Eski yazılarımdan kes-yapıştır yöntemiyle güncel yazı çıkarmak adetim değildir. Ama bazı istisnai hallerde bu yöntemi kullanmak isabetli ve anlamlı olabilir. Çok önce yazılmış bir yazı güncel bir gelişme hakkında yapabileceğim değerlendirmeyi tamı tamına öncelemişse, aynı metni biraz değiştirip yeniden yazmanın ne gereği var? Okurun anlayış göstereceğini varsayarak kesip yapıştırabilirim… Bu yazının konusu, 2 Nisan 2015’te […]
Eski yazılarımdan kes-yapıştır yöntemiyle güncel yazı çıkarmak adetim değildir. Ama bazı istisnai hallerde bu yöntemi kullanmak isabetli ve anlamlı olabilir.
Çok önce yazılmış bir yazı güncel bir gelişme hakkında yapabileceğim değerlendirmeyi tamı tamına öncelemişse, aynı metni biraz değiştirip yeniden yazmanın ne gereği var? Okurun anlayış göstereceğini varsayarak kesip yapıştırabilirim…
Bu yazının konusu, 2 Nisan 2015’te Lozan’da BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi artı Almanya (P5+1) ile İran arasında varılan çerçeve nükleer anlaşmanın Türkiye’yi karşı karşıya bıraktığı meydan okumalar…
Teknik ayrıntıya girmeden şu net tespiti yapabiliriz: Lozan’daki çerçeve anlaşması İran’ın nükleer silahlı bir güce dönüşmesini önlemek için gerekli olan mekanizmaları temin ediyor.
Çerçevedeki parametreler doğrultusunda bir nihai anlaşmaya varılınca, İran güçlenmiş bir ekonomik ve politik aktör olarak temayüz edecek.
Türkiye ise bölgenin dramatik biçimde değişen koşullarının meydan okuması karşısında, mevcut müflis ve mefluç dış politikasını sürdürüyormuş gibi yaparak oyalanma imkanını daha fazla bulamayacaktır.
İşte bu yazıda şimdi kes-yapıştır yapacağım.
Bundan takriben bir buçuk yıl önce, 24 Kasım 2013’te Cenevre’de P5+1 ile İran arasında varılan öncü nükleer anlaşma hakkında Al-Monitor’a da yazmıştım. Aşağıdaki paragraflar 26 Kasım 2013 tarihli ve “Nükleer anlaşma Türk dış politikasına laik bir reset dayatıyor” başlıklı o yazıdan. Alıntıdaki “Cenevre”yi “Lozan” diye de okuyabilirsiniz:
“İran’la nükleer anlaşmada varılacak bir ‘mutlu son’ ve bunun sonucunda uzun vadede nükleersiz bir İran güvencesine sahip olmak, Türkiye’nin İran ile ikili ilişkilerinde rahatlama sağlar.
İran’ın ambargolardan, yaptırımlardan ve izolasyondan kurtulması da Türkiye’nin bu ülkeyle ticari ve ekonomik ilişkilerinin önünü açacaktır. İki ülke de bundan ziyadesiyle istifade edecektir.
Diğer taraftan, görüldüğü üzere İsrail ve Suudi Arabistan Cenevre’de varılan bu anlaşmadan dolayı mutlu değiller. Bu anlaşmanın şartları kağıt üzerinde ne kadar yeterli olursa olsun İran’a karşı duydukları derin güvensizlik, kendilerini teminat altında hissetmelerini önlüyor. Bu anlaşmanın hükümlerinin içerik ve zamanlamasında aksama yaşanmadan uygulanması bu iki ülkeyi ikna edecek güven artırıcı ortamın sağlanması için kuşkusuz gerekli.
Bahsettiğimiz olumlu senaryo gerçekleştiği takdirde İran’ın uluslararası toplumla olan sorunlarının önemli bir kısmı çözülecek. Ancak Körfez’den başlayarak Doğu Akdeniz’de son bulan Şii-Sünni fay hattındaki mevcut gerilimlerin bu anlaşmayla azalacağını beklememeliyiz.
Bilakis, nükleer programından kaynaklı yaptırım ve izolasyonlar ile kısıtlanmamış bir Şii İran’ın kendi bölgesel politikalarını artmış bir özgüven ve rahatlıkla uygulama imkanını bulacağı öngörülebilir. Bu da Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin tedirginliğini büyütecektir. Bu nükleer anlaşmanın bir dolaylı sonuç olarak Sünni Suudi Arabistan ile Şii İran arasındaki gerginliği artırması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Şimdi bu öngörüler ışığında ‘Türkiye’nin pozisyonu ne olmalıdır?’ diye sormak lazım.
Suriye’de izleye geldiği Sünnici politikalarla kendisini, bölgeyi ayrıştıran mezhep fayının Sünni tarafına yerleştirerek bir ‘Sünni aktör’ kimliğine bürünmüş AKP Türkiye’sinin Ortadoğu’da oynayabileceği rol bu nedenle zaten dramatik biçimde kısıtlanmıştı…
İşte bu Türkiye’nin zaten tıkanmış bulunan dış politikasının üzerindeki köklü değişim baskısı, İran’ın uluslararası ilişkilerinin normalleşme sürecine girmesi sonucunda daha da artacaktır.
Türkiye gelecekteki muhtemel bir Suudi Arabistan İran gerginliği karşısında ‘Sünni aktör’ kimliğiyle bunun bir parçası mı olacak, yoksa bu gerilimi yatıştırıcı bir rol mu oynayacak?
Türkiye ‘Sünni aktör’ kimliğiyle Suriye’de kriz çözücü rol oynayamadı, çatışmanın ve çıkmazın körükleyicisi ve tarafı haline geldi.
Bölgeyi gelecekte bekleyen gerilimlerde de ‘Sünni aktör’ kimlikli bir Türkiye’nin oynayacağı olumlu bir rol olmayacaktır.
Türk dış politikasında göz boyamak maksadıyla değil, gerçek ve özlü bir ‘reset’ yapılmasının zamanı çoktan gelmiştir. Ancak bu reset mevcut İslamcı dış politikanın rehabilitasyonu şeklinde yapılmaya çalışılırsa tabii ki sözde ve yüzeysel olacak, dolayısıyla sonuçsuz kalacaktır.
Gerçek ‘reset’, Türkiye’nin demokrasi ve laiklik idealinin özünü yansıtır biçimde yapılmalı ve dış politikanın resetlenme kriteri ‘laiklik’ olarak tespit edilmelidir. Türkiye’nin ihtiyacı olan laik bir dış politikadır.
Ancak maalesef mevcut İslamcı dış politika yapıcılarının bunu gerçekleştirmeye yeterli bir kapasitesi bulunmamaktadır.”
Burada bitiyor. Ekleyeceğim başka bir husus yoktur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.