30 senedir köy pazarında sen ben bizim oğlan 15 kişi toplaşırken 10 kişi fazla gelse çocuklar gibi sevinen, 2 peri yan yana koyamadan okey dışarı hayalleri kuran, sınıfın çocukları 30 senedir öğretmeninden hademesine dayak yerken Cumhuriyet piyesinde şiir okuyan büyük ve marjinal ağabeylerimiz var bizim. Bu ağabeylere basit bir seçim desteğini izaha yelteniyoruz ki oy […]
30 senedir köy pazarında sen ben bizim oğlan 15 kişi toplaşırken 10 kişi fazla gelse çocuklar gibi sevinen, 2 peri yan yana koyamadan okey dışarı hayalleri kuran, sınıfın çocukları 30 senedir öğretmeninden hademesine dayak yerken Cumhuriyet piyesinde şiir okuyan büyük ve marjinal ağabeylerimiz var bizim. Bu ağabeylere basit bir seçim desteğini izaha yelteniyoruz ki oy vermenin iradeyi teslim edip dükkânı kapatmak olmadığını anlamamak için de köy kahvesinde ebedi muhtar olmak lazım elbette. Çoluk çocuğa devrim, özgürlük destanları anlatıp kahve bahçesinde mizaha bile tahammülü olmayan, değme ülkücüden daha ahlakçı ve kapalı devre örgütçülük şablonları bir yana Türkiye toplumunun sosyolojik ne kadar arızası varsa bünyeye almış mikro egemenlik sahalarımız var. Yetmiyor resmi ideolojinin ne kadar tarih safsatası varsa kullanıyor. Basit bir destek, taktik hareket vs’yi geçtim işi ezilenlerin yarattığı bir hareketle mücadeleye kadar götürüyor; ama kendileri hala ‘sınıfçı’. Bir de ‘ilkesel’ diyorlar ki, ilke ile ilişkileri ufo görmüş masum köylü düzeyinde.
Biz sınıftan en çok sınıfla birlikte kaçardık
E, bir zahmet özeleştiri!
Solun halkla alakası, okulla ilişkisi köşe başındaki kahvede okeye dördüncüyü bulmak üzere uğramaktan ibaret öğrenciye benziyor. Çünkü bizim eğitim sistemi, organizasyonundan teknik olanaklarına; sınıf yönetiminden öğretim yöntem tekniklerine ve elbet içeriğine değin öğrenciyi okuldan-sınıftan soğutmak üzere planlanmıştır. İlköğretimden yüksek öğretime bu sakatlık aynıyla korunur. Keza bizim sınıfla ilişkimiz de farklı değil. Organizasyonundan teknik imkanlarımıza; örgüt şablon ve biçimlerinden yatay-dikey ilişkilere değin tel tel dökülmediğimiz bir tane alan var mı Allah aşkına? Çünkü biz öğrenciyi (sınıfı) tedip ve terbiye edilip ahlaklandırılması lazım gelen edilgen-gelişmemiş varlıklardan ibaret görüyoruz. Daha en başından esnemez, otoriter ve ahlakçı bir noktada duran algımızla sınıfı/öğrenciyi tüm eğitim sürecinde edilgen, bir şeyler aktarılan ve dinleyen bir varlık gibi düşünüyoruz. Dolayısıyla öğrenci/sınıfla ilişkimiz bilgi aktarma-nakil bombardımanından ibaret kalıyor, onlara özgün deneyimler yaşatma fırsatını sunmuyoruz. Hiç abartmıyorum, tüm öğrenciler Einstein olsa ve bizim dediklerimizi aynıyla yapsa hepsini eğitim süreci sonunda İnek Şaban’a döndürürüz. Allah’tan çocukların hala kafası çalışıyor da bize uymuyorlar. Keza sınıfın da…
