Kendileriyle çıkarları arasına giren herkesi, her şeyi mekanik bir engel olarak görüyor ve bu engelleri ortadan kaldırmak için en ufak bir tereddüt duymadan her türlü yöntemi kullanıyorlar 1. Kafa kesip kalp yiyenler İçleri boşaltılmış. Bir kabuk gibi… Bir gölge gibi yaşıyorlar, ağırlıksız bir suret gibi. Doğuyor, büyüyor, yiyip içiyor, çoğalıyorlar. Yaşıyorlar ama içleri boş, duyguları […]
Kendileriyle çıkarları arasına giren herkesi, her şeyi mekanik bir engel olarak görüyor ve bu engelleri ortadan kaldırmak için en ufak bir tereddüt duymadan her türlü yöntemi kullanıyorlar
1. Kafa kesip kalp yiyenler
İçleri boşaltılmış.
Bir kabuk gibi…
Bir gölge gibi yaşıyorlar, ağırlıksız bir suret gibi.
Doğuyor, büyüyor, yiyip içiyor, çoğalıyorlar.
Yaşıyorlar ama içleri boş, duyguları künt.
İçgüdü ve itikatlarıyla hareket ediyorlar.
Kafa kesiyorlar kalp yiyorlar
***
Ne sınırsız bir coşku, ne katıksız bir sevinç ne de yoğun bir acı hissediyorlar. Davranışlarının sorumluluğunu üstlenmeye yanaşmıyor, yaptıklarından hicap duymuyor, zerre kadar suçluluk hissetmiyorlar.
Düşman bildiklerini tekbir getirerek bir tavuk gibi diri diri boğazlıyor, çatılardan aşağı atıyor, binlercesi bir araya gelip bir avuç savunmasız insanı ateşe veriyorlar. Oruç tutmayanı, içki içeni, kendilerince uygun giyinmeyeni, kendileri gibi yaşamayanları taciz ediyor, tartaklıyor, linç edebiliyorlar.
Ölüm bile yumuşatamıyor kalplerini.
Kendilerinden olmayana rahmet dilemeye varmayan dilleri manşetlerden küfür ve irin kusuyor. Morg fotoğraflarında cansız bedenlerin mahremiyetine tecavüz edecek kadar aciz ve iğrençler.
***
Denecektir ki bunlar bir avuç fanatik. Çoğunluk böyle değil.
Doğrudur.
***
Sayıca çok azlar ama varoluş biçimleri, eylem ve söylemleriyle o sessiz, suskun ve itaatkâr kitlelerin, başlarına gelen her şeye takdiri ilahinin tecellisi olarak boyun eğen çoğunluğun ideolojik ufkunu çiziyorlar. Kendi varoluşlarını, kayıtsız şartsız ve mutlak biçimde teslim olmak, itaat etmek, bağlanmak, boyun eğmek anlamına gelen bir sözcükle isimlendiren müminlerin ideallerini biçimlendiriyor, pratiklerini belirliyorlar.
***
Allah yolunda savaşarak şehit olmanın müminler için en yüce mertebe olduğu kabul edildiğinde bu küçük azınlık -insanların kanını donduran bir vahşet sergilediklerinde dahi- Allah uğruna savaşmaya, şehit olmaya cesareti olmayan(!) çoğunluğun imanlarının zayıflığını, amellerinin yetersizliğini yüzlerine çarpan, onları kendi ‘zaafları’ ile yüzleştiren simgesel bir ufku temsil ediyorlar.
Müslümanlığın bir hoşgörü kültürü olduğunu anlatmaya, kendi varoluşlarıyla bunu örneklemeye çalışanların temsil ettiği aklıselim, uzlaşma ve barışçıl tavır, sokak ortasında kafa kesenlerin karşısında sünepe bir ikiyüzlülük görüntüsüne hapsoluyor.
Dahası postmodern tüketim toplumunun kurucu unsuru olan medya için vahşet, bulunmaz bir nimet. Bunun karşısında aklıselim ne ifade edebilir ki?
