Haziran 2015 ile birlikte bildiğimiz AKP’nin sonuna yaklaşıyoruz. Bir yandan, partinin geçirmekte olduğu değişim devletle olan ilişkisinden kaynağını alıyor. Bir yandan da AKP’nin önümüzdeki dönemde Erdoğan liderliğinde iktidarını yeniden tesis edebilmesi, devletin de keskin bir değişim geçirmesini bir zorunluluk olarak bu partinin önüne koyuyor. Parti Devleti AKP’yi nasıl bilirdiniz? 2002’de iktidara gelen AKP, merkez-çevre dikotomisi […]
Haziran 2015 ile birlikte bildiğimiz AKP’nin sonuna yaklaşıyoruz. Bir yandan, partinin geçirmekte olduğu değişim devletle olan ilişkisinden kaynağını alıyor. Bir yandan da AKP’nin önümüzdeki dönemde Erdoğan liderliğinde iktidarını yeniden tesis edebilmesi, devletin de keskin bir değişim geçirmesini bir zorunluluk olarak bu partinin önüne koyuyor.
Parti Devleti
AKP’yi nasıl bilirdiniz? 2002’de iktidara gelen AKP, merkez-çevre dikotomisi içinde devletin karşıt kutbu olarak sunuldu. “Laik” ve “Kemalist” sıfatlarıyla anılan devletin reddettiği söylenen İslamcı ve muhafazakâr AKP’nin tek başına hükümet kurması, devlette bir çatışma ve değişim çağının habercisiydi. Öyle de oldu. AKP dönemi devlette bir reform dönemiydi. Bu reformu en iyi, askerin ve yargı erkini kullananların devlet yönetiminde sahip oldukları güç ve hakların değişiminde gördük. HSYK Adalet Bakanlığı’na, MGK ise doğrudan Başbakan’a bağlandı. Cumhurbaşkanı’nın bürokraside ve yükseköğrenimde atama yapma yetkisi arttı. Gül’le Erdoğan’ın işbirliği sayesinde devlette kadrolaşma pürüzsüz ilerledi. Yapısal reforma tabii tutulmayan YÖK benzeri birçok kurum, kadrolarının yenilenmesiyle dönüştürüldü. Böylece devlet reform geçirdi; devlet AKP’leşti.
Yalnız, AKP ve devlet arasındaki etkileşim tek taraflı olmadı. Devlet AKP’leşirken, AKP de devletleşti. Dilediğini YÖK Başkanı, dilediğini Yargıtay Başkanı, dilediğini Genelkurmay Başkanı yapabildikçe; Ankara Hayvanat Bahçesi Müdürü’nü Tübitak-Ulakbim’e Müdür Yardımcısı, güreş hakemliği de yapmış olan Zabıta Müdürü’nü ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Müdürü olarak atayabildikçe; dilediğine silah verebilir, dilediğini silahsızlaştırabilir, dilediğini karakolda gözaltına alabilir, dilediğini mahkemeye çıkarabilir, dilediğini de hapisten çıkarabilir hale geldikçe; bir zamanlar devletin ve merkezin zıttı olan AKP, yeni devlet ve merkez oluverdi. Bir zamanlar MGK’ya düşman olanlar, MGK toplantılarına başkanlık eder oldu. Bir zamanlar YÖK’e düşman olanlar, YÖK’u korur kollar oldu. Bir zamanlar Kasımpaşa’nın arka sokaklarında top oynayan ve milletvekili lojmanlarına karşı çıkanlar, Saray’da oturur oldular.
