Kavga alanının seçim kampanyaları olacağını düşünmek gerçekten büyük bir aymazlık olacaktır. Seçim aritmetiğinin muştuladığı şudur; kamplar netleşiyor, sokakta daha öncekilere hiç benzemeyecek bir çatışma bizi bekliyor Seçim öncesi AKP’de, -Erdoğan’ı da AKP’ye dahil ederek-, bir çok başlılık görüntüsü oluşmaya başladı. Erdoğan’la AKP’nin arası açılmaya başladıkça, AKP iktidarda olan bir sağ-muhafazakar, siyasi partinin alışık olduğumuz tutarlığını […]
Kavga alanının seçim kampanyaları olacağını düşünmek gerçekten büyük bir aymazlık olacaktır. Seçim aritmetiğinin muştuladığı şudur; kamplar netleşiyor, sokakta daha öncekilere hiç benzemeyecek bir çatışma bizi bekliyor
Seçim öncesi AKP’de, -Erdoğan’ı da AKP’ye dahil ederek-, bir çok başlılık görüntüsü oluşmaya başladı. Erdoğan’la AKP’nin arası açılmaya başladıkça, AKP iktidarda olan bir sağ-muhafazakar, siyasi partinin alışık olduğumuz tutarlığını kaybetmeye başladı. Bu manzarayla ikinci defa karşılaşıyoruz ama yaygın inanışın tersine, bu kez tarih birincide bir fars olarak, ikincide ise bir trajedi olarak cereyan ediyor. Sevgili eski başbakanımız Akbulut arkasında bir mizah külliyatı bıraktı. Acaba başka herhangi bir başbakan için fıkra kitabı yazılmış mıdır?
Davutoğlu’nun durumu, Akbulut’un aksine gerçek bir trajedi. Alttaki fotoğraf ne demek istediğimi kelimelerle açıklayamayacağım bir biçimde anlatıyor.
Davutoğlu, oturtulduğu koltuğu doldurabilmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyor. Oysa o da tıpkı Akbulut gibi, o koltuğa kendi başına oturmayı beceremeyeceği için oturtulmuş durumda. Ancak Akbulut’un Davutoğlu’nda olmayan bir meziyeti vardı. Akbulut bu entrika dolu iktidar kavgasının başat öğelerinden biri olamayacağını biliyordu, Davutoğlu bilmiyor. Bu nedenle Davutoğlu’nun durumu masaldaki kurbağanın hikayesine benziyor. Katlandığı eziyetin derinliği hemen hemen her fotoğrafında rastlayabileceğiniz zoraki, giderek bir işkence haline gelen gülümsemesiyle kendini dışa vuruyor. İşte günümüzün modernitesi; ne kadar çok ağlamak istiyorsan o kadar çok sırıtmak zorundasın. İnsan sormak istiyor değiyor mu bu çileye diye. Kendi dillerinden söylersek; Ahmet Hoca değiyor mu hem ahireti hem de bu kısa yaşamda biraz olsun mutluluk umudunu yakmaya? Değmiyor, fotoğraftan belli, ama kurbağanın kaderi işte.
Geçtiğimiz her seçimde AKP kadrosu tam da Reis’in isteğiyle o kadar niteliksizleşti ki artık bu yığını yönetmek Davutoğlu gibi biri için olanaksız hale geldi. Bu niteliksizleşme sadece başbakanla, AKP’nin yönetici kadrosuyla ilgili değil. Bazı AKP milletvekili aday adaylarının yaklaşık 1 ay önce Twitter’da dolaşan Osmanlı kostümlü fotoğraflarını hatırlayacaksınız. Bu adaylar gerçek karar verenin kim olduğunu bildikleri ve başka da hiç bir şey bilmedikleri için bu kıyafetleri seçtiler; tıpkı başbakan gibi. Şimdi başbakanmış gibi yapan bir başbakanımız, bakanmış gibi yapan bakanlarımız, valiymiş gibi yapan valilerimiz, ‘Tübitakmış gibi çek panpa” diyen hayvanat bahçesi müdür yardımcımız var ve piramit aşağıya doğru gidiyor.