2. Sessiz Çoğunluk ya da Kaybedecek Hiçbir Şeyi Olmayanların Kaybetme Korkusu.
İnançları onları felç ediyor.
Hayatı bir felçli gibi yaşıyorlar.
Her şeyi görüyor, duyuyor, biliyor, anlıyorlar ama harekete geçip kendi kaderlerini tayin etmeye, dünyayı daha yaşanılır kılmaya cesaret edemiyorlar.
Çünkü bu hayat fani, bu dünya yalan!
İnsanın sonsuz ve sınırsız mutluluğu yaşayacağı cennete ulaşmasını engelleyecek şeytani tuzaklarla dolu.
***
Allah yolunda, riyaya düşmeden yaşanacak bir hayatı tarif edemedikleri için, bu adaletsiz hayatı ilahi bir imtihan olarak sineye çekip ebedi huzura erecekleri cennete nail olmayı beklerken rıza gösterdikleri sefalet, zulüm, yalan dolan, sömürü ve rezalet yüzünden giderek ruhlarını yitiriyorlar.
***
Araf’ta kaybolmuş ruhlar gibiler. Sevemiyor, bağlanamıyor, kendi iradeleriyle hayatlarına yön veremiyorlar.
***
Ölmekten değil yaşamaktan korkuyorlar.
Bu yalan dünyanın, fani hayatın güzelliklerine, sahte nimetlerine kapılıp, ebedi saadeti, sonsuz ve sınırsız mutluluğu, gerçek zenginliği ve refahı ilelebet kaybetmekten korkuyorlar. Bu yüzden kendi hayatlarını kurma, kaderlerini tayin etmek konusunda ikircikli ve gönülsüzler.
İsyankâr olmaktan korkuyorlar hiçbir şeyden korkmadıkları kadar.
Kaybetme korkusu, karanlık bir gölge gibi düşüyor hayatlarının üstüne. Kendilerini ne ılık rüzgârların esintisine, ne yıldızların uzak düşlerine bırakabiliyorlar, ne de tasasız içten kahkahaların, insani yakınlığına ve sıcaklığına. Ne merak ve keşif duygusunun çağrısına bırakabiliyorlar kendilerini ne de bilimin, felsefenin enginliklerine. Aşkın ve şiirin esrikliğine kapılmaktan ödleri kopuyor.
***
Gözlerinin önüne eşsiz bir ziyafet sofrası gibi serildiği halde tadını çıkaramadıkları, mahrum bırakıldıkları bu fani dünyaya tahammül ediyorlar. Alın teri dökerek, özenle, sabırla, ürettikleri nimetlerle donatılan bu şölen, onlara yasak. Kendilerine ‘küfür’ gibi gelen bu hayata katlanmaya çalışıyorlar.
Nefsin terbiyesi ile ulaşılacak ebedi saadet için vazgeçilmesi gereken nimetler, şükredenlerin çoğunluğu için zaten ulaşılması imkânsız arzu nesneleri.
Rüyalarında bile göremedikleri nimetlerden vazgeçmeleri bekleniyor.
Hiç sahip olmadıkları uzuvlarını kaybetmenin ıstırabını yaşıyorlar. Manevi bir fantom sendromundan mustaripler.
***
İnsanlığın boğazına kadar gömüldüğü bu sefaleti, yoksunluğu ve yoksulluğu, beşeri bir durum olarak değil hikmetinden sual olunmaz takdiri ilahi olarak görüyorlar.
***
İnsanların hayatlarından yontulan, bedenlerinden ve ruhlarından, gasp edilen zenginliğin biriktirilmesiyle oluşturulan servetler büyüdükçe yaşama sevinci azalıyor.