Daha önce bahsedilen AKP’nin anti-siyaseti, bu partinin devletleşmesinin de bir getirisidir. “Gerekli hallerde” “gerekli şartları hazırlamak”, “gerekli tedbirleri almak”, “gerekli yardımları yapmak” gibi ne olduğu, ne kastettiği belirsiz ve bu nedenle içi her şeyle doldurulabilecek ifadeler; “herkes”, “her türlü faaliyet”, “hiç kimse” gibi her an herkes ve herşey olabilecek kişiliksiz özneler ya da nesneler, devletin dilidir. Hiç bir siyasete üstünlük tanımaması ve her türlü siyasete eşit mesafede durması kural olan anayasal devlet, bu devletin hukuku ve anayasası; kimden, neden bahsettiğini örterek konuşur. Anayasal devletin kayırdığı tek siyaset vardır; o da devletin devamlılığı ve korunmasıdır. Görüyoruz ki AKP devletleştikçe, söylemleri de devletleşti. Bir siyasi partinin siyasi rakipleri olurken, AKP’nin hem içeride hem dışarıda “düşmanları” olmaya başladı; referans verdiği tek siyaset, devletin bekası ve “milletin devletiyle bölünmez bütünlüğü” olmaya başladı. “Her kim” sokağa çıkarsa, polis şiddetiyle karşılaşacağı; “hiç kimsenin” devletin ve milletin birliğini sorgulamaması gerektiği duyuruldu. Bugün, AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da Başbakan Davutoğlu’nun ağzından konuşurken kullandığı söylem, devletin gereklilikleri ve neye ya da kime yöneltildiği belli olmadığı için herkese çevrilebilecek (ve de çevrilen) yalın devlet şiddeti ve devletin korunması dışında pek bir şeye referans vermiyor.
AKP devletleşti. İyi de oldu. Bildiğimiz AKP döneminin sonuna yaklaştığımız şu günlerde Cumhuriyet tarihinin bir miti böylelikle çöktü; Cumhuriyet tarihinde bir dosya böylelikle kapandı. O mit, Adnan Menderes hükümetine yapılan askeri darbe ile yarım kalan muhafazakâr demokratların iktidarından kaynağını alıyordu. Bu mitolojiye göre, 1960 darbesi geldi ve devlet iktidarını muhafazakârlardan çaldı. Hâlbuki askeri darbe olmasaydı, muhafazakârlar ülkeyi demokratikleştirecek, devleti halka; halkın değerlerini de devlete taşıyacaklardı. Askeri darbenin yarattığı bu mit, bugüne kadar bitmeyen “İslamcı muhafazakârların mağduriyetleri”nin de önemli bir parçası oldu. Recep Tayyip Erdoğan, askeri darbenin 1960’da kesintiye uğrattığı muhafazakâr iktidarı 2002’de yeniden aktive etti. Kendisini ve AKP’yi Menderes’in ve Demokrat Parti’nin mirasçısından daha çok, adeta yeniden dirilişi olarak takdim etti.[1] Böylece 21.yy’da değil tüm ülke, tüm dünya askeri darbeler olmaksızın hükümette kalan muhafazakâr İslamcıların neler yaptığını görme şerefine nail oldu. İslamcı muhafazakârlar demokrat olamadılar, iktidarlarından altı yedi sene sonra zalimleştiler, devletleştiler, otoriterleştiler. İsmet İnönü’nün eleştirisi olarak siyasi varlığına başlayan Erdoğan, İnönüleşti. Tek parti rejiminin eleştirisi olarak hayatına başlayan AKP, tek partileşti. Dersim katliamını kınayarak başlayan AKP, Roboski’yi yarattı.[2] AKP’nin otoriter yönetimi, Türkiye tarihinde İslamcıların mazlumluğuna ve başa gelince ne yapacaklarına dair akıllarda en ufak bir soru işareti bırakmayacak derecede katı bir rejim haline geliyor; geldikçe de Cumhuriyet tarihinde bir mit, bir efsane çöküyor. Cumhuriyet tarihi sırtında taşıdığı bir yükten kurtuluyor. Mamafih, sırtındaki ideolojik yükü hafifleten Cumhuriyet’in, AKP’nin omurgasına bindirdiği somut ağırlığın altında kırılan kemiklerinin sesini şimdiden duyabiliyoruz.
