I.Haziran’a giderken AKP’nin kırılganlıkları Haziran’daki seçimlerin hemen öncesinde şunu tespit edebiliriz: AKP, “aşağıdan” ve “yukardan” hegemonyal gücünü yitirdi ve şimdi de yeni alternatifler aranıyor. Gezi, halkın büyük katmanlarını AKP’ye karşı aynı saflarda birleştirdi. AKP ise, halkın meşru direnişine karşı polis şiddetini ve Almanların Willkürjustiz olarak kavramsallaştırdıkları keyfi yargıyı çıkarttı ve her yere yaydı. Gezi, o […]
I.Haziran’a giderken AKP’nin kırılganlıkları
Haziran’daki seçimlerin hemen öncesinde şunu tespit edebiliriz: AKP, “aşağıdan” ve “yukardan” hegemonyal gücünü yitirdi ve şimdi de yeni alternatifler aranıyor.
Gezi, halkın büyük katmanlarını AKP’ye karşı aynı saflarda birleştirdi. AKP ise, halkın meşru direnişine karşı polis şiddetini ve Almanların Willkürjustiz olarak kavramsallaştırdıkları keyfi yargıyı çıkarttı ve her yere yaydı.
Gezi, o zamana kadar kendilerini birbirinden ayrı var eden direnişlerin, otoriter-neoliberal yeniden yapılandırmaya karşı demokratik ve sosyal mücadelelerin birleşmiş zirvesiydi.
Şimdi, Gezi bilinen haliyle ‘bitmiş’ olsa da ve AKP’yi ve özellikle onun kurduğu rejimi topyekün tehdit edebilen bir örgütlülük ve karşı hegemonya henüz mevcut olmasa da, Gezi’nin bir kez yaşanmış olması öznel koşulları tümüyle değiştirdi.
Her alandan insanlar aktifleşti ve radikalleşti: Gezi’den beri işyeri grevleri ve eylemleri, kadın tecavüzlerine ve cinayetlerine karşı, beden üzerine öznenin kendisinin karar verme hakkının gasp edilmesine karşı eylemlerde katılım ve duyarlılık, üniversitede neoliberalizm ve YÖK’e karşı direnişler, Kobaniyle dayanışma, Gezi isyanının şehitlerinin hesabını soran eylemler ve başka bir çok demokratik ve sosyal mücadelelerin – hepsinde Gezi’den beri ve Gezi yüzünden muazzam patlamalar görüldü.
Toplumsal bir kaynaşma, eylemlilik ve bir şeyler yapabilme inancı ortalığa saçıldı. HDP seçim kampanyasına baksanıza: siyasetle, hele HDP, BDP ya da sosyalizm vs. ile alakası olmayan bir çok insan HDP’ye oy verecek ve dahası seçim kampanyasındaki çalışmalar binlerce gönüllünün muazzam katılımıyla gerçekleşiyor. Elbette bütün bunlarda Gezi’nin çok büyük bir katkısı var!
AKP’nin yaşanan toplumsal gerçekliğe ya da patlayan toplumsal dinamiklere karşı düşmanca, suçlayarak, saldırarak, kin ve nefret kusup ortalığa yayarak ve rejimi hukuki olarak da polis devletine dönüştüren İç Güvenlik Yasasıyla cevap vermesi, içine sürüklendiği hegemonyal krizi derinleştirdi.
“Aşağıdan“ oluşan bu hegemonya krizi, T.C. devleti tarafından IŞİD ve El Nusra’ya yapılan bütün desteğe rağmen kendisini korumasını bilen Rojava devrimiyle daha da derinleşti.
Kemalist propagandanın aksine – ki bu yalan propaganda, aslında Kemalizmin ve özellikle CHP’nin toplumsal düzeyde git gide itibarsızlaşmasının, belki ölmesinin bir ifadesidir – Kürt hareketi ve demokrasi güçleri, HDK/HDP nezninde, sırtında Rojava ve Gezi’nin kitlesel rızasıyla ve barajı aşma motivasyonuyla, devletle “medeni” biçimde yürütülen çatışmaya (“müzakereye“, ya da “demokratik siyasete“) daha güçlü giriyor.
