daha nobran ve kibirli yapmış olabilir. Ancak, Recep Tayyip Erdoğan’da somutlaşan bu anlayışı salt iktidar zehirlenmesi olarak değerlendirmek çok hafif ve eksik kalmaz mı? Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP’nin kurmayları toplumun değişik kesimleri için zaman zaman öyle dışlayıcı ve yerici ifadeler kulandılar ki, bu durum farklı çevrelerce […]
13 yıllık iktidar süreci AKP’yi daha nobran ve kibirli yapmış olabilir. Ancak, Recep Tayyip Erdoğan’da somutlaşan bu anlayışı salt iktidar zehirlenmesi olarak değerlendirmek çok hafif ve eksik kalmaz mı?
Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP’nin kurmayları toplumun değişik kesimleri için zaman zaman öyle dışlayıcı ve yerici ifadeler kulandılar ki, bu durum farklı çevrelerce iktidar zehirlenmesi olarak değerlendirildi. Bu ifade tarzı; kendisi dışında kalanları küçümseme ve yok saymadan tutun hakaret etmeye kadar uzanıyordu. Daha çok Recep Tayyip Erdoğan’da somutlaşan bu tarzın içeriğindeki hakaret ve yerginin düzeyi, kime yöneleceği gündeme ve gelişmelere bağlı olarak bir miktar değişmekle birlikte, daha çok azınlıkları, farklı olanları, AKP hükümetinin uygulamalarını ve Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirenleri hedef alıyordu.
Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Direnişi sürecinde ve sonrasında, direnişe doğrudan katılanlar bir yana, dolaylı destek verenlere veya direniş sürecine kendisi gibi bakmayanlara, hatta Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm hanım gibi bir yanını kaybetmiş olanlara tehditler yağdırdı. Sayıları milyonlarla ifade edilen Gezi direnişçilerine hakaret (“çapulcular”, “barbarlar”, “zavallı kemirgenler”) ve iftiralarda (“Camide içki içtiler”, “Bayrak yaktılar”, “Başörtülülere saldırdılar”) bulundu. Partisine oy veren % 50’yi evde zor tuttuğunu söyleyen Erdoğan, polisin aşırı şiddet kullanmasını, hedef gözeterek adam vurmasını (plastik mermi veya ateşli silahla) destan yazmak olarak değerlendirdi. Direnişçilere saldıran palalı insanlara sahip çıkarak, Ali İsmail’i katleden esnaf ve polisler yargılanırken, linç yapan esnafı teşvik edercesine “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hâkimdir” dedi.
Erdoğan, her fırsatta siyasi rakiplerinin etnik ve mezhepsel kimliklerini gündeme getirdi. O da devleti gibi farklı kimlikleri ve renkleri yergi vesilesi yaptı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için “Kendisi Zaza, ama Kürt kardeşlerimi aldatıyor” dedi. Zazalığı, Demirtaş’ı yermede kullanılacak bir dezavantaj olarak gördü. Benzer şekilde, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da Aleviliği üzerinden yüklenmeye çalıştı. Bir ifadesinde Kılıçdaroğlu’nu kastederek “Sen Alevi’sin çık bunu açıkla. Sen Alevi olabilirsin, ben Sünni’yim” diyordu. Burada amaçlanan, Sünni çoğunluğa Kılıçdaroğlu’nun Alevi olduğunu bir kez daha hatırlatmak, Sünni çoğunlukla kendisini özdeşleştirerek, mezhepsel kamplaşmadan siyasi rant sağlamaktı. Kılıçdaroğlu’na ve Alevilere ilişkin başka bir söyleminde “Kendisi Hacı Bektaşi Veli’nin malum Alevilik kültüründendir ya. Eğer Alevilik Hz. Ali Keremallahü Veche’yi sevmekse ben Alevi’den daha çok Alevi’yim. Ama bunların yaşamında Hz. Ali var mı? Yok. Hz. Ali nerede bunlar nerede.” Alevilerin kutsalına, inanç kadar kutsal olması gereken yaşam tarzına dil uzatarak, Alevilik anlayışına yüzyıllardır yüklenen asılsız, iftiradan ibaret gayrı ahlaki algılara ve anlayışlara seslendi, bu algıları canlı tutmaya çalıştı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’deki sayıları koruma altına alınmayı gerektirecek kadar azaltılmış olan, gayrimüslimlere ilişkin ifadeleri de takdire şayandı (!). Erdoğan kendisine ilişkin bir değerlendirmede “Benim için neler söylediler. Çıktı aynı zihniyet Gürcüdür diyen oldu. Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu.” Böylece, bir zamanlar dünya lideri diye reklamı yapılan ve bu amaçla yelkenine hava pompalanan Erdoğan’ın, Ermeniliği hakaret olarak gören anlayışı su yüzüne çıkıyordu. Başka bir değerlendirmesinde “Bu teröristlerin yeri belli, bunlar Zerdüşt. İşte şimdi kendileri açıklıyor, Yezidilikten bahsediyorlar. Bak neler çıkıyor neler. Onlardan öğreniyoruz, bu tür ayinler yapıyorlar” diyerek DAİŞ çetelerinin vahşetinden arta kalan Ezidi halkına ve Zerdüşt inancına hakaret etmekten imtina etmedi.
