Hekate (Baş cadı): Bir işim var pişirilecek bu gece, Yarın öğleye, bir karışık / Bir belalı büyük iş. Ayın kıyısından sarkan, Bir damla var büyülü, duman duman Onu kapacağım yere düşmeden: O damla girdi mi bizim tezgâha Öyle cinler çıkacak ki içinden Girip beynine, düşlerine Belaya salacaklar başını. Kaderi saymaz, ölüme aldırmaz olacak: Aklın, korkunun […]
Hekate (Baş cadı):
Bir işim var pişirilecek bu gece,
Yarın öğleye, bir karışık / Bir belalı büyük iş.
Ayın kıyısından sarkan,
Bir damla var büyülü, duman duman
Onu kapacağım yere düşmeden:
O damla girdi mi bizim tezgâha
Öyle cinler çıkacak ki içinden
Girip beynine, düşlerine
Belaya salacaklar başını.
Kaderi saymaz, ölüme aldırmaz olacak:
Aklın, korkunun sınırlarını aşıp,
Tanrıdan ötelere gidecek umutları.
Oysa hep bilirsiniz nedir
Ölümlülerin başını yiyen:
Kendine fazla güven.[1]
Son bir hafta içinde 3 şiddet olayı yaşadık. Adliye Baskını hemen arkasından gelen Emniyet Baskını (AKP İlçe Binası baskınını saymıyorum) ve Fenerbahçe otobüsünün kurşunlanması. Kaç-Ak Saray’da üretilen şiddet, entrika ve kaos dalgalar halinde -hem yıkama anlamında hem de yıkma anlamında- toplumsal alanı tekrar tekrar yıkıyor. Öyle ki bir ‘deli-akıl’ sayısal ve zihinsel bir odaklanma gördüğü her alanı siyasal-psikolojik entrikanın sahnesi haline getiriyor. Belli bir dizge gördüğü her alanı kaosa sürüklemeye çalışıyor. Bu Fenerbahçe gibi Türkiye’nin en büyük taraftar kitlesine sahip, Cumhuriyetten daha eski bir spor kulübü de olabiliyor, Adliye Baskını gibi ülkenin en önemli kurumlarından birine yönelik eylem de olabiliyor. Ancak bu fiziki eylemlerden daha vahimi ve belki de daha tehlikelisi artık bir Erdoğan klasiği haline gelmiş, üst üste yapılan ‘ambivalent’ açıklamalardır;
Bu iki çıkış, -ikisinin de kaynağı aynıdır-, bu iki zihinleri kararsızlaştırma operasyonu öncekilerden gerçek bir kopuşu, bir sıçramayı temsil ediyor. Kendisinin de üstünde durduğu temel dahil olmak üzere, yıkıcılığının sonsuz çılgınlığı konusunda en kritik bilgiyi açık ediyor.
Teker teker gidersek;
1- Bir toplumsalın ‘kolektif zihnini’ yıllar boyunca ‘çözüm süreci’ ve ‘Kürt Sorunu’ ekseninde ‘yapılandırdıktan’ gelen ‘Kürt sorunu diye bir şey yoktur’ açıklaması herhalde siyasal-tarihin en ‘ambivalent’ mesajlarından biri olmaya adaydır.
2- Yine, bütün siyasal tarihi boyunca cumhuriyetin kurucu iki önderini bir toplam düşman, ‘iki sarhoş’ olarak kendi destekçilerinin zihnine yerleştirdikten sonra gelen, (Yeni Şafak’ın haber dediği şey Erdoğan’ın gönderdiği bir ‘ileti’den başka bir şey değildir) 2. Cumhurbaşkanı’nın 1.’sini zehirlediğine dair açıklama, ise ‘ambivalent’ iletinin tarihinde bir sıçramadır.
Bu açıklamalar ‘yapı-bozmaya’ yöneliktir ve hedeflenen, neden-sonuç ilişkisinden, daha doğrusu belli bir ‘paradigma’dan, bir izlekten bağımsız zihinlerdir. Bu zihin, mutlak iktidarın temeli ve hedefidir.