Çoşkuyla akan ve sürekli etrafına saçılan bu halkçı- demokratik toplumsal enerjinin/gücün, tahtında zar zor oturan Erdoğan’a tam da düşüşünde çok istedigi başkanlık sistemini hediye etmeyeceği çok açık. Tam tersine, HDK/HDP, CHP’nin 13 yıldır beceremediğini ve zaten hiç de becermek istemediğini beceriyor: AKP’nin düşüşünde ve içten parçalanmasında belirleyeci siyasi faktör oluyor.
Çünkü, Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik ve sosyalist güçlerin AKP’nin kurduğu hegemonyayı sarsıyor olması, “yukardan“ oluşan hegemonyal krizi derinleştiriyor. 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan hakkında aralarında yaşadıkları gerginlikten sonra, 2013 sonunda aniden yapılan “yolsuzluklar operasyonu” hamlesi, hükümetteki AKP ile devletin içindeki müttefiki Cemaat arasındaki işbirliğini dağıttı.
Farklı devlet aygıtlarında farklı biçimlerde konumlanmış AKP ile Cemaat arasında açık bir iktidar kavgası başlamıştı. Bu kavgayı şu anda AKP kazanmış gözüküyor. Ama her halükarda, siyasi öznenin birliği parçalandı.
Hemen ardından da AKP’nin içinden muhalif sesler başladı. “Büyü” bozulmuştu. Yanı sıra, “İstanbul” ve yer yer “İslami” sermaye grupları, AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın keyfi-otoriter tarzından (mesela Gezi İsyanı’nı destekleyen sermayedarlardan muazzam “vergi cezaları” kesilmesinden) ve AKP’nin yarattığı ortamdan şikayet etmeye başladı.
Ekonomi, dışa ve finansa aşırı bağımlılığı ve küresel krizin devam etmesi yüzünden 2012’den beri zaten tıkanmaya başlamıştı. Gezi olayları ile istikrarın bozulması, iç ve dış yatırımcıların kaçmaya başlaması, Amerikan Merkez Bankası FED’in 2013 Mayısından başlayarak ucuz dolar desteğinin sona ereceğini açıklaması ve bağlı olarak sermayenin yine ABD ve Dolar’a kaçmasının etkisiyle kurun pahalılaşması (veya TL’nin değer kaybetmesi), Türkiye’ye sert bir şekilde yansıdı.[2]
İlk olarak TL, 2013’den beri %40 civarında değer kaybetti[3], mesela dolar pahalılaştı, ülke içi borçların önemli bir miktarı yabancıların elinde olduğu için de borç yükü kritik bir şekilde yükseldi. Ayrıca, kurun pahalılaşması yüzünden, Türkiye ekonomisinin üretimde tümüyle bağlı olduğu ithalat da pahalılaştı.
İkincisi, Türkiye ekonomisinin artık ana damarlarından birisine gelmiş olan toplam dış kaynak, 2013-14 arası -%38 civarı geriledi[4], yani yabancı varlıklar, yatırımlar, krediler vs. ülkeyi terk etti, mesela yükselen faizler yüzünden yeniden çekici olmaya başlayan ABD’ye doğru aktı.
Üçüncüsü, ekonominin ana motorlarından birisi olan ihracat, 2015 yılının ilk 3 ayında 2014’ün ilk 3 ayına nazaran, sırasıyla -%9,8, -13% ve -%13,4 civarında geriledi.[5]
Neticede, dördüncü olarak, 2015’in ilk 3 ayında, ekonomi tahminen sadece %1 civarında büyüdü, işsizlik arttı, cari işlem açığı hala yüksek ve kamu döviz rezervleri hızla eriyor.[6]
Sermaye sınıfının bazı önemli kişileri ve dernekleri, 2012’den beri tıkanan ve her an çatlayabilen bu kırılgan ekonomik ortam yüzünden paniğe kapılmaya başladı ve AKP’nin ekonomi politikalarını şikayet etti.[7] AKP içinden ilk çatlak, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın işlerine fazla karışmasına muhalefet etmesiyle açık olarak herkesin gözünün önünde yaşandı.
Asıl olay ise, Newroz’un basıncıyla patladı. Şubat sonunda, Akdoğan ve devletin bazı görevlileri HDP ile beraber açıklama yaparak “niyet beyanında” bulununca, Erdoğan köpürdü. Bunun üzerine Bülent Arınç Erdoğan’a “haddini bil“ tarzında bir yanıt verdi, Gökçek hemen durumdan vazife çıkararak konuya atladı ve Arınç’a hakaret etti, Arınç cevabını el yükselterek verince, Davutoğlu ortamı sakinleştirmeye mecbur kaldı ve ikisine de disiplin kurulunu gösterdi.