Büyük bir idealizm, heves ve hırsla girdiğimiz sınıflardan çoğu kere büyük hayal kırıklıklarıyla çıkıyoruz. Çünkü biz yüceyiz, uluyuz, haklıyız, hakkı temsil ediyoruz, bilginiz, öğreticiyiz, çobanız… İyi ama biz bu kadar ‘şeyken’ karşımızdaki aptal mı? Değil. En az bizim kadar, hatta bizden zeki; bizi bizden iyi gözlemleyen pırıl pırıl bireyler hem de. Ya sınıf? Bir tarafta 80 yılda her türlü imkan, güç ve otoriteyle hallice kısmı muhafazakar, taassup içinde, milliyetçi, reaksiyonel bir toplum yaratan malum zihniyet. Sonunda iktidarlarını altın tepside sundular. ‘Halka kızmak, aşağılamak, halkı hor görmek’ yetersizlik ve basiretsizliğin hem ikrarı hem de daniskasıdır. Böyle bir zihniyete değil devlet, kedi bile emanet edilmez. Ulusalcı zihniyetin vebali büyük ki son kertede ‘Uruguay mı olsun Antartika mı?’ diye düşünmeye başlamışlardı. Öte tarafta devlet-zihniyet arızalarının ciddi miktarından nasiplenmeyi başarmış bir ‘sol gelenek’. Tayyip’e, devlete, şuna buna atıp tutmak; faşizmden girip yarı sömürgeden çıkmak kolay. Kolay da hemşerim, sen demokrasiyi, katılımcılığı, çoğulculuğu kendi örgütlerinde dört başı mamur bir düzeyde içselleştirdin mi diye sorarlar insana? Bana hizipçiliğin, grupçuluğun, ayak kaydırmacılığın, ahbap-çavuş ilişkisinin olmadığı çok değil bir tane sol parti/dernek/örgüt gösterin? Var mı? Ortak kalabildiğimiz yegane kurum sendikamızda değil genel başkanlık, en küçük ilçe yönetimi seçimlerinde kırk takla atılıyor. Neymiş, ‘ilkesel’miş. Güldürmeyin insanı…
Mesele ideolojik değil sosyolojik!
Hatta pedagojik.
Rojava’yı selamlıyoruz, ama PYD’yi onaylamak zorunda değiliz.
Kürtlerin kazanımlarını destekliyoruz, ama Kürt Hareketi’ni değil.
E, biz Fransızları destekliyor ama İhtilali onaylamıyoruz o zaman be ağabeyler?
Sanırsın ki bu meret(haklar, kazanımlar, yeni bir statü) güneş açınca böyle kendiliğinden üreyen organik bir canlı. Böyle de naif insanlarız işte.
Babası reşit kızına diyor ya: Kızım sen özgür bir insansın, seni destekliyorum; ama dışarı çıkarken benden izin alacaksın, benim uygun gördüğüm kişilerle görüşeceksin. Oldu babacım, başka?
İdeolojik ve ilkesel denen tavrın arkasında aynıyla bu babanın kızıyla varsaydığı ilişki var. Tamam, bizim solun yaptırım gücü yok belki; ama zihniyet ve ideolojik algı açısından madunlarla(ve onların özerk siyasetleriyle) ilişkisi pekala bu denli korumacı(paternalist) bir ilişkilenme. Bu korumacı ve esnemez yaklaşımı örgüt şablonlarından bireylerle ve toplumla ilişkilere değin pekala gözlemlemek mümkün. Mümkün olduğu içindir ki ‘ideolojik’ denen birçok tavır ve yaklaşımın, ideolojik olmaktan ziyade sert ahlaki eğilimler olduğunu görmekteyiz. Çünkü bizde, Tanzimattan bu yana aydının toplumla ilişkisi toplumsal talep ve beklentilerin sözcüsü, taşıyıcısı olmaktan ziyade kendi talep ve beklentisini topluma taşıyan ‘misyoner ve idealist’ bir faaliyet biçimi oldu. Özerkliği, kendi kararlarını alabilmeyi, içimizdeki baba figürünü sağlık biçimde yıkmayı, kendini gerçekleştirmeyi değil; bizim onlara yüklediğimiz ahlaki kaygı ve beklentileri birincil görev belledik hep. İşçiler gelsin, bizimle eylesin istedik; ama işçiyi karar mekanizmalarından uzak tuttuk. İşçi grev yapsın, kararlı olsun istedik; yeri geldi işçi kararlı oldu, biz işçi rızası hilafına grevi bitirdik. Kadınlar gelsin, örgütlensin istedik; ama kadını karar mekanizmalarına süsleme dışında pek almadık. Kendi başlarına eylem yapıp biz erkekleri alana sokmadılar, buna bile maraza çıkardık. Gençler gelsin, ortalık şenlensin dedik; ama polisten dayak yemeleri dışında özerk kararlar almalarından pek hoşlanmadık. Köylüye, mahalleliye gidip ‘Sizi kurtaracağız’ dedik; ama köşe başındaki yaşlı teyzenin Pazar çantasını taşımaktan erindik, tarlaya bir el atıver deseler, depresyona girerdik.