Kendi talebi olan bu niteliksizleşme devletin araçlarını Erdoğan için kullanılamaz hale getirdi. Anladığımız kadarıyla Hakan Fidan’ın ‘titri’, Game of Thrones’da, King’s Hand’e [1] denk düşüyordu. Kral, elini kaybetti ve şimdi Efkan Ala gibi “…mış gibi” yapan tiplerle işini yürütmeye çalışıyor. Ancak Hakan Fidan’ın gustosu ile Efkan Ala’nın çapsızlığı son Ağrı olayından da anlaşılabileceği gibi karşılaştırılamaz bile. Efkan Ala, kader ağlarını örmeseymiş, yanlış zamanda yanlış yerde olmasaymış –kendisi doğru zannediyor- üçüncü sınıf bir mafya teşkilatının eli olarak kalacakken işte görüyorsunuz ne ‘makamlara’ geldi. Ancak mesele bu makamlara gelmek değil ‘işleri yapmak’. Provokasyon yapacaklar; ölmesi gereken askerlerin farklı kentlerden olmasını hesaplıyorlar ama ya PKK bunları vurmazsa diye hesaplayamıyorlar. Oysa bildiğimiz T.C, bebeğin vurulmasını PKK’ye bırakmadığı gibi, askerlerin vurulmasını da bırakmazdı. Hakan Fidan bunun böyle olmasını gerektiğini türbe olayında ortaya koymuştu; türbe yıkılacaksa gönderirdi 2-3 adamını, asker vurulacaksa keza. İşi rastlantıya –burada PKK oluyor-, bırakmazdı. Dolayısıyla seçim öncesinde AKP’nin ve Erdoğan’ın durumu sırasıyla şöyle özetlenebilir; başsız bir gövde ve gövdesiz bir baş. Ancak ‘her boşluk dolar’.
Irkçı sağ, AKP+MHP yine % 60’ın çevresindedir. Bu kitle giderek artan biçimde, iç savaşa verdiği desteğin etrafında toplanıyor. HDP’nin barajı geçtiği en iyi senaryoda da hemen AKP-MHP koalisyonu beliriyor. MHP’nin koalisyon için gerek şartı olan ‘saldırı’yı, AKP hemen kabul edecektir. Dolayısıyla sorun, Erdoğan’ın provokasyonlarından ziyade iç savaşın arkasındaki bu kitlesel destektir. AKP ve MHP’yi topladık ama CHP tabanın önemli bir kısmının da milliyetçi olduğunu biliyoruz, bu nedenle CHP’deki bu milliyetçi oyların bir kısmının da MHP’ye kayacağı öngörülebilir. Seçimler iç savaşın arkasındaki bu kitlesel desteği azaltmıyor, billurlaştırıyor, daha tehlikeli hale getiriyor.
HDP’nin barajı geçmesi AKP’den ve CHP’den alacağı oylara bağlı. CHP’den Alevi oylarının en azından bir kısmını, AKP’den de büyük kentlerdeki, özellikle de İstanbul’daki ikinci ve üçüncü kuşak Kürt oylarının önemli bir kısmını alması gerekiyor. AKP böylece her iki taraftan da ‘çözüm süreci’ nedeniyle kan kaybediyor. Savaş yanlısı milliyetçilerin oyları MHP‘ye, çözüm süreci’yle gelen kentli Kürtlerin desteği de HDP’ye kayıyor. Ancak partiler arasındaki bu oy kaymalarına rağmen toplumsal tablo değişmiyor; İşte buna seçimin toplumsalı değiştirme gücü diyoruz.