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP kurmaylarının ayrımcı ve cinsiyetçi tutumundan kadınlar da paylarına düşeni aldılar. Erdoğan, belediye başkanlığı sürecinde makyaja karşı olup olmadığını soran kadın gazeteciyi kaportası dökük araca benzetmişti. Hopa protestolarında polis şiddeti sonucu kalça kemiği kırılan Dilşat Aktaş’ı kastederek, “Polis panzerine tırmanan kadın mıdır, kız mıdır bilmem” diyordu. Eylemci Dilşat Aktaş özelinde, kadın bedenini sorguluyor, kadınlığa ilişkin cinsiyetçi bilinçaltı rezervlere sesleniyordu. Aynı Erdoğan, erkek ve kız öğrenci yurtlarının birbirinden ayrılması gerektiğini, erkek ve kız öğrencilerin aynı evlerde kalmasının muhafazakâr yapımıza ters olduğunu ifade etmişti. Iğdır mitingi öncesi, bazı kadınların sırtını dönerek kendisini protesto etmesine tepki olarak “Şimdi tabi ne anlama geldiği belli de, bizim edebimiz buna müsaade etmez” diyecek kadar gayriahlâkî ifadeler kullandı. Kürtaj ile ilgili tartışmalar sürerken, CHP’li Aylin Nazlıaka’nın “Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın” demesi üzerine “ağır abi” Bülent Arınç vajina sözünün yüzünü kızarttığını ve bu ifadeden dolayı yerin dibine geçtiğini, kadına ve kadınlığa bakışını da “Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak” şeklinde özetliyordu. Kürtaj tartışmalarına katılan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek; tecavüz olayında kadını hatalı gördüğünden, kürtaj yerine, kendi yaşamına son vermesini öneriyordu. AKP’li İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün, tecavüzcünün kürtaj yaptıran kadından daha masum olduğunu söyleyerek, tecavüz mağduru kadın yerine, tecavüzcü ile empati kuruyordu. AKP Ünye İlçe Yöneticisi Süleyman Demirci ise; kapalı olmayan tüm kadınları, perdesiz ev benzetmesi ile, satılık veya kiralık olarak lanse ediyordu.
Dilinin, dininin, kininin davacısı bir nesil
Bu coğrafyanın farklı olanlarına yaklaşım konusunda; başta Erdoğan olmak üzere, AKP kurmayları ile devletin resmi ideolojisi arasındaki uyumun biraz tesadüfî, süreçsel (anlık iktidar zehirlenmesi) olup olmadığını anlamak için, söz konusu şahsiyetlerin geçmişine açılan kapıları aralamak gerekir diye düşünüyorum. Erdoğan ve AKP kurmayları ağırlıklı olarak muhafazakâr-milliyetçi ailelerden gelmektedirler. Yaş ortalamaları 60 ve üzeridir. Yani yaşlı olarak tanımlanabilecek bir jenerasyona mensuplar. Türkiye’de 50-60 yıl önce muhafazakar-milliyetçi değerlere sahip bir ailenin, Müslüman-Türk olmayanlara, devlet ideolojisinden beslenen ve ezbere dayalı, olumsuz bakış açısını tahmin etmek zor olmazsa gerek. Bundan dolayıdır ki, belli odaklar (başta devletçe desteklenenler olmak üzere) farklı olana karşı muhafazakar-milliyetçi çevreleri kolayca harekete geçirebilmiş, talan ve katliamlar yaptırabilmişlerdir (6-7 Eylül 1955 yağmalaması ve katliamı, 1978 Maraş Katliamı, 1993 Sivas Madımak Katliamı…).
