[Karikatürde işçinin elinde “Asgari ücrete zam” dövizi vardır.Para yığınının üzerinde duran kapitalist de işçiye şöyle seslenmektedir: “Açgözlülüğünüz ekonomiye zarar veriyor!”] *** “Reel ücretlerin düşüklüğü ve işsizliğin artışı gibi (…) pek çok sorun yaşanıyor. (…) 21’inci yüzyılın ilk yıllarına baktığımız zaman bu yüzyılın içinde pek çok sürdürülemez sorunu barındırdığını (…) görüyoruz. Ben şahsen (…) çocuklarımızın geleceğinden […]
[Karikatürde işçinin elinde “Asgari ücrete zam” dövizi vardır.Para yığınının üzerinde duran kapitalist de işçiye şöyle seslenmektedir: “Açgözlülüğünüz ekonomiye zarar veriyor!”]
***
“Reel ücretlerin düşüklüğü ve işsizliğin artışı gibi (…) pek çok sorun yaşanıyor. (…) 21’inci yüzyılın ilk yıllarına baktığımız zaman bu yüzyılın içinde pek çok sürdürülemez sorunu barındırdığını (…) görüyoruz. Ben şahsen (…) çocuklarımızın geleceğinden endişe duyuyorum.”[1]
Yukarıdaki sözler Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç’a ait. Ne hikmettir ki, bu konuşmadan sadece bir hafta önce, 18 Şubat’ta, Koç Holding’e bağlı Divan Pastaneleri’nde çalışan işçilerden 52’si DİSK Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılmış ve fabrika önünde direnişe başlamıştı. İşçiler 1 Mart’ta ise Divan Otel’i önüne yaptıkları yürüyüşte Ali Koç’a hitaben, “Sen hiç işten atılma korkusu yaşadın mı?” diye seslenmişti. Basın açıklaması için Divan Oteli’nin seçilmesi takdire şayan olmuş; zira Gezi günlerinde bu otel biz Geziciler için adeta bir “kamp” yerine dönüşmüş; hepimiz Koç Grubu’nun ne kadar “iyi” olduğunu düşünmeye başlamıştık. O günlerde otelin kapılarının Gezicilere açılması konusunda, “Hepimiz Koç Grubu’na şükran borçluyuz,” diyen Gezi direnişçileri tanıyorum ben. Şimdi kimlere şükran borçlu olduğumuz sanırım ortaya çıkmış bulunuyor!
Hatırlansın, eski TÜSİAD Başkanı Gezi direnişine dair yaklaşımlarında konuya “demokratik hak ve özgürlükler” bağlamında yaklaştıklarını söylemişti. Ama aynı “demokratik hak ve özgürlükler” işçi sınıfı söz konusu olunca nedense buharlaşıp uçuveriyor. Bunu Metal grevinde de gördük. Hükümet, MESS kapitalistlerinin imdadına yetişip grevi anında durdurduğunda, anayasal hak olan grev konusunda aynı TÜSİAD nedense hiç “demokratik hak ve özgürlükler” üzerine nutuklar atmadı. Buradan apaçık bir şekilde anlaşılan şudur ki, Türkiye’nin büyük kapitalistleri ve onların bugünkü hükümeti AKP, tabandan gelen bir işçi basıncı/direnişi söz konusu olduğunda anında benzer bir refleks veriyor. Dolayısıyla “demokratik hak ve özgürlükler” konusunda en fazla çenesini kapaması gerekenlerin en çok laf etmesi tam bir ikiyüzlülüktür!
Bugün işçi sınıfının işten atılmaya, düşük ücrete ve güvenceli çalışma üzerine verdiği/vereceği mücadeleler kesinlikle meşru mücadelelerdir.
Aşağıdaki kısa yazıda daha çok asgari ücret mücadelesi üzerinde durarak, bu mücadeledeki genel yaklaşımı özetlemeye çalıştım.
