“Gotlar, Vizigotlar ve diğerleri, kırıp döktükleri için Barbarlar olarak tanımlanmadılar; güzel sanatlara, edebiyata, kültüre, şiire, felsefeye hiçbir saygıları olmadığından ve sadece para ve güç istediklerinden böyle adlandırıldılar. Buradan savunduğumuza, eskiden medeniyet denirdi! [1]’’ […]
“Gotlar, Vizigotlar ve diğerleri, kırıp döktükleri için Barbarlar olarak tanımlanmadılar; güzel sanatlara, edebiyata, kültüre, şiire, felsefeye hiçbir saygıları olmadığından ve sadece para ve güç istediklerinden böyle adlandırıldılar. Buradan savunduğumuza, eskiden medeniyet denirdi! [1]’’
David Graeber
Yukarıdaki alıntı, Occupy Wall Street Hareketi’nin öncü isimlerinden antropolog David Graeber’in[2] Amsterdam Üniversitesi’ni (UvA) işgal eden öğrencilere yaptığı dayanışma konuşmasından. Bütçe sorunları nedeniyle bazı programlarına son vereceğini duyuran üniversitenin bu gelişmeden en zararlı çıkan bölümü Beşeri Bilimler oldu. Mesleki eğitimler bölümlerine kaynak aktarılırken, Beşeri Bilimler’in Modern Diller birimi kapsamındaki çeşitli akademik derecelerinden muhtelif dillerin çıkartılacağı; dahası Felsefe, Tarih, Felemenk Edebiyatı, İngiliz Edebiyatı gibi ayrı akademik derecelere sahip programların Temel Bilimler olarak tek derece altında birleştirilecekleri duyuruldu. Dekan, bu bölümlere kayıt olan öğrenci sayısının düşmesini gerekçe göstererek Beşeri Bilimler’in sıkı bir çekidüzene ihtiyacı olduğunu belirtmekteydi. Kısaca, diploma sayısı yetersiz olan ya da başka bir deyişle para kazandırmayan bölümlerde uzmanlaşma gözden çıkartılarak üniversite adeta liseye çevrilmek isteniyordu. 2014 sonunda öğrencilerin ve onlara destek çıkan akademisyenlerin dilekçeleri ve protestoları ile başlayan eylemler, yönetimin taleplere kulak tıkamasıyla yerlerini işgal hareketine bıraktı. Durumu böyle özetledikten sonra Graeber’in medeniyet tanımını da barbarlara atıf ile kim/leri kastettiğini de açmaya gerek yok.
UvA Beşeri Bilimler binasında 13 Şubat’ta başlayan ve 24 Şubat’tan itibaren üniversitenin yönetim binasında devam eden işgal eylemine diğer kentlerden üniversiteler de dayanışma vererek ‘Yeni Üniversite’ adı altında eylemi yaygınlaştırdılar. ‘Yeni Üniversite’nin şirketleştirilmiş neoliberal üniversitenin antitezi olduğunu not düşelim. Hollanda’nın en büyük işçi sendikası FNV işgalin destekleyicileri arasında. İşgal, bu hafta, Graeber’in çalışmakta olduğu London School of Economics’e (LSE) de sıçradı. UvA’dan ilham aldıklarını belirten öğrenciler, LSE’nin neoliberal üniversitenin simgesi olmasından duydukları rahatsızlığı ve üniversitelerin artık tamamen kazanca odaklı, bürokratik yapılı ticarethanelere dönüşmelerine ve tepeden inme antidemokratik kararlara itirazlarını ifade ettiler. Eylemcilerin ortaklaştıkları nokta, bilgi ve bilim üretmesi gereken üniversitelerin akademik derece sağlama fabrikalarına, öğrencilerin ise eğitim hizmeti alan tüketicilere/müşterilere dönüştürülmeleri ve tüm demokratik mekanizmaların kapatılması.