Ortalama muhafazakâr bir ailede doğan, muhafazakâr-milliyetçi bir çevrede büyüyen AKP kurmayları, gençlik yıllarını da aynı anlayışa sahip yapılarda geçirmişlerdir. Bu yapıların başında, 1965 yılından sonra faaliyetlerini daha milliyetçi bir çizgide sürdüren, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gelmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan lise ve üniversite yıllarında MTTB’nin gençlik kollarında aktif görev almış, daha sonra kültür müdürlüğü, tesisler müdür yardımcılığı yapmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül MTTB’de yönetim kurulu üyeliği, icra konseyi üyeliği ve merkez icra konseyi muhasibi gibi görevlerde bulunmuştur. Eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, MTTB ile ilişkili Yeniden Milli Mücadele kadrosunda yer almıştır. Bunların dışında Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ahmet Davutoğlu, Ömer Dinçer, Bahaettin Cebeci, Akif Gülle, Kadir Topbaş, Tahir Akyürek, M. Ali Şahin gibi isimler MTTB ile yakın ilişki (yönetimde bulunmak, üye olmak, faaliyetlerine katılmak) içinde olmuşlardır
MTTB, komünizmle mücadele alanında kampanyalar yürütmüş, milli birlik fikrine sahip mukadessatçı bir gençlik hedeflemiş ve 1976 yılına kadar da bozkurt ile temsil edilmiştir. Bu yapı, Amerikancı bir anlayışla sosyalist çevrelere karşı konumlanmıştır. 16 Şubat 1969 yılında ABD’nin 6. Filo’sunu protesto eden solcu gençlere ve işçilere karşı geliştirilen provokasyon sonucu (MTTB ve Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) öncülüğünde), 2 kişi yaşamını yitirirken yüzlercesi yaralanmıştır. MTTB teşkilatının önemli destekçilerinden ve ideologlarından birisi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Kısakürek, yıllar önce MTTB’nin Milli Gençlik Gecesi’nde dininin, dilinin, kininin davacısı bir gençlikten bahsederken, halk yerine hakka inanılmasını ve hakimiyetin hakka verilmesini vurgular. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yıllar sonra gençliğe yönelik konuşmalarında Kısakürek’in ideolojik değerlendirmelerinden sık sık alıntılar yaparken; Beşir Atalay, AKP iktidarında ülkeyi yöneten kadronun Kısakürek’ten feyz aldığını ve onun ideolojisinden beslendiğini ifade etmiştir.
Darbeci paşalara müteşekkir bir nesil
AKP kadrosunda kimi siyasetçilerin (bunlardan bazıları: Cemil Çiçek, İ. Melih Gökçek, Ali Müfit Gürtuna…) içinde yer aldığı diğer bir oluşum, Yeniden Milli Mücadele Dergisi çevresidir. Bu derginin çoğu sayısında sosyalistler ve azınlıklar hedef alınmıştır. Bölücülük, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın yeni ihanetleri, hortlayan Ermenistan gibi vurguların yanı sıra, asıl hedef sosyalistler olmuştur. Sosyalistlere karşı sık sık millet ve ordunun sarsılmaz beraberliğinden söz edilerek, ordunun göreve gelmesi, DİSK’i kapatması ve komünizmi ezmesi talep edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın muhtırasına sahip çıkılarak, ordu darbe yapmaya çağrılırken, sağ siyasetin değişmez yüzü Cemil Çiçek, Mücadele Birliği İstanbul Sancağı İdare Heyeti adına Tağmaç’a şükranlarını sunmuştur. Bu durum, 30-40 yıldır mecliste olan ve en son Meclis Başkanlığı yapan Cemil Çiçek’in eski bir askeri darbe çağrıcısı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayıdır ki, Cemil Çiçek’in de içinde olduğu AKP kurmaylarının vesayet rejimine son vermesini, darbe ürünü tüm oluşumları kaldırmasını ve özgürlükçü bir anayasa yapmasını bekleyenler fena halde yanılmışlardır. Tam tersine, AKP kurmayları darbe ürünü yasa ve kurumların üstüne oturarak, yıllar öncesinde olduğu gibi, otoriter vesayet rejimine sahip çıkmış ve onunla özdeşleşmişlerdir. Onların egemenlere muhalefeti, kendilerinin egemen olamaması bağlamında anlaşılmalıdır.