Her seferinde olduğu gibi hiçbir özen gösterilmemiş sahte kanıtların foyası nitelikli gazetecilerimiz tarafından hemen açığa çıkarıldı ve kanıtlar çürütüldü. Bu çürütme çok yararlı olmuştur ama farkında olmalıyız ki bu çürütmenin hiçbir toplumsal karşılığı yoktur. Bu iddia ‘kolektif-zihnin’, daha doğrusu ‘kolektif-deliliğin’ artık ayrılmaz bir parçasıdır ve tarih içinde dönüp dönüp tekrar karşımıza çıkacaktır. ‘Babanın yalanı, oğulun gerçeği, torunun ise ideali haline dönüşecektir. Zihinler bu ‘iddia’ ile de etiketlenmiştir artık, zaten amaç da en azından budur.
Erdoğan ve O’nun zift medyası toplumsal zihni bulanıklaştırmak, kolektif aklı, kolektif delilikle ikame etmek için çok uzun süreden beri elinden geleni ardına koymuyor. Bu çaba gerçeklik duygusunun yerine şizofrenik kuşkuyu ikame etmek anlamına geliyor. Hatırlayacaksınız cumhurbaşkanları için zehirleme ya da olmadık suikast senaryoları çok uzun zamandan beri piyasaya sürülüyor. Turgut Özal için de aynı iddia yine zift medyası tarafından ortaya atıldı. Merhumun ailesinin gündemde olma merakını da kullanarak, adamcağızı mezarından çıkardılar, tekrar otopsi yaptılar, bir sonuç elde edemediler, tekrar gömdüler. Daha sonra bu iddialar bir kez daha canlandırıldı, neredeyse 2. defa mezarından çıkartacaklardı, neyse ki ilgisizlikten sönümlenip gitti de bu kez rahmetliyi mezarında rahat bıraktılar. Şimdi ise sirozdan ölmüş Atatürk’ü, İsmet İnönü zehirledi iddiaları ile mezardan çıkarmak ve otopsi yapmak istiyorlar. Bu kadar yıldan sonra yapılacak otopsinin bir anlamı olmadığını çok iyi bildikleri halde bu ve benzer saçmalıkları sürekli olarak gündeme getirmelerinin nedeni, belki bu yazıyı okuyanların değil ama, zift medyasından başka bir haber kaynağına erişim olanağı olmayan insanların gerçeklik duygusunu tahrif etmek bu insanların zihinlerini sürekli bir kaygı durumu içinde terörize etmektir. Kaç-Ak Saray’dan yayılan delilik dalga dalga toplumsal zihni kararsızlaştırmaktadır.
Her iki açıklama-komplo zihinlere yönelik, kararsızlaştırma-etiketleme amaçlı ‘terör’ saldırısıdır.
Diğer 2 vakaya gelirsek;
1- Adliye Baskını:
Bu olayın kendi içinde 2 eylem barındırmakta;
Biri Cephe’nin eylemi;
Cephe’nin eylemi ile ilgili sol kanattan birçok eleştiri ve değerlendirme yazısı geldi. Eylemin devrimci pratik açısından değerlendirilmesini bu işi benden çok daha iyi yapacak olanlara bırakıyorum. Ben sadece şunu söyleyebilirim;
Bu eylemde de, her zaman olduğu gibi, eylemciler eylemin barışçıl bir biçimde bitirilmesi için ellerinden gelen çabayı gösterdiler. Ancak ölen gençler de çok iyi biliyorlardı ki, barışçıl ve sivil her eylemi bile bir kan gölüne dönüştürmek için fırsat arayan, bulamazsa kendisi icat eden Kaç-Ak Saray’daki ‘alt-akıl’ böyle bir olayda kan dökme fırsatını kaçırmayacaktı.
Adliye Baskını’nda oradaydım, çoktan yola çıkmış ölümün seslerini duymamak için sonunu beklemeden ayrıldım. Çoktan yola çıkmış derken şunu kastediyorum. Bu olay Kaç-Ak Saray’ın koridorlarında yankılandığı an Erdoğan’ın, tıpkı Roboski ve benzerlerinde olduğu gibi “Öldürün!” emrini verdiğine eminim. Pırlanta gibi gençleri bu saray-canisine kurban vermek çok üzücü. Bu konuda kalbim sevgili Sami Elvan gibi, ben de ne bu çocukların ne savcının ne de Emniyet’in önünde yatan sevgili kızımızın kanının dökülmesini, devrimci-pratik açısından ne yararı olursa olsun, istemezdim.