Post-AKP Döneminin Yeni Devleti
Muhafazakâr siyaset tükendi; muhalif siyaset inkâr ediliyor, rejim otoriterleşti; devlet reform geçirdi ve AKP devletleşti: Qua vadis dehinc? Bu noktadan sonra gidecek neresi kaldı? Haziran 2015 öncesi AKP’nin devlet ve siyasetle ilişkisini en güzel özetleyen olgu özel yetkili mahkemeler ve siyasi davaların geldiği noktadır. AKP, Haziran 2004’de yeni Ceza Muhakemeleri Kanunu ile birlikte ÖYM’leri kurdu. Haziran 2012’de ÖYM’leri yenileyerek yerlerine aynı özel yetkilere sahip Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri’ni getirdi. Mart 2014’de ise Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri’ni tüm özel yetkileriyle birlikte kaldırdı. Görüyoruz ki AKP, özel yetkili mahkemelerle yapılabilecek herşeyi yaptı: Kurdu, reforme etti, kaldırdı. Qua vadis dehinc? Daha ne yapsın? Ergenekon ve Balyoz davalarında sanıklar sahte deliller, Tübitak raporları ve gizli tanık ifadelerine dayanılarak tutuklandılar, hapiste yattılar, mahkeme tarafından suçlu bulundular. Sonra, serbest bırakıldılar, Anayasa Mahkemesi tarafından haklı bulundular; delillerin sahte olduğu ortaya çıktı, eski bilirkişi raporları yalanlandı ve Tübitak yeni bilirkişi raporları hazırladı; eski gizli tanıkların ifadeleri şimdi şüpheli bulunuyor ve davaların temyiz süreci devam ediyor. Qua vadis dehinc? Ergenekon ve Balyoz davası sanıklarıyla daha ne yapılabilir?
Haziran 2015’ten sonra kurulması muhtemel yeni AKP hükümetinin iktidarının tesisi, eski devlet aygıtlarının ve araçlarının getirdiği sınırlılıkları aşmasıyla; yeni devlet aygıtları ve araçları üretmesiyle mümkün. Bu sınırlamaların aşılması, bu yenilenme ise AKP ile birlikte devletin de yenilenmesini dayatıyor. Yeni AKP’nin yeniden iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden tesisini zorunluluk olarak AKP’nin; daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın önüne koyuyor. 2002-2015 AKP iktidarı, kendi dedikleri gibi devlette reform dönemi idiyse, 2015 Haziran’ından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden kuruluşuna doğru ilerliyoruz.
Elbette bu kuruluşun en önemli ayağı başkanlık sistemidir. Partinin ebedi lideri Erdoğan’ın yeniden AKP’nin ve hükümetin başına gelebilmesinin tek yolu başkanlık sistemi ve dolayısıyla anayasa değişikliği olarak görünüyor. Öte yandan anayasa, sadece devletin hukuki sistemi ya da hukuken düzenlenmesi demek değildir. Yahut anayasa, devlet otoritesinin nasıl kullanılacağını belirleyen hukuki ilke ve normlardan ibaret değildir. Anayasa siyasi bir yapıdır. Sadece hukuki değil, siyasi yönünü de katarak anayasanın üç anlamını ayırt edebiliriz.[3]
İlk olarak anayasa, halkın siyasi birliğini temsil eder. Anayasa, bir ülkenin siyasi birliğinin ve toplumsal düzeninin ortaklaşan, somut durumudur. Anayasa birlik ve düzeni sağlayan ilkelerdir; daha doğrusu iktidar ve çıkar çatışmalarının yaşandığı kritik durumlarda karar alma otoritesinin çatışmayı bastırmak için müdahale ettiği ilkelerdir. Anayasa bu ilk anlamıyla somut bir durumdur, devletin somut siyasi varlığıdır.