Öyle ki, AKP’deki savaş yanlısı milliyetçi oylar göçmen kuşlar gibi anavatanlarına MHP’ye dönerken, aynı zamanda AKP çatısı altında AKP’nin diğer oylarıyla, büyük kentli ikinci ve üçüncü kuşak Kürt oylarla geçici bir süre için yaptıkları ‘sulh’u da bozuyorlar ve temel önceliklerine, ‘iç savaş’a geri dönüyorlar.
Alevi oylarının da CHP’den ayrılıp kitlesel olarak HDP’ye kayması, üstelik bu hareketin ‘gezi’yle bütünleşmesi, sadece T.C’nin ve TSK’nın değil, şu anda dış politikada Türkiye’nin beraber hareket ettiği bütün tarafların ve en başta da net hata noksan kaleminin kabusudur.
Bunlar oyumu HDP’ye vereceğim gerçeğini değiştirmiyor ancak bu seçim ve temsil oyunundan yine çok fazla şeyler beklemeye başladığımızı düşünmemiz gerekiyor.
Ne kadar başarılı bir kampanya yaparsak yapalım kendimize propaganda yapıyoruz. Karşımızda duran milliyetçi mono-blok gövde, medya aracılığıyla yürütülen bu tek yönlü kampanyalardan etkilenmiyor, tam tersi siperlerini daha derin kazmaya başlıyor. Bu kampanyanın frekansını arttırması ve giderek Cumhuriyet’in bütün kaybedenlerini yanına çekmesi, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, aydınlar, kentli yeni proleterler vb.leri, Cumhuriyet’in ayarlarının korunmasıyla kendisini görevli hissedenler arasında büyük bir endişe yaratıyor.
Erdoğan, bölmeye çalışırken birleştirdi. Şimdi sistem için radikal eleştirisi olan herkes –hemen, hemen- HDP çatısı altında kendisine siyasi bir örgütlenme bulmuş oldu. Bu birleştirmedir. Ancak bu birleştirme diğer anlamıyla bir kamplaştırmadır. Uzun zamandan beri ilk defa, özellikle de CHP’nin ‘moderatör’ vasfını yavaş yavaş kaybetmesiyle, Cumhuriyet iki ana kampa bölünmüş oldu. Bu toplumsal çatlak sözlerin ve tabii ki seçim kampanyalarının işleyemeyeceği bir derinliktedir. Bu iki kamp içerikten önce, biçimsel olarak ayrılmıştır. Biri aydınlanmanın dilini konuşur, diğeri ise aydınlanmanın diline tamamen yabancıdır. Kısacası bu iki ulusun arasında söz geçirmez görünmez duvarlar vardır.
AKP’nin seçim mitinglerinde, Reis sevdalılarının ekranlara düşen konuşmaları ya da slogan atma çabalarına ne kadar güldüğümüzü hatırlayacaksınız, ağlamalıydık. Bu onlarla ortak bir dile sahip olmadığımızı ve onlarla konuşmanın bizi birleştirmeyeceğini tam tersi ayrılığımızı netleştireceğinin en açık göstergelerinden biridir.
Cumhuriyet, kuruluşundan beri kentli ilerici aydınlar ve onların Demokratik Cumhuriyet tahayyülleri ile halk kitlelerinin buluşmasını önleyebilmek için çaba sarf ediyor. Köy Enstitüleri’nin kaldırılması, daha sonra (Adalet Partisi) Süleyman Demirel’le başlayan ve Erdoğan’la birlikte zirveye çıkan imam hatipleşme, 12 Eylül darbesinden sonra kente gelen göçün karşılanmasının sol fraksiyonların yargısız infaz edilmeleriyle cemaatlere bırakılması; işte bu iki kamp arasındaki ‘dilsel duvarı’ pekiştirmek için kurgulanmıştır. Biz Kürtler ve Türkler olarak ya da Sunniler ve Aleviler olarak bölünmüyoruz gerçekte; Biz aynı coğrafyada yaşayan iki ayrı dile sahip iki ayrı ulusuz. Öyle ki bu iki ulus birbirleriyle karşılaştığı daha ilk anda, selam verip alma biçiminde, ayrışıyor.