Dış politikada, AKP’nin hemen bütün alt-emperyal projeleri elinde patladı. Tersine, Türkiye uluslararası arenada izole oldu: Mısır’da, İhvan kartını oynayıp, İhvan dağıldıktan sonra hala İhvan’da ısrar eden AKP, her şeyi kaybetti. Suriye’ye karşı yapılan hamleler, AKP’nin ilk iki döneminde arasının gayet iyi olduğu bu ülkenin yanı sıra, Lübnan Hizbullah’ı ve İran’la da ilişkileri ciddi anlamda bozdu. En sonunda şimdilerde zavallı biçimde peşine takıldığı Suudi Arabistan da, aslında Orta Doğu’daki yerel hegemonyal rekabette ‘rakip’ konumunda.
Rojava devrimi ise, aksi yöndeki bütün saldırılara rağmen, kendisini koruyabildi. Türkiye, hala daha kabullenemese de, çok daha esnek olan ABD, olayı anlayıp Rojava’yı kabul etti ve elbette hemen sonra da bin bir yolla, Ortadoğu’da ABD emperyalizminin çıkarlarını tehdit etmeyecek bir yöne doğru evrilmesi için çabalamaya başladı. Ama tabii ki bu oyunun içinde başka oyuncular da var. PYD/YPG de, Rojava devrimiyle beraber açılan alanı ustaca kullanıyor ve sürecin akışını kendi çıkarları yönünde bükmeye çalışıyor. Emperyalizm, bir tanrı değil, sonu açık olan bir mücadelenin güçlerinden birisi.
Zamanın akışı içinde sürekli irtifa kaybeden Türkiye, neredeyse af dileyen bir tarzda Suudilere yanaştı ve Suriye alanındaki düşüşünü durdurmaya çalıştı. Yanı sıra İran’a da zayıf bir konumda gitti. Ama, herkes görüyordu, bir aralar Orta Dogu’yu “büyüleyen” hava artık uçup gitmişti. Zamanında Ortadoğu’nun sözümona “kahramanı” olan, İsrail ile Suriye arasındaki müzakere sürecinin arabuluculuğunu yapan, Filistin halkının İsrail’e karşı “cesurca” haklarını savunan AKP, bölgesel liderlik ve hegemonya potansiyelini tümüyle kaybetmiş ve Suudilerden yardım isteyen, onların lider olduğu bir stratejik yönelimin ve örgütlenmenin parçası olan bir konuma düşmüştü.
İşte, yaşanan hegemonya krizini özetlemek gerekirse: kapitalist birikim süreci tıkanmış durumda, ezinlenlerin, sömürülenlerin ve marjinalleştirilenlerin uyumluluğu/kabullenişi parçalandı, “onay” verenler artık vermiyor, devlet kendi içinden bölündü, askeri güç kendi başına başka bir ülkeye müdahale için yetersiz (hatta bu konu yüzünden TSK ile hükümet arası gerginlik yaşanıyor) ve bölgesel düzeydeki alt-emperyal girişimler ekonomik ve siyasi olarak boşa çıktılar.
Hegemonya krizinin gün be gün derinleşmesine Erdoğancılar ve AKP tarafından cevap, baskı, şiddet ve yürütülen nefret kampanyaları ile karşıtlarını ötekileştirmek oldu.
Böylece, siyasi öznenin toplum ve devletteki fonksiyonuna aşırı değer biçip ve kendi gücünü yanlış hesaplamış oluyorlar… Siyasal öznenin fonsiyonu, devlet dolayımıyla, egemen sınıfların hegemonyasını konsantre bir şekilde toparlayıp örgütlemektir; bu fonksiyonunu görmezden gelen veya artık yerine getiremeyen bir siyasi özne, iktidardan düşmeye başlar. İşte, zaten tam da bu sebepledir ki, AKP içi çatlaklar oluşmaya ve oluşanlar da derinleşmeye başlıyor.