***
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2015 yılının ilk altı aylık dönemi için belirlediği net asgari ücretin aylık bazdaki parasal karşılığı 949 liradır. Bu tutarın ikinci altı aylık karşılığı ise 1.000 lira olarak belirlenmiştir. Geçen yılın ilk altı ayına göre 103 liralık bir artış olmuş; yine benzer şekilde geçen yılın ikinci altı ayına göre ise 109 liralık bir artış yaşanmıştır bu yıl.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik tarafından “Türkiye ücret artışlarında pek çok gelişmiş ülkeye göre daha iyi bir durumdadır” şeklinde sunulan bu tutar devletin resmi kurumu Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından hesaplanan sayının bile altındadır! Asgari ücrette TÜİK’in, bir işçinin geçinmesi için belirlediği minimum (asgari) tutar 1424 lira 70 kuruştur. Aradaki boşluk/kayıp 475 lira!
Asgari ücrete yapılan bu “artış” ile hükümet sözde işverenleri dahi memnun etmeyen bir artış gerçekleştirmiştir. İşverenlerin 3+3’lük teklifi yerine 6+6 şeklinde bir “artış”ın kabul edilmesi ile hükümet aslında işverenlere karşı ezilen işçilerin yanındaymış gibi bir hava estirilmeye çalışılmakta; belirlenen bu asgari ücretin sefalet ücreti olduğu gerçeği gizlenmektedir.
DİSK-AR’ın yaptığı bir hesaplamaya göre asgari ücretteki artış 1977 yılından bu yana ekonomik büyüme oranında gerçekleşmiş olsaydı, bugün asgari ücret 1667 lira olacaktı.
Türkiye’de kişi başına düşen millî gelirin 2014 yılı itibarıyla aylık 1900 lira olacağı tahmin edildiğinde, asgari ücrete yapılan bu “artış” asla kabul edilemez. Bugün 4 kişilik bir hane için açlık sınırı bin 283, yoksulluk sınırı ise 4 bin 57 liradır. Şu halde asgari ücret için belirlenmesi gereken gerçek tutar, 4 kişilik bir hane için, 1900×4=7600 lira olması gerekir. Ama yılın ilk altı ayı için, 4 kişilik bir aile bazında hesaplandığında, karşımıza çıkan tutar yaklaşık 3800 lira olmaktadır. Aradaki boşluk, “gerçek” tutarın yarısı kadardır!
Bugün eğitimden sağlığa her şey paralı hale gelmişken; elektrik, su, doğalgaz vs. kullanımı yapılan zamlarla pahalı bir hale gelmişken asgari ücretliyi sefalete teslim eden bu “artış” asla kabul edilemez.
Asgari ücret yönetmeliğinde, asgari ücret işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret olarak belirlenmiş durumdadır; şu halde, asgari ücret sadece “karın tokluğu”na indirgendiğinde, yaşanan durum yoksullaşmadır, sefalettir.
Asgari ücret nedir, nasıl belirlenir?
Günümüz kapitalist toplumunda işçiler/emekçiler, yani geçim araçlarından koparılmış ve ellerinde emek güçlerinden başka satacak şeyleri bulunmayanlar, hayatta kalmak için emek güçlerini kapitalistler sınıfına satmak zorundadırlar.
İşçinin kapitaliste sattığı/kiraladığı şey, emeği değil emek gücüdür. Yani, kapitalist, bir işçiyi işe alırken ondan sadece kendi üretim maliyetinin karşılığı olan şeyi (yani ücreti) üretmesini beklemez; onu, bir fazlalık yaratması için iş yerinde tutar, işe koşar. Emek gücü metası, işçinin kendisine sıkı sıkıya bağlı olduğu için bu metanın üretim maliyeti de doğrudan doğruya işçinin kendi üretim maliyetine denk düşer ki bu da günlük, haftalık ya da aylık bazda bakıldığında işçiyi ve onunla beraber ailesini ayakta tutan ihtiyaçlara indirgenir. Bu ihtiyaçlar sepetinin içinde yer alan her bir malın fiyatları toplamı da bize ücret denilen şeyi verir.