Varlığın, zenginliğin, cömertliğin paylaşılmasından kaynaklanan gerçek bir yaşama sevinci ve şükran duygusu yerine yokluğun, yoksunluğun, adaletsizliğin meşrulaştırılmasına hizmet eden bir şükretme/boyun eğme kültürüne teslim oluyorlar.
Yaradanın bahşettiği nimetlere zikren şükretseler de gerçekte hissettikleri şükran değil.
Bu yalan dünyaya fazla kapılıp ebedi saadeti kaybetmenin huzursuzluğu ile yeterince tadını çıkaramadıkları nimetlere meyleden nefisleri arasında bocalayıp duruyorlar.
Tarifsiz ve sebepsiz bir ‘yaşama sevinci’ olarak “şükran” onlar için sadece yabancı değil aynı zamanda ürkütücü.
Şükür diyerek yokluğa, yoksunluğa katlanıyor, kader diyerek sefalete, adaletsizliğe, şiddete boyun eğiyorlar.
***
İnsanların varoluşundan kıyamete kadar geçen sürede vuku bulan her şeyin hesabının görüleceği o büyük günü, kusursuz adaleti beklerken gözlerinin önünde cereyan eden tüm sefaleti, acıyı, zulmü, adaletsizliği bir imtihan olarak sineye çekiyorlar.
Sineye çektikleri ruhlarını ele geçiriyor.
Şiir dinlerken gözyaşlarına hakim olamayan, Allah korkusuyla durduk yerde hüngür hüngür ağlayanlar bu yalan dünyanın gerçek acıları karşısında zerre kadar sorumluluk duymuyorlar.
Ne de olsa Takdir-i İlahi…
Şehit olmayı göze alamayanlar tevekkül kisvesi altında soğukkanlı, kalın derili bir kayıtsızlıkla şükrediyorlar!
Şükran duygusu azaldıkça şükredenlerin sayısı artıyor.
3. Ve Ahlaki Zombiler
Bir de bu iki kutbun arasında duran ve durduğu yerden hem itaatkâr müminlere, hem de şehadet uğruna kafa kesen- kalp yiyenlere göz kırpanlar var. Bunlar hem bu dünyanın imkânlarını hem öteki dünyanın vaatlerini kendi iktidarlarının malzemesi olarak kullananlardır.
Safiyane duygularla mazlumlara yardım için lokmasını bölüşen iyilik sever müminlerden topladıkları yardımları dahi talip ya da sahip oldukları iktidarı güçlendirmek, zenginliklerini çoğaltmak, hırslarını tatmin etmek için kullanmaktan, yalan söylemekten, riyakârlıktan, kendi çıkarı uğruna dünyanın geri kalanını ateşe atmaktan, yağmalamaktan, ranta dönüştürmekten imtina etmezler…
***
Bir ömür boyu bu dünyanın nimetlerinden vazgeçerek öteki dünyadaki ebedi huzura ve saadete kavuşmak istiyorlar sözde. Ama nefislerine hâkim olamıyor dünya nimetlerinden vazgeçemiyorlar.
***
İnsandır, her ırktan, her dilden, her dinden fani, zevke, sefaya, mala mülke tamah edebilir. Eder. Zenginliğin kudretine, ihtişamın ışıltısına, ihtirasın alevine, zevkin ve sefanın sarhoşluğuna kapılabilir.
İnsandır, çiğ süt emmiştir, beşer şaşar… der geçerdik.
***
Ama bir yalanın ardına taktıkları kitlelerin desteğiyle iktidarı ele geçirdiklerinde, dava ve şehadet kisvesiyle her türlü yalanın, hırsızlığın, iğrençliğin, arsızlığın ve vahşetin kaynağı olan bir irin yuvası gibi toplumun bütününü zehirlemeye başladıklarında durum bambaşka bir nitelik kazanmıştır.