Daha sonra, AKP kurmaylarının önemli bir kısmı Erbakan ismi ile özdeşleşen Milli Görüş anlayışı içinde yer almışlardır. Necmettin Erbakan’ın öncülüğünde kurulan Milli Görüşçü partiler Sünni-İslam anlayışına sahip muhafazakâr-milliyetçi bir duruş sergilemişlerdir. Milli Görüşçü partilerin çoğu tarikatların, dergâhların ve cemaatlerin desteği ile kurulmuştur. Bu anlayışın uzantısı olan Milli Gençlik Derneği de imanlı gençliği örgütleyerek tüm dünyayı yönetme iddiasındadır. Tek saadet yolu olarak İslam’ı ve cihad davasını gösterir. Milli Görüş anlayışı da Sünni-İslam dışında kalanları ve özellikle de Alevileri asimile etmeye, olmadı, Aleviliği kendince tanımlamaya çalışır. Alevilerin inanç şekline ve yaşam tarzına saygı duyulmaz. Alevi çocuklarına zorunlu din dersi dayatılmasını savunarak bu konuda da resmi anlayışla özdeşleşirler. Alevilere, cemevleri yerine, ibadethane olarak camii işaret ederler. Hatta daha ileri giderek cemevleri için ucube, cümbüşevi gibi yakıştırmalar yaparlar.
Hükümetten iktidara…
2001 yılında, Milli Görüş gömleğini çıkardığını söyleyen Erdoğan ve arkadaşları AKP’yi kurarlar. Bir yıl sonra yapılan genel seçimlerde AKP tek başına iktidar olur. İktidarlarının ilk yıllarında demokrasi, insan hakları, vesayet rejimiyle mücadele, Avrupa Birliği Standartları gibi çoğu seçmenin kulağına hoş gelen ifadeleri dillendiren AKP iktidarı; özgürlükçü bir anayasa yapma, tarihsel mağduriyetleri giderme ve katliamcı devlet anlayışı ile yüzleşme konusunda ayak diremeye devam eder. Bu tutumları sorgulandığında “hükümet olduk, ama henüz iktidar olamadık” ifadesi ile askeri vesayet engelini gösterirler. Sözüm ona özelde gerçekleşmemiş darbe girişimlerini sorgulama, genelde askeri vesayetle hesaplaşma adına açılan Ergenekon ve Balyoz davalarına arka çıkarlar. Görüntüde Gülen Cemaati ile başlayan çatışma üzerine, ayrıntıda karanlıkta kalan görüşmeler, siyasi hesaplar, güvenlikçi-otoriter devlet aklının devreye girmesi gibi bir dizi muhtemel nedenle AKP iktidarı “orduya kumpas kuruldu” diyerek makas değiştirir. Aslında, 12 Eylül darbesinin yarattığı koşulların ürünü olan AKP, ihtiyaç duyduğu eşiğin aşıldığını ve o güne kadar yaptığı demokrat taklidine artık ihtiyacı olmadığını düşünüyordu. Bundan dolayıdır ki, vesayet rejimi ile özdeşleşen AKP, kendi geleceğini kendisine ait vesayette görmeye başladı. Zamanla, tam iktidar olmadaki kasıtlarının da; darbe yasalarına ve kurumlarına sahip çıkarak, daha antidemokratik uygulamalarla diktatoryal tek adam rejimine yönelmek olduğu anlaşıldı.