İşçiye işçi, kadına kadın, Kürde Kürt olmaktır mesele…
Yeni rejimin Türkçü aydınlarından Hamdullah Suphi şöyle der: ‘Amacımız köylüyü yükseltmektir. Devrim köyden başlamalı. Köylüye aydın kimliğimizle ama köylü gibi gitmeli, onlar gibi olabilmeliyiz. Aydının amacı köylünün ananeleriyle çatışmak değil; onları yükseltmektir’. Başarmış, başaramamış ayrı bir mesele; ama buradaki ‘pedagojik’ gerçeği görmek lazım. Tıpkı Zapatistaların Meksika köylüsüyle yaşadıkları gibi. Kırlara dağılan gerilla başta hiçbir ideolojik faaliyette bulunmaz. Hatta birçok yerde milisler köylülerden dayak yer. Milislerin kendilerinden farklı olmadığını anlayan köylü zamanla onları kabullenip içselleştirir. Bu da Zapatistaların pedagojisi. Keza eğitim faaliyetleri de farklı değildir. Kendini ulvi, ulaşılmaz, aşkın ve kibirli bir konuma yerleştiren öğretmen hele de sınıf köylü, yoksul ve işçi çocuklarından oluşuyorsa sene sonunu zor getirir yahut o sınıfta amacına ulaşan hiçbir eğitim faaliyetinde bulunamaz. Gidin, rast gele 10-15 kişi çevirip ‘Sizi en çok etkileyen öğretmen nasıl biriydi’ deyin. Birçoğu olumlu hiçbir şey anımsamayacaktır. Hatırlayanların size tarif edecekleri de ‘Kendiyle dalga geçen, önce öğretmen değil birey/insan olan, kendi zaaflarının farkında ve bunu ifade etmekten korkmayan, kendisiyle barışık, öğrencileriyle insani ilişkiler kurabilen…’ öğretmenler olacaktır hep. Kaçımız kendi Pol-Pot’larımızı, Hitlerlerimizi, küçük/sadist/kompleksli diktatörlerimizi korkunun olmadığı bir ‘saygı’ ile anıyoruz ki?
‘Devrime saygı duyun! Öndere saygı duyun! Sosyalizme saygı duyun! … saygı duyun!’ Duymayan, görmeyen, karşılaşmayan var mı? Kendi mitlerimizi ve totemlerimizi yaratıp ‘Kutsala saygı müzeleri’ oluşturmaktan evla yapacak işlerimiz olmalı. Ve elbet kendi ahlaki yaklaşımlarımızı ideolojik sosa bulamadan Kürtle Kürt, Ermeniyle Ermeni, kadınla kadın… olarak ilişki kurmayı beceremiyorsak dükkanı kapatıp gidelim bir zahmet. Çünkü solun ihyası önce bu zihniyetten kurtulmakla başlar! Gençlerin, kadınların, ötekinin şunun bunun aldıkları ‘özerk kararları’ tamamen tutarsız, tüccar zihniyetiyle kabul edin demiyoruz. Bilakis önce kadın/Kürt/gayrı Müslim/genç/eşcinsel/işçi/köylü olmalı. Yani empati, yani bu toprakların mayası, hamuru. Yunus’u bile zalime, puşta, hödüğe bırakmamak; çünkü ‘Bir ben vardır, bende benden içgerü…’ Sen ‘sen’ ol elbet; ama ‘O’nu gördüğünde hemen ‘Ben’ olma. Hiçbir şey olamıyorsan ‘Biz’ ol…
Sorumluluktan kaçma, bahane bulma, rasyonelleştirme… Hala ‘ideolojik’ diyen beri gelsin. Bir de gerekçelere bakalım:
1. ‘ Esas olan sokaktır, sandığı abartıyorsunuz…’’
Bir oy verene bir pranga mı veriyorlar? Oy verdikten sonra sokağa çıkmana yahut verdiğin oyu sokağa tahvil etmene engel olan ne? Hatta oyunun hesabını sormanın? Oy verip koy ver diyen de yok; bilakis verdiğin oyun hesabını da sor. Hakiki ve sorumlu yurttaş böyle yapar.