Metalaştırılmış yüksek öğretim sisteminde birer tüketim nesnesine indirgenen bilgiye ve öğrenmeye erişimin maddi açıdan olanaksızlaşması, tepeden inme antidemokratik bir yönetim şekli, finansallaşma ve bürokratikleşme, akademik işgücünün sistemli bir şekilde prekaryalaştırılması ama öte yandan iş yoğunluğunun da arttırılması ve ek olarak öğrencilerin giderek artan eğitim borçları /kredileri… Tüm bunlar sadece iki üniversitenin sorunları değil küresel ölçekte problemler. Graeber’in altını çizdiği üzere, eğitim öğrenciler için kendi başına bir değer olmaktan çıkarak gelecekte işe girmelerinde pazarlayacakları bir meta olmakta. Öğretim üyelerine gelince, bilimin üretildiği yer olan üniversite ticarethane olursa, onlar da bilim insanları topluluğu olmaktan çıkıp kapitalist bir işletmenin içinde işlerini yapan insanlar oluyorlar. UvA işgaline destek veren bir diğer isim coğrafyacı Ewald Engelen idi[3]. Engelen, eleştirel akademiyanın tamamen kaybolduğunu, ‘’Yönetime girebilecek miyim? / Makalemi yayınlattırabilecek miyim?/ Araştırma hibesini alabilecek miyim?’’ gibi bireysel çıkarların öne çıkarak herhangi bir kolektif örgütlenmeyi olanaksız kıldığını belirtti.
Dokunduğu her şeyi pazarlanacak metalara dönüştürüp, yepyeni pazarlar açan kapitalizm kendini tekrar-tekrar var edebilmesini bu yaratıcılığına borçlu. Temel bir sosyal hak olan eğitim, kapitalizm için cazip bir pazar, tıpkı konut ve sağlık gibi. Eğitimin meta olması demek, arz ve talep üzerinden eğitimin bireysel olarak satın alınması demek. Bu çerçevede, satışı az olanın, yani piyasa değeri taşımayan bilginin tezgâhtan kaldırılması olağanlaştırılmakta; tıpkı UvA Beşeri Bilimler bölümünün başına gelenler gibi. Yeterince araştırma fonu alamadığı için University of Surrey (İngiltere) Siyaset Bilimi Bölümü’nün kapatılacak olması da aynı gidişatın farklı veçhesi. Türkiye’dekiler de dâhil, üniversite yönetimleri, araştırmaların, yayınlanan makalelerin sayılarına ve fon bulabilmelerine kafayı takmış durumdalar. Nicelik niteliğin önüne geçtiğinden, akademik kadrolar baskı altında. Yönetimler artık üniversitelerini eğitim kurumları olarak değil iş sahaları ve araştırma fonlarının takipçileri olarak görüyorlar; mesele ne kadar nitelikli kadrolar değil ne kadar çok araştırma fonu alındığı, ne kadar nitelikli yayın değil kaç yayın! Performans esaslı sistem bunları getirirken üniversiteyi de üniversite olmaktan çıkartıyor.
Sistemin yarattığı prekaryalaşma üniversiteyi de etkiliyor; esnek işgücü piyasaları hâkim uygulama oluyor. Aziz Konukman Türkiye üniversitelerindeki kadro düşmanlığına dikkat çekerek ‘’sözleşmeli asli, kadrolu tali oldu’’ diyor. Sendikanın giremediği yüksek öğrenim kurumlarında sözleşmeler bireysel yapılıyor. Müşteri memnuniyetini başaramayanlara, sözleşme bitiminde keyfi uygulamalarla kapı gösteriliyor[4]. Keyfi uygulamalar, verilmiş hakların geri alınmasından, maaşlarda kesintiye ama ders saatleri ve öğrenci sayılarında artışa kadar her alanda geçerli; sonuçta karşınızda bir eğitim kurumu değil kar amaçlı çalışan bir işletme var. Graeber, 20-30 sene önce üniversite denildiğinde akıllara fakülteler ve öğretim üyeleri gelirken, bugün yöneticilerin gelmesini şirketleşmenin şahikası ve demokratik üniversiteden kopuş olarak açıklıyor. Konukman da kamu işletmelerine dönüşmekte olan üniversitelerin yakında mütevelli heyetleri ile yönetileceklerini belirtiyor. Aman dikkat, bu mütevelli heyetlerinde üniversiteliler ve akademik kadrolar değil sermayenin temsilcileri ile bürokratlar çoğunlukta olacak. Şirketleştirilmiş devletler düzeninde kamu ve özel bürokratları birbirlerinden ayırabilmek ise Graeber’in de ifade ettiği üzere oldukça zor.