[4] Bu anlamıyla devlet, bir siyasi birlik ve bütünlük olarak anayasa ile eş anlamlıdır; anayasa devletin kendisidir. Eğer bu özgül siyasi birlik ve toplumsal düzen ortadan kalkarsa, devlet de ortadan kalkar. Bu somut birliği, bu siyasi bütünlüğü 1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde, Madde 2’de ve Madde 3’te bulabiliriz. Madde 3’ te belirtildiği üzere devlet, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Yine Madde 2’ye göre devlet, Atatürk milliyetçiliğine bağlıdır. Atatürk milliyetçiliği ise pratikte Türk milli menfaatlerinden, Türk varlığından, Türk devletinden, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinden başka bir şey değildir.[5] O halde bir siyasi kriz anında devletin, toprak ve beşeri bütünlüğünü yani somut siyasi birliğini sağlamak için müdahalede bulunacağı ilke, Türk milliyetçiliğidir. Başkenti ve diline yapılan göndermeler de eklenince görüyoruz ki 1982 Anayasası, devletin toprağı ve milletiyle değiştirilmeden korunacak olan siyasi birliği için Cumhuriyet’in bir ulus devlet (Türk devleti) olarak kurulduğu 29 Ekim 1923’e referans vermektedir.
Anayasanın ikinci anlamı, devlet iktidarının bölüşümüyle ilgilidir. Anayasa, somut üstünlük ve itaat ilişkilerinin bir türüdür. Bu anlamıyla anayasa, aristokrasi, monarşi, demokrasi gibi özel bir devlet yönetim biçimini işaret eder. O halde anayasa, bir devlet biçimidir. Bu yönetim biçimi bütün devletlerin bir parçasıdır ve devletin siyasi varlığından ayrıştırılamaz.[6] Anayasa’nın bu ikinci anlamını yine Başlangıç bölümünde bulmak mümkündür. Buna göre 1982 Anayasası, Türk milletine ait olan egemenliği kullanma hakkını parlamenter rejimlerde olması gerektiği gibi sadece parlamentoya değil, kendi belirlediği yahut yetkili kıldığı kimi kurum ve kuruluşlara verir. Öte yandan kuvvetler ayrımı ilkesinin, milli egemenliğin temsilcilerinden oluşan ve yasama erkini elinde bulunduran parlamentonun üstünlüğü anlamına gelmediğini; devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir işbölümü ve işbirliği olduğunu belirtir. 1982 Anayasası’nın getirdiği bu düzenleme, kendinden önceki 1961 Anayasası’nın parlamento ve yasama erkine verdiği görece üstünlüğe bir tepkidir. Bu ifadelerle 1982 Anayasası devlet organları arasında iktidarı yeniden bölüştürmüş olur; yeni bir üstünlük ve itaat ilişkisi geliştirir. Bu yeniden bölüşümün merkezinde ise Cumhurbaşkanı vardır. 1961 Anayasası’nın Madde 97’de üç satırlık bir paragrafta yer verdiği Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini, Madde 104’te üç kısım ve yaklaşık bir sayfa olarak genişletir. Adını koymamış olsa bile 1982 Anayasası, parlamenter sistemi feshetmiş ve yarı-başkanlık sistemini kurmuştur.
Anayasanın üçüncü anlamı, siyasi birliğin dinamizmi ilkesine dayanır. Buna göre, siyasi birlik bir kerelik kurulan ve kuruluşu tamamlanan bir mahiyet göstermez. Siyasi birlik, daimi olarak yeniden biçimlenme ve yeniden doğma sürecidir. Bu anlamıyla devlet, durağan durumda olan, varlığı tamamlanmış bir olgu değildir. Aksine, hep yeniden doğan, yeniden ortaya çıkan bir şeydir. Siyasi birlik kendini her gün çatışan çıkar, görüş ve isteklerden yeniden kurar.[7] Bugünün Türkiye’sinde siyasi birliği yeniden biçimlendiren, onu yeniden kurulmaya zorlayan; devletin birliği ve bütünlüğüne değişim yönünde dinamizmini veren siyasi çatışmanın ismi ise Kürt hareketi ve Çözüm Süreci’dir.