Diğeri Kaç-Ak Saray’ın terör eylemi;
Deli-İktidar savcıyı da kararlı, tartışmasız bir biçimde infaz ederek terörünün sınır tanımadığını, hiçbir zamanda tanımayacağını gösterdi bize. Adliyede, “alt-akıl” tarafından gerçekleştirilen “terör eylemi”nin hedefi, aynı zamanda Yargı’nın kendisidir. Artık her savcının zihni bu olayla terörize edilmiş, yani etiketlenmiştir. Sayısız polis kurşunuyla ölen savcının otopsi raporunun hepimize kısa süre içinde ulaşması gazetecilik başarısı değil, iktidarın edimidir. Bundan sonra hiçbir savcı polis kurşunlarıyla delik deşik olan meslektaşının kanlı hatırasından etkilenmeden hiçbir davaya bakamayacaktır.
2- Fenerbahçe Otobüsünün Kurşunlanması:
Bu gerçekten dehşetengiz bir eylemdir. Erdoğan’ın zincirlerinden boşanmış deliliğinin-iktidar etme etme hırsının doruklarından birisidir. Otobüsün tam da köprü üstünde kurşunlanması, o mesafeden sadece bir profesyonelin bu atışı yapabileceği iddiaları doğru olabilir mi? Ben bunlara inanmak istemiyorum. Dolayısıyla bu saldırıyı çözümlemenin başka bir yolu daha var; ‘münferit’. Ancak biz nasıl çözümlersek çözümleyelim bu ‘vaka’nın etiketlenme biçimi bellidir. Dolayısıyla böyle olup olmadığının ancak karşımızdakinin ‘deliliğinin derinliği’ açısından önemi vardır.
Yine de, eğer bütün bu eylemlere kuşbakışı bakarsak bir ‘patern’, bu olayları ortaklaştıran bir örüntü tanımlanabilir. Hrant Dink cinayetini de bu örüntüyü oluşturabilmek için bu sezgisel çözümlemeye dahil edebiliriz. İsteyen Roboski’yi de katabilir. Bütün bu olaylarda;
Diyebilirsiniz ki bu ‘canavar’ hep böyleydi. Hayır, bu kez farklı. Evet, dünyanın hangi yerinde, Türkiye’nin hangi yakın tarihinde olursa olsun benzer rehine olayları -Mısır Elçiliği baskını hariç, hep aynı şekilde sonuçlandı. Ancak, bu kez farklı çünkü bu olaylar 11 Eylül’den sonra oldu. Bizim 11 Eylül’ümüz ABD’dekinden daha farklı. Orada ‘neocon’lar tek ve çok sert bir hamleyle bu işi yaptılar. Biz ise sürekli olarak, küçük küçük ve her düzeyde 11 Eylül komploları içinde yaşıyoruz. TRT dizisinde, ‘yavşağın hayatta-programda kalması[2]nda, Adliye Baskını’nda, Sabancı suikastinde, seri Katır Cinayetlerinde, polislerin önce gözaltına alınıp, sonra serbest bırakılıp taltif edilip, sonra tekrar gözaltına alınmasında, sonra tekrar serbest bırakılmasında, ordunun kurmaylarının 3’te 1’inin tutuklanıp, yıllarca hapis yatırılıp, sonra “ Pardon!”[3] denilerek itibarlarının iade edilmesinde; kısacası bizim hayatımız küçük, büyük 11 Eylül’lerden müteşekkil. Bizim, ‘alt-akıl’ hiç durmadan şizofrenik kurguları, ‘ambivalent’ mesajları toplumun üstüne boca etmekte. Artık her şey bir komplo haline gelmiştir. Öyle ki, bu zift medyanın hedef kitlesi, 85 yaşındaki ninesi hastanede kalp yetmezliğinden ölünce doktora saldırmakta, komşusunun keçisi bahçesindeki lahanayı yediğinde sahibini sorumlu tutup kan davası başlatmakta, 7 yaşındaki çocuğun terör şüphelisi sıfatıyla ifadesini almakta, köşeye sıkıştırdığı hayvan can havliyle kendisini tırmaladığında, yavru kediyi cezalandırmaktadır. Tecavüze kalkıştığı kadın kendisine direnince öldürmektedir. Artık, normal ve doğal yoktur bu zihinlerde.