Büyük bir ihtimal ile – eğer seçime kadar rejim Suriye’de savaş başlatmaz ya da eğer seçim hileleri gerçekliği fazlasıyla bükmezse – seçimle beraber AKP’nin mutlak egemenliği ve bugüne kadar tanıdığımız AKP sona erer. Başkanlık sisteme gerçekleşmeyecek, çünkü – eğer HDP barajı aşarsa – yeterli bir oy çoğunluğu mevcut olmayacak. Artık AKP’nin içinden bile koalisyon hükümetlerinin zamanının geldiğine dair düşünceler duyulabiliniyor.[8] Bu ise Erdoğan’la mümkün olmayacak, Erdoğan’sız bir AKP ise zaten AKP olmaktan çıkacaktır. O durumda, “fareler” batan gemiyi terk edip başka bir gemiye binmeyi bileceklerdir – nasıl ki, zamanında Erdoğan ve tayfası Erbakan gemisini terk edip AKP gemisine binmeyi bilmişlerse.
Kim hükümete gelirse gelsin: Kürt halkının haklarına karşı Erdoğan ve devlet geleneğinin alışılan saldırganlık, inkar ve asimilasyon politikaları, Kürt özgürlük hareketinin muazzam güç kazanması yüzünden ya bağımsız bir Kürdistan’a, ya da savaşın büyük çapta yeniden başlamasına yol açacaktır. Böyle bir savaş, ne halk ne de artık egemenler tarafından pek destek görmüyor, savaşı başlatmak çok büyük bir risk olacaktır.
II.Neden oylar HDP’ye?
Seçimlerden sonra her şey nasıl devam edecek, elbette şimdiden net bir şekilde ön görülemez. Birkaç önemli noktayı ise şimdiden saptayabiliriz:
Kürt Özgürlük Hareketi, Rojava devrimi ile son senelerdeki güç toparlama sürecinde nitel bir sıçrama gerçekleştirdi. Benzer bir şekilde Gezi isyanıyla da, Türkiye’de bazı demokratik ve antikapitalist toplumsal dinamikler (LGBTİ ve kadın mücadelesi, ekolojik mücadele, kent mücadelesi, savaş karşıtlığı, Alevilerin mücadelesi) özel bir güç kazandı ve demokratik ve sosyalist örgütler güçlendi. Sonuçta, ortaya çıkan toplumsal gerçeklik içinde, Gezi isyanıyla meşruiyetleri ve güçleri artan demokratik ve antikapitalist toplumsal dinamikler ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve demokratik ve sosyalist güçlerin ittifakı, şayet uygun bir yapıda kurulabilirse, içinde Türkiye’nin geleceğini belirleyebilen potansiyelleri barındırıyor artık.
Ki zaten, Türkiye’deki devrimci ve demokratik potansiyel, Kürt özgürlük hareketiyle “içerden” ilişkilenmedikçe, Kürt özgürlük hareketine sanki apayrı ve Türkiye’nin öbür demokratik problemlerinden bağımsız bir nitelikmiş gibi “dışardan” bakıp-seyrederek, sosyalistlerin bağımsız hattını Kürtlerin özgürlük mücadelesinden apayrı ve “içerden” ilişkisi olmayan bir hat olarak yanlış anlarsa, er ya da geç ciddi bir tıkanıklığa ve güç kaybına itecektir.
Ve tam da günümüzde, Gezi ve Kobane ile oluşan enternasyonalist, dayanışmacı, halkçı ve demokratik eksen veya aslında tarihsel momentum, bu “içerden” ilişkilenmenin derinleşmesi, güçlenmesi ve bölgeselleşmesinin önünü açtı. Çünkü, Gezi’de ve Kobane’de, halklar kendi demokratik mücadelelerini aynı düşmanlara karşı, İŞİD, AKP, Bizans ve Osmanlı’dan beri sürüp gelen devlet yapısı ve emperyalist saldırganlığa karşı sürdürüyorlar. Bu yazı yazılırken Rojava’da şehit düşen Bedrettin Akdeniz, içlerinde sevgili yoldaşım Kader’in de olduğu birçok başka sosyalist ve devrimci gibi, Gezi ile Kobane arası oluşan bu ekseni görüp, onu daha derin ve daha kapsamlı bir şekilde inşa etmek için yaşamını feda etmiştir.
İşte, HDP, 7 Haziran’da, bir siyasi parti olmasından daha fazlasını, asıl olarak Gezi’de ve Kobane’de oluşan halkçı-demokratik eksenin, Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye’deki demokratik ve antikapitalist dinamiklerin umutlarını temsil ediyor.