2015 Türkiye’sinde anayasanın bu üç anlamının hepsi ortaya çıkıyor; bu üç anlamın hepsi birbirlerini etkiliyor ve birbirlerinde değişimi tetikliyorlar. İlk olarak, siyasi birliği değişim yönünde zorlayan ve bu birliğe dinamizmini veren Çözüm Süreci, somut üstünlük ve itaat ilişkilerinin başkanlık sistemi yönünde değişiminin koşulunu oluşturuyor.
Başkanlık sistemiyle Çözüm Süreci ya da Kürt hareketi arasındaki bağda son halka, Kürt hareketinin günümüzdeki yasal temsilcisi HDP’nin seçimlere parti olarak gireceğini açıklaması oldu. 2015 genel seçimlerinde AKP, anayasayı değiştirerek başkanlık sistemini getirmeyi vaad ediyor.[8] Eğer yeterli parlamenter çoğunluğa erişirse, başkanlık sistemini getirecek anayasa değişikliğini, aynı 12 Eylül 2010’da olduğu gibi, referanduma götürebilir. Bu nedenle 2015 genel seçimlerine Türkiye’nin siyasi rejiminin belirleneceği seçimler olarak bakılıyor. Hal böyle olunca da gözler, AKP’nin çıkaracağı milletvekili sayısını etkileyebilecek tek parti olarak görülen HDP’ye kayıyor. Kürt hareketinin HDP’den önce kurmuş olduğu partiler, yüzde onluk seçim barajını geçemedikleri için seçimlere parti olarak değil, bağımsız adaylarla girmişti. HDP ise seçimlere parti olarak girme kararı aldı. Bu durumda yüzde on barajını aşarlarsa parlamentoda 57 ile 72 arasında milletvekilleri olabilir.[9] Bu durum, AKP’nin başkanlık sistemini getirecek anayasa değişikliği için gerekli parlamenter çoğunluğa ulaşmasına engel olur. Ancak eğer HDP yüzde on barajını aşamazsa, hiç milletvekili çıkaramayacak. HDP’nin parlamentoda kaybettiği koltukları AKP’nin dolduracağı ise bir vakıa.
Bu durumda Çandar, HDP’nin genel seçimlerle ilgili kararının kendiliğinden bir “rejim sorunu” haline geldiğini belirtiyor.[10] Evet, HDP’nin siyasi rejim kaygısına sahip olmaksızın kendi seçmen tabanı ve siyasi çıkarlarını düşünerek aldığı karar kendiliğinden bir rejim meselesi haline geldi. Ancak HDP istese de istemese de ortaya çıkan bu durum, bu kendiliğindenliğin ne kadar koşullanmış olduğunu da gösteriyor. Kendiliğindenliği kuşatan koşullar o kadar sert ve neredeyse matematiksel kesinliğe sahip ki, HDP’nin sadece seçimlerde değil, evvelinde ve sonrasında başka başka saiklerle, başka başka amaçlarla atacağı adımları gayri iradi bir şekilde, kendiliğinden, Türkiye’nin rejim değişikliğine bağlıyor.