Hollywood filmlerinde sık rastlanan bir temadır; Bir vesileyle, kötülük hapsedildiği yerden kurtulur ve ölüler dirilmeye başlar. Ama tam anlamıyla bir diriliş değildir bu; yarı çürümüş bedenlerle ayağa kalkar, sarsak adımlarla yürür, önlerine gelen canlıları yakalamaya çalışırlar ve neden yaptıklarını dahi bilmeden önlerine çıkan insanlara saldırırlar. Ve zombiler giderek çoğalır.
Ne denizlerin maviliğini görür gözleri, ne derelerin çağıltısını işitir kulakları, ne çiçeklerin kokusu, ne de ormanların serinliği bir anlam ifade eder onlara. Geçtikleri yerde kurumuş dereler, zehirlenmiş nehirler ve çorak ovaları kaplayan bir beton zarafetinden başka bir şey kalmaz geride.
Betona ve kömüre taparlar.
Beton ve kömür. Dolar ve ölüm.
Ne kimsenin halinden anlar ne de acılarına aldırırlar.
Uçaklara bombalanan çocuklar, kurşunlanan katırlar, hırsları uğruna kışkırttıkları savaş yüzünden ölen insanlar, ağaçlarını parklarını korumak istedikleri için öldürülen, kör edilen gençler, köyündeki dereye sahip çıkmaya çalışan yaşlı neneler, üç kuruşa çalıştıkları işten atılan taşeron işçileri, başını soktuğu evini korumaya çalışan vatandaş… hiç kimse, hiçbir şey umurlarında değil.
***
Kendileriyle çıkarları arasına giren herkesi, her şeyi mekanik bir engel olarak görüyor ve bu engelleri ortadan kaldırmak için en ufak bir tereddüt duymadan her türlü yöntemi kullanıyorlar.
Eğer önlerine çıkan engel aşamayacakları kadar büyük değilse yollarına çıkan her şeyi kırıp dökmekte, parçalamakta hiç tereddüt etmiyorlar.
Tır dolusu silahlardan kupon arazilere, bin bir odalı saraylardan ayakkabı kutularına, biber gazından miting bombalamaya ölçüsüz ve sınırsız bir açgözlülük ve kötücül iştah artık toplumun bütününü tehdit eder boyutlara geldi.
İçinde birazcık insani duygular barındıran birisi ahlaksızlığın, yozluğun, kötücüllüğün bir sınırı olması gerektiğini düşünüyor. Bir noktada, bir yerde artık duracaklarını, durmaları gerektiğini düşünüyor. Ama nafile.
Çünkü bu insani bir beklenti ama karşımızdakiler insan değil.
Yüzbinlerce insanın katıldığı bir miting bombalı saldırıya uğradığında, yüzlerce insan yaralandığında ve öldüğünde “suçu bizim tarafa atmak için kendinizi patlatıyorsunuzdur” diyen, diyebilen yaratıklar insan olamaz. Kafa kesenler bunlarla aynı soydandır.
Üstelik bu tavır istisna değil; kimisi gazeteci, kimisi danışman, kimisi başkan, kimisi yardımcı, yardakçı, iş adamı vb. sayıları binlerle on binler belki yüz binlerle ifade edilebilecek bir zombi sürüsüyle karşı karşıyayız.
Bunlar ahlaki zombilerdir.
Bir bedene sahip ama ruhu olmayan ucube yaratıklar.
***
Her filmin sonunda zombilerle insanlar karşı karşıya gelirler. İçinde biraz insanlık kalmış her varlık eninde sonunda vicdanının sesini duyar.
Karşılarında ise bütün hareket kabiliyetleri kesin biçimde ortadan kaldırılmadıkça debelenen, yalan söyleyen, iftira eden, çalan, öldüren, tecavüz eden zombiler.
***
İnsanlık tarihi aynı zamanda insanlarla zombilerin mücadelesinin tarihidir.
Şu anda bu mücadelenin önemli bir kavşağındayız.
***
Her kavşakta, keskin dönemeçte tekrar hatırlamak gerekir; İnsanlık, ancak “Büyük İnsanlık” düşüyle mümkündür.
metafori@gmail.com