Elbette HDP’nin ciddi problemleri var:
HDP, kuruluşunda halk meclislerine dayanarak örgütlenmesi hedeflenen HDK’nın seçim ‘aracı’ iken, git gide (tıpkı SYRİZA’nın geçmişinde olduğu gibi) HDK’yı gölgeledi ve onun yerine geçti. Artık HDP, HDK’ya değil, HDK HDP’ye çalışıyor. Bu savrulma, er ya da geç HDP’yi de, eğer bu durum devam ederse ve seçimlerde de barajı yıkıp iktidara doğru adım atmaya başlarsa, sistem içine çekecek ve kendi devrimci-demokratik hedeflerine yürüyüşünü zorlayacak, tıkanıklığa itecektir.
Evet, HDP’nin halk meclislerinin yerine geçerek, halkın kendi içsel toplumsal dinamiklerinin öncüsü olmak yerine sistem içi “büyük siyasete“ doğru hamle yapması bir problem; ama bunun yüzünden HDP’nin içinde ve HDP’nin etrafında oluşan halkçı-demokratik-antikapitalist ittifakı ve dinamikleri görmemek büyük bir hatadır. Asıl bu ittifak ve bu dinamikler – ve elbette, bunu hiç unutmayalım, Kandil ve Kürt halkının muazzam dinamiği – HDP’nin güç kazandığı eksendir ve HDP, 7 Haziran’da onların umutlarını temsil ediyor.
Bugün, sosyalistlerin ve devrimci-demokratların güncel görevi, demokratik ve sosyal mücadelelerin içinde aktif faaliyet gösterip örgütlenmenin yanı sıra, HDP etrafında oluşan bu güçlerin ve ittifakların içinde de görev almak, bu güçlerle beraber aktif ve dayanışmacı bir biçimde mücadele etmek ve bunların asıl örgütlenme modeli olan HDK’yı büyütmektir. İşte, HDP’nin tıkandığı anda onu ileriye itecek, dönüştürecek, belki başka bir siyasi özne yaratacak güç, şu an HDP’nin içinde ve etrafında oluşan, daha tam kendi özgün biçimine de bürünmüş olmayan demokratik ve antikapitalist dinamikler ve onların ittifakıdır.
Bütün bunlar yüzünden seçimlerde “Oylar HDP’ye!“
Bu seçimleri bir “devrimci” perspektife yerleşerek saf “sandık siyaseti“ olarak yorumlayıp ciddiye almamak, devrimciliği yanlış anlayışın ifadesidir, sözde sol radikalizmdir.
“Sözde“ diyorum, çünkü komünizm içinde tanımlananın 1920’lerin sol radikalizmi, Ekim devriminin başarısıyla devrim perspektifinin her yerde acil güncelliğinin oluştuğu özel uluslararası koşullarda oluşmuştu. Pannekoek, Korsch, Lukács gibi 20’lerin sol radikalleri, önemli güç odaklarının içindeydiler ve kapsamlı pratik faaliyetler içinde bulunuyorlardı.
Bugünkü Türkiye’de öyle bir şey yok ve sol radikal tarzı savunanlar, onu sadece içi sıcak hava dolu sözlerle, söylemsel düzeyde savunuyor, sol radikalizmin hiçbir ciddi siyasi-pratik gerçekliği yok. Bu söylemleri savunanlar, devrimin ve somut mücadelelerin gerçekleri yerine sadece kendi dar çıkarlarını savunuyor ve radikal laflarla “hava atmış” oluyor, başka bir şey değil.
Burjuva parlamenter düzenin kısmen bile olsa geliştiği burjuva toplumlarda, parlamenter mücadelenin, devrimin henüz acil bir güncelliğe bürünmediği zamanlarda devrimciler açısından iki anlamı vardır: birincisi, reformlar yoluyla kitlelerin yaşam koşullarının iyileştirilmesini zorlamak veya bu mücadelenin ve zorlamanın parlamenter ayağını oluşturmak. İkincisi, devlet seviyesinde söz sahibi olarak, kendi ideolojik hegemonya ve propaganda alanını genişletmek.