İkincisi, siyasi birliğin dinamizmi olarak Çözüm Süreci, 1923’te kurulan Türk ulus devletine referans veren somut siyasi birlik ve düzeni parçalıyor.[11] Çözüm Süreci’nde haklar ve özgürlükler açısından şu ana kadar yapılanları kabaca şöyle özetlemek mümkündür: Kürtçe yayın yapan devlet kanalı TRT 6 açıldı, 2012’de Kürtçe 5. sınıftan itibaren seçmeli dersler arasına eklendi, Eylül 2013’de açıklanan Demokratikleşme Paketi’yle de hepimizin Türk olduğunu iddia eden Andımız kaldırıldı, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri ya da Yaşayan Diller Enstitüleri ve de Kürtçe özel kurslar yaygınlaştı, Kürtçe siyasi propaganda yapma serbestisi getirildi. Ocak 2015’e gelindiğinde ise Türkiye tarihinde ilk kez bir Başbakan “Serok” sıfatıyla selamlanıyordu.[12] Çözüm Süreci’nin süregelen belirsizliği içerisinde, her hallerinden ne şişi ne de kebabı yakmamak için ürkekçe yapıldıkları belli olan bu siyasi reformlar bile 1923’te kurulan ulus devletin Türklük niteliğine ve de devletin somut siyasi ilkesi olarak Türk milliyetçiliğine halel getiriyor.
Yakın zamanda, 28 Şubat 2015’te, Abdullah Öcalan PKK’ya silah bırakma çağrısı yaptı ve akabinde on maddelik bir taslak metin okundu. Bunun hemen ertesinde hem HDP’den hem de KCK’dan yapılan açıklamalar, PKK’nın silah bırakmasının, hükümetin söz konusu on maddeyi hayata geçirmek için adım atmasına bağlı olduğu yönündeydi.[13] AKP heyeti ise taslak metin üzerinden müzakerelerin devam etmesi için önce silahların bırakılması gerektiği kanaatinde. Eğer AKP ve HDP arasında Öcalan’ın çağrısından sonra sürecin nasıl ilerleyeceğine dair yaşanan tıkanıklık aşılırsa; “şifrelerinde” Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınmasını, Türklük üzerine şekillenmiş Anayasa’daki vatandaşlık tanımının değiştirilmesini, Kürtçe eğitim hakkı taleplerinin karşılanmasını, devletin Kürtçe hizmetlerinin genişletilmesini, PKK çizgisindeki tüm siyasi, kültürel ve ekonomik örgütlenmelerin sivil toplum örgütü olarak kabul edilmesini ve faaliyetlerinin serbest bırakılmasını, ulus devlet tanımının değiştirilmesini ve AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na atıfla yerelde Demokratik Özerklik adı altında özyönetim modellerinin geliştirilmesini öngören[14] bu on madde yavaş yavaş hayata geçmeye başlayacak.
Bu durumda, Çözüm Süreci’nin 2015’e kadar tahrifata uğrattığı Cumhuriyet’in somut siyasi birliğinin artık tümden yıkılacağını ve yeni AKP iktidarının yeni bir anayasayla yeni bir siyasi birliği ve toplumsal düzeni somutlaştırma göreviyle karşı karşıya kalacağını şimdiden söyleyebiliriz. Ancak eğer tıkanıklık aşılmazsa, tahrifata uğramış bu somut siyasi birlik; Kürtleri resmen tanımayan ama gören, ana dilde eğitim hakkını reddeden ama kısmen veren; Kürt siyasi liderini yasaklayan ama liderlik etmesine serbestlik getiren yarım yamalak, çarpık ve ara bir form haline gelecektir. Her iki ihtimalde de Cumhuriyet’in yeni somut siyasi birliğinin akıbetini belirleyecek aktörlerden biri AKP ise, diğeri Kürt hareketidir.
Tarih, herkese bir oyun oynuyor! Celal Başlangıç’ın sözleriyle 2015’t, 1923’ün kurduğu haliyle, yani bir Türk ulus devleti olarak Cumhuriyet’in geleceği, bu Cumhuriyet’in 70 yıldır yok saydığı, inkâr ettiği, asimile etmek istediği Kürtlere emanet… kendiliğinden…
Dipnotlar:
[1] Erdoğan ve AKP, Turgut Özal’ın da muhafazakârlığa yaptığı hizmetlerin hakkını teslim etmiş; ancak Menderes ile kurdukları kadar yoğun bir süreklilik ilişkisini Özal ile kurmamışlardır.