Graber’in dikkat çektiği bir başka önemli konu, sistemin kendisi gibi üniversitenin de finansallaşması ve bürokratikleşmesi. ”Liberalizmin Demir Kanunu’’na göre, devlet müdahalesini kesen ve piyasa güçlerini serbest bırakan herhangi bir piyasa reformu, beklenenin aksine, öncekinden daha çok düzenleme, daha çok kırtasiye ve daha çok bürokrat demek oluyor. Borçlandırma üzerinden kar eden bu sistemde bürokrasiye, örneğin noterinden, kayıt memuruna, polisine, gereksinim var çünkü borcun ve borçlandırılanların yönetilmeleri, denetimleri gerekli. Hardt ve Negri[5] de sermayedarın servetini artık kar yerine rant üzerinden elde ettiğini ve bu rantın çoğu kez finansal araçlarla garanti altına alındığını belirterek tam bu noktada sömürü ilişkisini sürdürmenin ve kontrol etmenin bir silahı olarak borcun devreye girişine dikkat çekiyorlar. Sömürü günümüzde borç temelli işliyor ve bu da %99’un %1’e tabi olması demek: ‘’Hayatınız artık düşmana satılmıştır’’. Borç altına girmeden yaşamanın imkânsız olduğu düzende, Graeber refah sisteminden borç ödeme sistemine geçmekte olduğumuzu vurguluyor. Kapitalizm, giderek artan bürokratik araçlar vasıtasıyla varlığına varlık katıyor. Borçla yaşayanlar ise kendilerini üretici değil tüketici olarak görüyorlar ve borcun etkisiyle burunlarını sürtmüş vaziyetteler. Üniversite işgalleri bu nedenle, metalaştırılmış haklarımıza iade-i itibar yolunda önemli silkinmeler/ayağa kalkışlar olarak okunabilir.
Üniversite AŞ’den, TC AŞ’ye gelirsek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’Bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? ’Benim derdim, bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir’’, açıklaması karşısında, kamu hizmetleri ile kamu varlıklarının çoğu özelleştirilmiş, yöneticileri girişimci olmuş, yasaları ve düzenlemeleri ulusal ve küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda yeniden tanzim edilmiş, kamu yararı sermaye yararı eylenmiş, emniyet güçleri ve jandarması da sermayenin özel güvenlikçileri kılınmış bu ülke zaten yeterince şirketleştirilmedi mi diye kimileri sorguladığı gibi, eminiz kimileri de ne güzel yönetileceğiz diye düşünerek hayranlıkla destek çıktı.
UvA öğrencilerinin eylemlerini tarihi önemde gören Graeber’in uyarısı ile bitirelim: ’’En korkulacak canavar sizi öldürecek olan değil, kendine benzetecek olandır’’.
[1] Lecture by David Graeber http://roarmag.org/2015/03/graeber-bureaucracy-occupation-amsterdam/
[2] Tersine Devrimler, Demokrasi Projesi, Borç adlı kitapları Türkçe’ye çevrilmiştir.
[3] https://www.youtube.com/watch?v=uxB_zqddMBM
[4] http://www.mimarist.tv/mimarlik-semineri-2015-1-gun
[5] Michael Hardt-Antonio Negri. Duyuru. Ayrıntı 2012.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.