Erdoğan’ın bu bağlamda rolü, çıkarları aynı demokratikleşme çabasında ortaklaşmış bulunan kitleleri birleştirmek oldu. Erdoğan olmasaydı, sistem bu kadar şeffaflaşamazdı. Kürtler ve Alevileri ve sonra da bunlarla kentli yeni proleterleri, gezicileri, biraya getirmek olanaksız olurdu. Sosyalistlerin yapamadığını (Neden yapamadık, hala anlamıyorum) Erdoğan başardı.
Ancak, sosyalistler-komünistler-anarşistler kendimize düşen görevi yerine getiremedik. Gezi sonrasında ortaya çıkan bazı işçi eylemlerinde, sosyalistler ve göçün kentin kıyılarına attığı, TOKİ konutlarına doldurduğu, farklı dile sahip işçiler arasında bazı yakınlaşma deneyimleri oldu. Ancak buradan bir başlangıç üretmek ve bu ilişkileri kalıcılaştırmak olanaklı olmadı. Her eylemden sonra ‘evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ geri döndü. Oysa bir değişim umudu yaratacak tek şey bu yakınlaşmalardı.
Gezi de bir ‘an’dı ama kucaklayamadık. Birçok insan bu yüzden Kürt Özgürlük Hareketi’ni eleştirecektir, kısmen de haklıdır. Kandil de Gezi’deki tavırlarının bir hata olduğunu kabul etti. Ancak o ‘an’ kaçtı. Hep beraber hareket edebileceğimiz ‘yeni Geziler’ ise hemen önümüzde. Pişmanlıklar, karşılıklı suçlamalarla bir yere varamayız; ‘İş’imize, geçmişten ders alıp önümüze, bakmalıyız.
Ancak kavga alanının seçim kampanyaları olacağını düşünmek gerçekten büyük bir aymazlık olacaktır. Seçim aritmetiğinin muştuladığı şudur; kamplar netleşiyor, sokakta daha öncekilere hiç benzemeyecek bir çatışma bizi bekliyor. Bu çatışmanın sertliği, iktidarın buna (kesinlikle Erdoğan’ı kastetmiyorum, O’da artık bir kullanışlı aptala dönüşecektir) hazırlanma biçiminden bellidir. Artık ‘biz’e, Cumhuriyetin bütün mağdurlarına, sokakta ateş edebilecekleri yasal zırha sahiptirler.
Erdoğan’ın kendi için araçsallaştırdığı devlet aygıtı ve AKP, NATO’nun ve neocon’ların iştahını kabartıyor. Ağrı olayları sonrasında yapılan 200 kusür operasyon talebinin siyasi otorite tarafından engellendiğine dair açıklamalar, 12 Eylül’e gerekçe üretme çabalarına benziyor. Ancak artık bir darbeye ihtiyaçları yok. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun Erdoğan’ın kendi için araçsallaştırdığı ama kullanamadığı devlet aygıtı, seçimden sonra veya önce bütün gücüyle bu HDP çatısı altında birikmiş bloğa saldıracaktır. Erdoğan sağolsun artık herşey ellerinde; yargı, polis, bir onbaşının bile emirlerini kayıtsız şartsız yerine getirecek milletvekillerinin sayısal çoğunluğa sahip olduğu Cumhuriyet tarihinin en niteliksiz parlementosu ve başbakan taklidi yapan bir kurbağa. Artık NATO’nun darbe yapmasına gerek yok; ‘demokrasisiz cumhuriyetin’ bütün araçları ve 12 Eylül Anayasası’yla gelen özgürlük katliamına rahmet okutacak kadar güçlendirilmiş bir yasal zırh, tamamen onun eline geçmiştir.
Taymlayn’ımın gönlümü şenlendiren aforizmalarla dolup taşmasından şikayetçi değilim ama bu ‘sahte cennet’. Hemen önümüzde ise 1 Mayıs var; ‘sokağın cehennemi’ bizi bekliyor.