Hiçbir reforma izin vermeyen ve uzaktan yakından demokratik olmayan Duma’ya, Lenin aynen bu gerekçelerle girmeyi önerir: her yerde söz sahibi olmak için, söz sahibi olunabilinen hiç bir yeri burjuvaziye bırakmamak için. Yaşam koşullarını iyileştirmek ve söz sahibi olup ideolojik hegemonyayı genişletmek, elbette halkın ve emekçilerin karşı hegemonyasını kurmak için bir araçtır, bu amaca hizmet eder.
Ama unutmayalım, parlamentoda söz sahibi olup kendi hegemonyasını genişletme imkanı, sadece devrimciler için geçerli değil, asıl burjuvazi için geçerli; sen yapmazsan o yapar. İşte, parlamenter düzeninin kısmen bile olsa geliştiği ve halkta rıza yaratabilen bir araç olduğu burjuva toplumlarında onu önemsememek, güç toparlamak için gereken araçlardan birisinden kendiliğinden vazgeçmek ve onu sermaye güçlerine hibe etmek demektir.
Bütün bu tartışmayı biraz 7 Haziran seçimleri için somutlaştırırsak: AKP’yi geriletmek, Erdoğan’ın işini bitirmek, zayıf veya bölünmüş bir AKP yaratmak ve bunları da sokağın dayatması ve HDP’nin barajı aşmasıyla becermek, büyük bir başarı olacaktır. Bu başarı, HDP’nin içinde ve etrafında oluşan demokratik ve antikapitalist dinamiklere güç katacaktır.
Bu dinamiklerin sokakta ve HDP aracını kullanarak uyguladıkları baskı, CHP’ye solculuk gömleğini yeniden giydirdi. Siz bir de HDP’nin barajı geçmesini bekleyin lütfen, CHP bülbül gibi ötmeye başlayacaktır. İşte efendim emeklilik primleri, asgari ücretler, hatta ‘İbo’lar, Deniz’ler, Mahir’ler, onlar da iyi çocuklardı aslında’ söylemleri, yenileri eklenerek birbiri peşi sıra gelecektir. Evet, CHP, kendi tarihsel misyonuna, solu sistem içine çekme konumuna yeniden yerleşiyor.
Öte yandan, aslında gerçek konumunu da gösteren CHP, AKP gibi “mega projeler” sunmaya ve ‘aslında 3. köprü, 3. havalimanı o kadar da fena değil’ demeye başladı. Dünya emperyalist sisteminin yaşadığı kimi değişimlerle, artık CHP gibi aslında ‘devlet partileri’ olan ve asla işçi sınıfının mücadelesinden doğmayan veya uzundur bağını kopartmış olan sözde sosyal demokrat partilerin sistem içi sosyal demokratlığı bile iyice daralmış oldu.
Seçimlerden sonraki hegemonyal düzen ne olursa olsun; mesela bölünmüş veya Erdoğan’sız bir AKP ile CHP koalisyonu diyelim; sokağın baskısıyla ve demokratik ve antikapitalist dinamiklerin desteğiyle barajı yıkıp meclise giren HDP, halkların çıkarları için parlamenter bir baskı ayağı oluşturacaktır. Şayet sokaktaki baskı, kazanılan zaferin oluşturacağı yeni güç dengelerine dayanılarak bir kademe daha yükseltilirse, AKP-CHP ortaklığının yeni hegemonyal düzenini, toplumun ve devletin ana yapılarını değiştirmeden ve egemen sınıfların liderliğini yeni koşullarda korumak için, sol söylemlerle inşa edilen popülist bir zeminde bazı hakların tanınmasına zorlayacaktır. Böylesi bir gelişme de, bu kazanımlar kendi baskıları ve mücadeleleri yüzünden gerçekleştiği için demokratik ve antikapitalist toplumsal dinamikleri güçlendirip önünü açacak, demokratik ve sosyalist politik güçler için daha uygun bir ortam yaratacaktır. Komünist ya da devrimci demokrat bir hattın güçlenmesi ve bu güçlenmenin devrimin güncelleşmesinin zemininde yaşanması, böyle ya da başka biçimlerdeki “belirlenmelerin” ve “belirlemelerin” içinden geçmeden başka nasıl yaşanabilir?
Aşılması gereken asıl güncel kilit noktaları ise, darbecilerin 1982 anayasası, devletin uygulayan gücün etrafında toplanıp yoğunlaşarak otoriterleşmesi, anti-demokratik toplumsal ilişkiler ve bütün toplumsal ilişkilerin neo liberal ilkelerin etrafında yeniden yapılandırılmasıdır.