Bir diğer vahşi örnekte kpss, ösym ve benzer sınavlardır. Yüz binlerce genç insan bu sınavlar için muazzam bir baskı altında çalışmakta ama her sınav sonrasında, soruların ve yanıt anahtarlarının çalındığı, birtakım insanlara verildiği, bazılarına satıldığı, bazılarının ise sınavdaki başarısızlıklarına rağmen yüksek puanlar aldığına dair onlarca haberle karşılaşmaktadırlar. Bu gençlerin topluma olan inançlarının ne durumda olduğunu sorgulamaya bile gerek yoktur.
Bir diğer örnekte gazilerdir. Bu insanlar iktidarın propaganda araçlarının manipülasyonuyla, ‘vatansever’ duygularla bir savaşın içine sürülmüşler, bu anlamsız kardeş kavgasında sadece, kollarını, bacaklarını değil akıl sağlıklarının da önemli bir kısmını kaybetmişlerdir. 3-4 yıl önce bu gazilerin Kızılay’da yaptıkları eylemde protez bacaklarını ve kollarını çıkartarak polise attıklarını hatırlarsınız. Tanık olduğumuz bu sahneler tarihimizin en acılı, en dramatik anlarından birisidir.
Sürekli tekrarlanan komplo, entrika senaryoları, dışarıda yerleşik, ima edilen ama hiç bir zaman net bir şekilde tanımlanmayan ve cisimleştirilmeyen düşman; faiz lobisi, ‘üst-akıl’, ‘paralel’, vb. Deyim yerindeyse toplumun aklıyla oynamanın ve O’nu kararsız hale getirmenin sistematik olarak kullanılan araçlarıdır. Aklın bu kararsızlaştırılması ve hakikate yapılan bu saldırı kanımca kadın cinayetlerinin de en önemli failidir.
Bu zihin, hiçbir şeyi normal kabul etmeyen, her doğal süreci komplo olarak gören, her çalının arkasında bir cin, her kapalı kapının ardında bir komplo sezen, korkularla dolu ‘animistik zihindir’. Bu zihnin Usta’sı, Erdoğan’dır ve Erdoğan Türkiye’nin cumhurbaşkanıdır.
Tıpkı eski bir İran deyişindeki gibidir durumumuz; “Akıllınız kim?” diye sormuşlar. “Önde giden zincirli” diye yanıtlamışlar.
Bir deli aklımızın kuyusuna sürekli taşlar atıyor ve akıllılar bin bir zahmetle kuyuya inip bu taşları teker teker çıkarmaya çalışıyor. Bu çaba sırasında yol kazaları, bilgilenme hataları, çözümleme yanlışları ve hepsinden daha önemlisi çözümlemeleri yapanın ‘yakınsama amaçları’ zaten çamurlu kalması istenen zeminin, temizleme çabalarını daha da imkânsız hale getiriyor. Taşları atan ‘kronik-deli’, dolayısıyla ne atılan taşlar ne de isabet ettiği yerler bir dizgeye sahip değil, rastlantısal ve ‘ambivalent’.
Durum şöyle de özetlenebilir; bir deli hepimizi delirtmeye çalışıyor ve bunda da çok başarılı. Biliyoruz ki ebeveynlerinden sürekli olarak, çift yönlü- ‘ambivalent’ mesajlar alan çocukların şizofreniye sürüklenme riskleri çok yüksektir. Böylece bir toplumsal şizofrenin içinde her tarafımız kana batmış bir biçimde yuvarlanıyoruz.
Algıyla bu fütursuzca oynama ülkenin bütün çivilerini yerinden oynatmış durumda. Kaç-Ak Saray’ın aklı, kendi de dahil olmak üzere hepimizi ve komşularımızı da çok açık bir felakete sürüklemektedir. Bunun bir delilik olduğu ayan beyandır. Eğer bu bir çılgınlık olmasa, Erdoğan şizofrenik korkunun esiri olmasa, bu ülkenin, onca yoksulluğuna rağmen kendisine sağladığı olanakların tadını çıkarmaya koyulurdu. Yoksul ama gönlü zengin bu ülke kendi yoksulluğunun üstünde yükselen bu devasa zenginliğe bile razıdır ama Erdoğan’ın deliliği bunu bile yetersiz bulmakta, iktidarını mutlaklaştırabilmek için kendisi de dahil olmak üzere bütün ülkeyi, giderek bütün bölgeyi tehlikeye atmaktadır.