[2] 34 kişinin “terörist” zannedilerek öldürüldüğü olayla ilgili devam eden davada 2. Ordu Komutanlığı İstihbarat Başkanı Aygün Eker, askeri savcılık ifadesinde, öldürülen kişilerin “kaçakçı” olabileceği yönündeki değerlendirmelerini üstleriyle paylaşarak uyardığı yolunda beyan verdi. Bu beyanın kayıtlarda yer almasına rağmen Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın verdiği takipsizlik kararında ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin bu karara itirazı reddetmesine ilişkin kararında yer almadığı ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanlığı ise delillerin karartıldığıyla ilgili iddiaları yalanladı. “Resmi kayıtlar ‘Uludere’de uyarmıştım’ diyen albayı doğruladı”, 17.02.2015, T24, http://t24.com.tr/haber/resmi-kayitlar-uluderede-uyarmistim-diyen-albayi-dogruladi,287467
[3] Schmitt, Carl (2008). Constitutional Theory. Durham: Duke University Press, s. 59
[4] a.g.e., s.60
[5] Bu ifadeleri 1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde bulmak mümkündür
[6] Schmitt, 2008, s. 60
[7] a.g.e., s.61
[8] “Başkanlık’ AKP’nin seçim beyannamesine girdi”, 20.02.2015, Radikal, www.radikal.com.tr/politika/baskanlik_akpnin_secim_beyannamesine_girdi-1297465
[9] Murat Yetkin, “HDP Meclis dışında kalma riskini alabilecek mi?”, 02.02.2015, Radikal, www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/hdp_meclis_disinda_kalma_riskini_alabilecek_mi-1284507
[10] Cengiz Çandar, “HDP kadar AKP’yi tartışsak…”, 04.02.2015, Radikal, www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/hdp_kadar_akpyi_tartissak-1285824
[11] Çözüm Süreci nedir ve ne müzakere edilmektedir, bilmiyoruz. Bu sürecin aktörleri kimlerdir, bilmiyoruz (müzakere masasında Kürtleri kim temsil etmektedir? Sadece Abdullah Öcalan mı, yoksa KCK ya da HDP gibi başka aktörler de var mı? Peki, devleti kim temsil etmektedir? Sadece AKP’li yetkililer mi? Bu soruları doğru bir şekilde yanıtlamak şu an için zordur). Süreçte neler tartışılıyor ve krizler neden çıkıyor, onu da bilmiyoruz. Sürecin siyasi sorumluluğa sahip aktörlerinden ne AKP ne de HDP müzakereleri şeffaflaştırma yönünde atım atıyorlar. Hal böyle olunca Çözüm Süreci hakkında yaptığımız yorumlar medyadan toplayabildiğimiz bilgilere dayanıyor.
[12] Erdoğan’ın Başbakanlığı esnasında TRT 6 programlarında ve AKP afişlerinde “Serokwezir” ifadesi kullanılmıştı. Ancak bu kullanım sloganların diline geçememişti. Davutoğlu için hazırlanan basılı Kürtçe malzemelerde yine “Serokwezir” ifadesi kullanılsa da, Diyarbakır’da şahit olduğumuz üzere halk Kürtçe sloganlarında “Serok Ahmet” demektedir. Bakınız; “Serok Ahmet!”, 26.01.2015, Radikal, www.radikal.com.tr/politika/serok_ahmet-1280043
[13] “HDP’li Kürkçü: 10 madde silah bırakma çağrısının önünde”, 28.02.2015, BBC, www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2015/02/150228_ocalan_cagri_analiz
[14] “PKK’ya silah bıraktıracak 10 maddenin şifreleri”, 02.03.2015, Radikal, www.radikal.com.tr/turkiye/pkkya_silah_biraktiracak_10_maddenin_sifreleri-1304195
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.