Yoksa, bugün olduğu gibi, T.C. tarihinin farklı dönemlerinde de, sistem güçleri, antidemokratik toplumsal ilişkilere ve devlet yapısına hiç değmeden birbiriyle en sert şekilde çatışmayı bildiler; oyuncular hep değişti, ama oyunun kendisinde değişen pek bir şey olmadı. Bu durum, bugün için de geçerli. Onca gürültü ve yaygaranın ötesinde, AKP, CHP ve MHP, devletin ve toplumun şimdiki anti-demokratik yapısının ana ekseni konusunda tümüyle aynı düşünüyorlar.
İşte, Türkiye’nin demokrasi problemlerinin yapısal bir şekilde çözülmesi; yani, siyasi ve kültürel özgürlüklerin tanınması ve Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in tarihsel suçlarının (Ermeni soykırımı, Ermeni’lerin ve Rum’ların malını çalarak ilkel sermaye birikimini gerçekleştirmek, Kürdistan’ın işgali ve sömürgeye dönüştürülmesi) teşhir edilip tarihsel adaletin onun yerine geçmesi – işte bunlar ise, sadece ve sadece, demokratik ve sosyalist toplumsal güçlerin kendi bağımsız gücüyle ve demokratik ile halkçı toplumsal dinamiklerle kaynaşmasıyla başarılabilir.
Bu yolda yürürken, halk güçlerinin, burjuvazinin kendi hegemonyasını korumak için sunmaya mecbur olduğu en sığ demokratikleşmeyi bile, kendi alanlarını genişletip ve karşı hegemonyayı inşa etmek için kullanmaları ve esas olarak da burjuvaziye demokratik cumhuriyeti dayatmayı hedeflemeleri gerekiyor.
Türkiye burjuvazisi kendi içinde kendisini demokratik bir cumhuriyete iten bir niteliği barındırmıyor. Demokratik cumhuriyeti burjuvaziye dayatan emekçiler ve onların devrimci örgütleri, güç dengelerinin elverdiği koşullarda tekelci sermayenin tasfiyesini de kapsayabilecek olan bu süreçte kazandıkları özgürlükleri ve güçleriyle ve sadece bu süreçle beraber, çubuğu bir kademe daha ileriye büküp sosyalist bir devrimi gerçekleştirebilir, gerçekleştirecektir.
[1] Bu yazı, Güney Işıkara ve Max Zirngast ile yazdığım ve Ağustos ayında Almanca yayınlanacak Kampf um Kobane. Kampf um die Zukunft des Nahen Ostens [Kobane savaşı. Orta Doğu’nun geleceği için verilen savaş] kitabında yayınlanacak „Die AKP als neuer Prinz: die Hegemonie des Finanzkanpitals und ihre Widersprüche“ [Yeni prens olarak AKP: finanskapitalin hegemonyası ve çelişkileri] makalemizin son sözünün çok genişletilmiş hali.
[2] Genel bir değerlendirme için bkz. http://www.sendika.org/2015/05/kuresel-krizin-gelisimi-2014-donemeci-ve-2015-icin-gozlemler-umit-akcay-kriznotlari-blogspot-com-tr/ ve Volkan Yaraşır’ın TÖ gazetesi Mayıs 2015 sayısındaki s.6’daki makaleler bkz.
[3] Bkz. Volkan Yaraşır’ın bahsettiğim makalelerine.
[4] http://www.sendika.org/2015/04/ekonomik-durgunlasma-simdilik-kalicidir-korkut-boratav/.
[5] http://kriznotlari.blogspot.com.tr/2015/04/dunya-krizi-ve-turkiye-ihracattaki-sert.html?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed:+KrizNotlar+%28Kriz+Notlar%C4%B1%29.
[6] http://www.sendika.org/2015/05/secim-arifesinde-ekonomik-gostergeler-korkut-boratav/.
[7] Mustafa Sönmez bir makalesinde egemenlerin kaygılarını ve şikayetlerini derlemiştir, bkz. http://mustafasonmez.net/?p=4830.
[8] Mesela AKP Genel Merkez Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’den: http://t24.com.tr/haber/mehmet-ali-sahin-koalisyon-donemleri-gelebilir-nihayet-ak-partinin-de-bir-omru-var,293295.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.