Belli bir anlamda içinde bulunduğumuz durumun sorumluluğu Erdoğan’ın değil –O 46’lıktır- AKP’nin her şeye rağmen Erdoğan’ı destekleyen üst kadrosunundur. Bu kadronun Erdoğan’ın hastalığının ilerlemesiyle birlikte önemli bir değişim geçirdiğini de biliyoruz. Abdüllatif Şener ve Abdullah Gül gibi nispeten sağduyu sahibi politikacılar ilk durakta bu yoldan çıkmış trenden inmişlerdir. AKP’li politikacıların sağduyu katsayıları Erdoğan’la yollarını ayırma tarihleriyle paraleldir. En sağduyulu ve ilk yolunu ayıran Abdüllatif Şener’dir, daha sonra ise Abdullah Gül’dür. Ancak ikisi arasında çok önemli bir fark vardır; Abdüllatif Şener eleştirisini dillendirerek Türkiye toplumsalına olan sorumluluğunu yerine getirmiş Abdullah Gül ise Erdoğan ve hempaları tarafından kendisine yapılan bütün saldırılara rağmen, Erdoğan’ın deliliği konusunda sessiz kalmıştır. Hepimiz AKP kadrosunun iktidarda kaldığı yıllar boyunca Erdoğan’ın deliliği nedeniyle gittikçe niteliksizleştiğini, hem partinin üst kadrolarının hem de milletvekili adaylarının ‘suç içinde yüzme’ yeteneklerine göre yani, özgül ağırlıklarının hafifliğine göre seçildiklerini biliyoruz. Erdoğan’ın şizofren aklı, bu aklın gereklerine uygun olarak en az kendisi kadar suç üstünde yüzebilecek, en az kendisi kadar şizofren olan bir kadroyla AKP’nin koltuklarını doldurmaktadır. Bu aklın karşılıklı güvenden anladığı karşılıklı şantaj olanağıdır.
İşlenen suçların niteliği ve sayısı o kadar artmıştır ki; Hakan Fidan gibi ‘Ecdad türbesine füze atıp, savaş çıkarmayı’ düşünebilen insanlar bile bu delilikle yollarını ayırmaya çalışmaktadırlar, çünkü işlenen ve işlenmesi planlanan suçlar birazcık sağduyusu olan herkesi ürkütecek boyutlardadır.
Ancak Erdoğan artık iktidarının sonuna gelmiş olan bir Makbet’tir. İşlediği cinayetlerin hayaletleri, özellikle bir küçük çocuğun hayaleti, O’nu sürekli takip etmektedir. O küçük çocukla, O 14 kiloluk yavrunun hayaletiyle artık herkesin önünde sürekli kavga etmekte ama elini bir türlü temizleyememektedir. Ve tıpkı Makbet gibi çok kısa bir süre içinde güvendiği bütün dağlara kar yağacaktır.
Cadılar, Makbet’e iktidara giden yolda 1 öğüt ve 2 güvence verirler;
Bu aşılmaz gibi görünen güvencelerin ne kadar kof çıktığını hepimiz biliyoruz; Malcolm, Macduff ve İngiliz Siward ile birlikte Dunsinane Şatosu’na karşı bir saldırı başlatır. Birnam Ormanı’nda kamplarlarken, askerlere ağaçları kesip, onları kamuflajda kullanmaları konusunda bir talimat verilir, böylece Orman Makbet’in şatosuna doğru yürümeye başlar. Macduff sezaryenle doğmuştur.
Ben eminim çok yakında Türkiye’nin bütün ormanları, Kuzeyin rant arsalarına dönüştürülen, Güneyin yakılan, Kuzey-doğu’nun Heslerle katledilen ormanları Kaç-Ak Saraya yürüyecektir.
Ve ne tesadüf ki, Selahattin Demirtaş sezaryenle doğmuştur.[4]
Erdoğan tıpkı AKP’ye ve yakın çevresine yaptığı gibiTürkiye toplumsalını da mümkün olduğu kadar suça batırmaya çalışmıştır. Dolayısıyla Erdoğan’ı güçsüzleştirmek atılacak olan ilk adımdır. Ancak gerisi kolaydır ve yöntem de bellidir;
Herkesin Shakespear okumasını sağlamak.
Dipnotlar:
[2] Survivor
[3] Ferhan Şensoy filmi
[4] Kesin bilgi değil.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.