İşçi kendi metasını (emek gücü) belli bir fiyattan (ücret) kapitaliste satar ve kapitalist de “etiket fiyatı” üzerinden satın aldığı/kiraladığı işçiyi belli bir süre boyunca kendi iş yerinde kullanma hakkını elde eder. Kapitalistin biricik amacı, işçiye ödediği miktarın ötesinde, işçiden olabildiğince fazla değer çekmektir. İşçi, kendi emek gücü karşılığında, geçim araçları alır; ama kapitalist, verdiği geçim araçları karşılığında, işçinin üretken faaliyetini alır. İşçi, ücret diye aldığı para ile kendisini ve ailesini hayatta tutacak geçim araçları satın alır; bunun karşılığında ise kapitalistleri ve bir bütün olarak kapitalist toplumu ayakta tutan değer yaratıcı gücünü feda eder.
Emek gücünün fiyatı (ücret), onun üretim maliyeti ile belirlenir. Emek gücünün üretim maliyeti ise kabaca, işçiyi işçi olarak ayakta tutmak ve işçiyi kendisi ve ailesiyle birlikte yaşar kılmak için gerekli olan giderler toplamıdır. Dikkat edilirse, burada hem işçiyi hem de işçi ailesini hesaba kattık. Çünkü kapitalist bir toplumda emek gücünün üretildiği tek kurum aile kurumudur. Dolayısıyla emek gücünün maliyeti (ücret) belirlenirken, sadece tek bir işçi değil o işçinin ailesi de hesaba katılır. Toparlarsak, emek gücünün üretim maliyeti, en yalın hâliyle, işçinin varoluş ve üreme giderlerine endekslidir. Bu giderlerin fiyatı da ücreti meydana getirir. Asgari ücret denilen şey özünde budur.[2]
***
Aylık asgari ücreti 949 lira olan bir işçiyi gözümüzün önüne getirelim. Bu 949 lira ile işçimiz bir ay boyunca diyelim 50 değişik kalem mal alsın. Ücretin sabit kalıp tüketim mallarının fiyatlarının arttığını farz edelim. O zaman işçimiz, aynı ücretle 50 değil de belki 30 değişik kalem mal alabilecektir. Tersi de mümkündür. Yani ücret sabit kalıp tüketim mallarının fiyatı da düşebilir; bu durumda işçimiz aynı ücretle 50 değil de belki 60 ya da 70 değişik kalem mal alabilecektir. İlk durumda, işçimizin satın alma gücü düşmüş; ikinci durumdaysa yükselmiştir. Burada karşımıza iki kavram çıkıyor; biri nominal ücret, diğeri de reel ücret kavramı. Nominal ücret derken bizi daha çok işçimizin parasal olarak ne kadar aldığı ilgilendirir. Örneğimizde işçimizin nominal ücreti 949 liradır. Ama reel ücret denince, işçimizin 949 liralık ücret ile ne miktarda mal aldığı; aynı ücretle daha mı az yoksa daha mı çok mal aldığı ilgilendirir bizi. Kısacası reel ücret, satın alma gücü ile ilgilidir.
***
Yeni yılda hükümetin 6+6 oranındaki asgari ücret zammı rakamsal olarak bir anlam ifade etmemektedir. Asıl önemli olan, bu artışın enflasyonun altında kalıp kalmadığı, yani işçilerin bu ücret artışıyla reel olarak daha mı az yoksa daha mı fazla sayıda ürün miktarı alıp almadığıdır.