2. ‘Bizim acaip öz(erk) örgütümüz var, amacımız yedeklenme değil, cephe…’
Bir de ‘kuyrukçuluk’ tabi. Korumacı ve otoriter zihniyetlerin şizoidleşip herkesi birilerine yedeklenen, yamanan şu bu sanması… Tam da izah ettiğimiz mesele. Çünkü ‘ilişki/zihniyet’ şeffaf/katılımcı/özerk değil. Olmadığı için ilişkilendiği her şeyi bir tür ‘mevzi savaşı’na döndürüyor. Gerçek kaygı ise şu: Liberal, ulusalcı, Kemalist eğilimli ‘gençler-kesimleri’ küstürmemek; sözüm ona herkesi kapsayıp kendi ‘özerk’(?) siyasetine güç katmak istiyorlar. İyi de şekerim, aleme ‘kuyrukçuluk yapıyorsun’ derken ayıp olmuyor mu? Sanırsın ki sahada hiçbir su geçirmez/ari tavırla kitle ile iletişime geçiyor da o tavırdan milim sapanı örgütten atıyorlar. Yerseniz…
3. ‘Parti-cephe, parti-sovyet, öz örgüt ilişkisine saldırıyorlar…’
Bunu da tesadüfen gördüm. 100 yılda her türlü laçkalığı, otoriterliği, şefliği, ilkelliği yaşamış – evvelini saymıyorum- bir coğrafyada parti-cephe, önder-toplum şaşmazlığı dört başı mamur bir diktatörlüğü, pedagojik ve sosyolojik sakatlığı tarif eder. Sene olmuş 2015, sol adına halka vaat ettiğimiz şeye bak, hizaya gel: Parti-cephe, bolca önder, bolca mit, totem, kutsal, zoraki saygı…Yeri gelmişken bu tavrı Kürt Hareketi’nin sosyo-politik karakteri ve retoriğinde de bolca, hatta fazlasıyla görüyoruz muyuz? Aynen. Önderlik miti, kutsalı, müzesi, sair sürüyle davranış kalıbı… Türk Uluslaşma tarihini açın ‘tarih uydurma, tarihselcilik, efsane ve kült yaratma, ağdalı ve hikmetinden sual olmaz önderlik mitolojisi, bolca megalomani…’serüvenini görürsünüz. Hamdolsun daniskası bizde de var.
4. Şeriatçıyı, sağcıyı, şunu bunu aday gösteriyorlar…
Korkarım ki bu gidişle, ikna edebilirlerse Tuğrul Türkeş’i de Balıkesir’den aday gösterecek bizim hewaller. CHP de yıllardır ‘sol kökenli’ adaylar gösterdi, bu CHP’yi sosyal demokrat bile yapmaya yetti mi? Halkevleri’nin kuruluşu, dernek-tüzüğü vs malum. Bu Halkevleri’ni Kemalist yapmaya yetti mi? Peki HDP’nin popülist tercihleri HDP’yi ‘şeriatçı, kaba-saba milliyetçi vs’ yapmaya yetebilir mi?
Kaldı ki, Kemalistler, ulusalcı eğilimleri olanlar, yurdun Batısı gibi sayısız kaygıyı ciddiye alıp Kürtlere bir oy olsun mesafe koyanların ‘ilke’ adına bunu sürekli dile getirmesi tam da bir zihniyetin dışavurumu ve ilkesizlik örneğidir. Kendi mahallesinde CHP’ye çıkan oylara bakmadan, sanki kimse görmüyor, duymuyor, bilmiyormuşcasına herkesi sersem sanmak ayıp olmuyor mu? Ha, yeri gelmişken: Bir Altan Tan’ın milliyetçilere gösterdiği ilkeli ve dürüst duruşunu bir sürü ahmak ulusalcıya tercih ederim. Bir önceki yazıda da söyledik: Türk uluslaşma süreci yüzünü Batı’ya dönmesi, moderniteye aşırı vurgusuyla kendi milliyetçiliğini ‘ilerici’ diğer tüm yerel-mahalli yapıları ‘gerici’ ilan etmişti. Bizim büyük devrimci ağabeylerimizin laik ulusalcılara bakarak ‘ilerici’ misyon biçip eksiği-gediği ile muhafazakar ama birçok tavrıyla pekala demokrat ilkelere destek çıkan bireylere tahammülsüzlüğünün izahı budur. Yani siz sayılamayacak kadar çok alanda, şekilde, biçimde anti-demokratik düşünebilir; anadilde eğitime, kültürel haklara, çeşitli özgürlüklere karşı olabilir hatta basbayağı sosyal-şoven olabilir ama ‘laiklesiniz’ her şey tamam. Mesele yok. Şeriatçı denip küçümsenen adam birçok bakımdan daha demokrat, açık fikirli, katılımcı düşünebilir; ama ‘muhafazakarsa’ bitti. Evliya olsa, evine sokmazsın değil mi? Sen Batılı, ulusalcı eğilimli adamın, şunun bunun ‘laik’ etiketiyle kaygısını taşır, Kürde oy için bile olsa mesafe koyarken bu ‘özcü, cepheci’ olur; ama biz kuyrukçu oluruz değil mi? Tabi canım, yerseniz…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.