AKP kurmayları ile Türkiye’deki tarikatların tarihsel ilişkileri bulunmakta olup, bu şahsiyetlerin önemli bir kısmı Nakşibendî ve Nur tarikatlarına mensupturlar. Malum iktidar kavgasına kadar, AKP hükümetinin en önemli müttefiki de Fethullah Gülen Cemaati olmuştur. Gülen, görüntüde “bir lokma, bir hırka” diyen ve sık sık gözyaşı döken din âlimi profili çizse de, gerçeğin çok farklı olduğu bilinmektedir. Gülen’in gençlik yıllarından itibaren derin devletin istihbarat birimleri ile çok sıkı ilişkileri olmuştur. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin örgütlenmesinde aktif görev almış, CIA ile ilişkili subaylarla yakın dostluklar kurumuş, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini desteklemiştir. 12 Mart 1971 darbesi ile ilgili bir vaazında “generaller süngülerini çekmek zorunda kaldılar” diyen Gülen, 12 Eylül 1980 darbesi öncesi de “polis, asker nerede, bu devletin sahibi yok mu, komünist hainlere kim dersini verecek” gibi ifadelerle darbe çağrısı yapmıştır. Aynı Gülen, AKP ile çatışmadan önce, Kürt sorununun diyalog ve müzakere yolu ile çözümü yerine, Kürt direnişinin gücünü kırmak için her türlü donanıma sahip olan ordunun, polisin, özel timin ve korucuların daha aktif şekilde kullanılmasını talep etmiş, bu anlamda kısmen başarısız bulduğu iktidara da adeta sitem etmiştir.
Yukarıda kısaca da olsa tarihsel ideolojik süreci verilmeye çalışılan AKP kurmaylarının anlayışı, salt iktidar zehirlenmesi olarak değerlendirilebilir mi? Bu anlayışın ortak noktası; kendisi gibi olmayanı, farklı olanı (kadınlar, LGBT bireyler, sosyalistler, gayrimüslimler, farklı etnik ve mezhepsel gruplar- çeşitli eğilim, tercih ve yönelimde yaşam sürdürmeye çalışan kesimler…), tıpkı devletin yaptığı gibi, kendine benzetmeye çalışmak, olmadı, hedef göstermek, yermek, hakaret etmek… Şüphesiz, 13 yıllık iktidar sürecinde AKP’nin devlet olanaklarını kullanması, kamuda kadrolaşması, kendi patronlarını ve medyasını yaratması, yandaş sendikalar kurdurması, odaları, dernekleri, birlikleri ve hatta spor kulüplerini kontrol edecek güce erişmesi, onu daha nobran ve kibirli yapmış olabilir. Ancak, Recep Tayyip Erdoğan’da somutlaşan bu anlayışı salt iktidar zehirlenmesi olarak değerlendirmek çok hafif ve eksik kalmaz mı? Farklı olanı kabul etmemek bakımından; Erdoğan ve onun AKP’si ile asimilasyoncu, ötekileştirici ve yerici devlet anlayışı arasında ne kadar fark var? AKP kurmaylarının, tarafından mağdur edildiklerini iddia ettikleri devlete ne kadar çok benzedikleri açık seçik değil midir? AKP kurmaylarının politik tutumlarında ve toplumsal bakış açılarında, bu metinde aktarılmaya çalışılan ideolojik ve tarihsel kodların etkisi yadsınabilir mi? Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP kurmaylarının yerme ve hakaret etme amaçlı yöneldikleri kesimlerin ve anlayışların tesadüfî olmadığı, belli bir ideolojik duruşun arka planına dayandığı açıkça görülmektedir. Yoksa AKP iktidarından önce ve AKP iktidarı süresince işlenen bunca cinayet ve katliam karanlıkta kalır mıydı? Cinayet işleten ve cinayetçiyi koruyan devlet mantığı bu kadar süreklilik gösterir miydi? Erdoğan’da somutlaşan ve belli kesimleri hedef alan dilin iktidar sürecine ilişkin anlık durumlarla açıklanması mümkün değildir. Bu durum, iktidar zehirlenmesinden ziyade, belli bir ideolojik sürece bağlı olarak bünyede biriken zehrin, iktidar olmanın rahatlığı ile, hedeftekilere doğru salınması olabilir.
* Prof. Dr. Mustafa Kalay
Mersin Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi / Temel Bilimler
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.