DİSK-AR’ın yaptığı bir araştırmaya göre, asgari ücretli 2015 yılının Ocak ayında zamlı ücreti ile 2014 yılının Ocak ayına göre daha az makarna, daha az pirinç ve daha az et alabilecektir. Bununla birlikte Ocak 2014–Kasım 2014 döneminde pirinçte fiyat artışı yüzde 21, dana etinde yüzde 17.4, makarnada yüzde 15.34 ve ekmekte yüzde 12.08 iken 2014 Ocak ile 2015 Ocak dönemi arasında asgari ücret artışı sadece yüzde 12.2 seviyesinde kalmıştır. Bu şu anlama gelir: Ücret mallarının fiyat artışları, oransal olarak, asgari ücret artışından fazla olmuştur; yani işçi sınıfının karnına daha az sayıda ürün miktarı girmiştir. Bu aslında yoksullaşmanın bir göstergesidir. Her şeyden önce satın alma gücünün düşmesine karşı asgari ücretin enflasyon oranına göre ayarlanması gerekir. Bu, ücret mücadelesinde işçi sınıfının temel bir talebi olmalıdır.
Türkiye’de, resmi rakamlara göre, beş milyon kişinin asgari ücretli olduğu göz önüne alındığında –çalışan kesimlerin ailelerini de hesaba katarsak– bu mücadelenin yaklaşık yirmi milyona yakın bir kitle için ne derece yakıcı bir önem taşıdığı anlaşılacaktır.
İşçi sınıfının ücret mücadelesi şunun için önemlidir: Kapitalist, normal bir işgünü içerisinde işçi sınıfının ücretini ürettiği kısmı olabildiğince azaltma eğilimi içerisindedir. Çünkü asıl amaç kapitalist için olabildiğince daha fazla karşılığı ödenmemiş emeğe el koymaktır. Bu anlamda bakıldığında işçi sınıfının kapitalistlerle karşı karşıya gelmesine neden olacağı ve kapitalistlerin kârlarını baskılayacağı için bu mücadele asla önemsiz değildir ve olamaz da. Bu mücadele, işçi sınıfının kendi ürettiği üzerinde kendisinin söz sahibi olmasının yolunu açtığı/açacağı için de son derece önemlidir.
***
Aşağıdaki tablo Avrupa Birliği üye devletlerindeki aylık bazda asgari ücretin nasıl seyrettiğini gösteren bir tablodur.
Kaynak: eurostat, Temmuz 2014 (1) (Avro).
Görüldüğü gibi Türkiye bu tabloda asgari ücretin 500 Avro seviyesinin altında kalan ülkeler grubu (GROUP 1) içerisinde yer almaktadır. Bu bakımdan Türkiye derin ekonomik krizle boğuşan Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerin bile gerisine düşmüştür!
Bir diğer konu ise çalışma saatleri… 2014 yılı itibariyle OECD’nin bir raporuna (Regional Well-Being raporu) göre Türkiye OECD’ye üye 34 ülke arasında en uzun çalışma saatlerine sahip ülke konumundadır. OECD ortalamasına göre bir yılda bir insanın çalışma saati 1765 saat olması gerekirken, Türkiye’de bu rakam 1855’tir. Hem fazla çalışma hem de sefalet derecesinde ücrete tâbi olma durumu asla kabul edilemez!
***
DİSK-AR’ın yaptığı bir araştırmaya göre 1978 yılından bu yana Gayri Safi Millî Hasıla (GSMH) sabit fiyatlarla 3.19 kat artarken, asgari ücret neredeyse yerinde saymıştır. Aşağıdaki tablo bu gerçeği çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Görüldüğü gibi bugün işçi sınıfı, 12 Eylül askerî darbesi öncesindeki seviyenin bile gerisinde bulunmaktadır!
2002 yılında GSMH endeksi 225 iken, bu sayı 2010’da 319’a çıkmıştır; artış 94’tür. Ne var ki, asgari ücret endeksindeki artış bunun çok gerisinde kalmıştır. 2002’de 77 olan asgari ücret endeksi 2010’a gelindiğinde sadece 104’e kadar çıkmıştır; artış 27’dir.
1999 yılında Türkiye’de emeğin millî gelirden aldığı pay yaklaşık %52 oranındayken, 2012 yılında bu oran %30’lara kadar düşmüştür! Ayrıca Türkiye OECD ülkeleri arasında emeğin millî gelirden aldığı pay bakımından bu iki gösterge arasındaki makasın en açık olduğu ülkelerin başını çekmektedir. Şu halde AKP döneminde işçi sınıfının millî gelirden aldığı payda ciddi bir düşüş meydana gelmiştir.
***
Kişi başına üretkenlik ve reel ücretlerin seyri de ayrıca ele alınmayı hak ediyor. Çünkü bu iki gösterge arasındaki makas AKP dönemi boyunca oldukça açılmış bulunmaktadır. Bu ise işçi sınıfının artan oranlarda sömürüldüğünün bir göstergesidir. Aşağıdaki tablo bu açıdan çarpıcı bir örnek sunmaktadır.[3]
Kaynak: DPT ve TÜİK verileri.
***
Peki, ne yapmalı?
Her şeyden önce işçi sınıfı günlük ekmek mücadelesi içinde ücret artışları için mücadele etmelidir; çünkü bu aynı zamanda 12 Eylül sonrasında kurulan “sermaye hegemonyası”na karşı da bir mücadeledir. Geride bırakılan otuz yılın kayıplarının telafisini önüne koymayan bir ücret mücadelesi asıl amacına ulaşamayacaktır. Çünkü mesele bugünün ücret meselesi değil, geride bırakılan ve çoğu durumda sermaye cephesine karşı daha önce kazanılmış olan hakların budanmasına karşı bir sınıf mücadelesidir.
İşçi sınıfı yaratılan millî gelirden kendisine düşen pay ne ise onu alma hakkına sahiptir. Üretimdeki artışı sağlıyorken her geçen gün bu artışa ters bir şekilde işçilerin ücreti düşüyorsa, bu kabul edilebilir bir durum değildir.Üretkenlik artışına göre bir ücret artışı talep edilmelidir. Ayrıca fiyat zamlarına karşı, tüketim mallarının fiyatı artıyorken, ücret artışlarının aynı seviyede kalması kabul edilemez; ücretler artan fiyat zamlarına göre ayarlanmalıdır.
Ücret artışı mücadelesi, sadece “iktisadi düzey”de kalmamalıdır. Bu aynı zamanda politik bir mücadeledir. İktisadi kriz derinleşirken işçi sınıfı, günlük ekmek mücadelelerini de içerecek şekilde kendisine hem ekonomik hem de siyasi bir perspektif oluşturmalıdır. İşten çıkartmaların artması, ücretlerin baskılanması, sosyal hakların budanması gibi konular krizin derinleşmesiyle sermaye sınıfının mevcut siyasi iktidar eliyle uygulamaya sokacağı krizden çıkış “tedbir”leri olacaktır. Bu anlamda işçi sınıfı, ücret artışları da dâhil olmak üzere kendi yakıcı taleplerini oluşturmalı, bir mücadele perspektifi belirlemeli ve önüne koyduğu hedefler ile sistemin sınırlarını zorlayacak adımlar atmalıdır.Zaman “sus payları” ile yetinme zamanı değil; zaman mücadele zamanıdır.
[1] “Ali Koç: Çocuklarımızın geleceğinden endişeliyim”; Radikal, 25.02.2015.
[2] Ücret konusuna dair daha detaylı bir bilgi için şu yazımıza bakılabilir: “Ücret nedir? Nasıl belirlenir?”, DİSK-AR Dergisi, Güz 2013, Sayı: 1. Link: http://disk.org.tr/content_images/sayfa%2026-33.pdf.
[3] Bu tablo DİSK-AR Dergisi’nin Güz 2013 tarihli birinci sayısından alınmıştır. Link:http://disk.org.tr/content_images/sayfa%2038-43.pdf.