71 ihtilalcileri, samimi, bozulmamış, laçkalaşmamış, hile hurda bilmeyen has militanlardı. Onlar Türkiye’nin ilk ve son romantik kuşağıdır. Tek başına bir işe yaramayacak romantizm, devrimcilik ve sosyalizmle harmanlanınca olumlu bir rol oynamıştır 12 Mart 1971, tarihe, 27 Mayıs’ı düzelten, 12 Eylül’ü prova eden bir darbe olarak geçti. Üç yıl sürdü, 1974’te uzun bir moladan sonra, yerini […]
71 ihtilalcileri, samimi, bozulmamış, laçkalaşmamış, hile hurda bilmeyen has militanlardı. Onlar Türkiye’nin ilk ve son romantik kuşağıdır. Tek başına bir işe yaramayacak romantizm, devrimcilik ve sosyalizmle harmanlanınca olumlu bir rol oynamıştır
12 Mart 1971, tarihe, 27 Mayıs’ı düzelten, 12 Eylül’ü prova eden bir darbe olarak geçti. Üç yıl sürdü, 1974’te uzun bir moladan sonra, yerini 1980 darbecilerine bıraktı.
Faşist cunta, önce üst bir uzlaşmayla ordu içindeki solcu subayları, üç gün sonra bir muhtırayla da AP Hükümetini saf dışı etti. Parlamentoya ve ana akım siyasi partilere dokunmadı. Devrimci hareketi ezdikten sonraki ilk işi, halka lüks gördüğü 27 Mayıs Anayasasını ve öteki yasaları elden geçirmek oldu.
Ülkeyi üç yıl yarı askeri bir rejimle yöneten askerler kışlalarına geri döndüler. Ne var ki, çok geçmeden sistem daha derin ve bütünsel bir krize girdi. Kafası koparıldığı sanılan devrimci hareket ve sindirildiği düşünülen toplumsal muhalefet büyük bir hızla gelişti. 12 Eylül darbecilerinin çantasında iç savaş planı hazırdı. 12 Mart’tan ders çıkararak kendilerine karşı koyabilecek bütün muhalif örgütlenmeleri kapattılar. Devlet, MGK’dan oluşan beş kişilik konseye emanetti. Yasama ve yargının başındaki yürütme, bir faşist generalin eline verildi.
İster yarım ister tam olsun, darbe darbeydi. İkisinin gayesi de aynıydı: Emperyalizmin ve burjuvazinin hegemonyasını yeniden kurup güçlendirmek. Yöntemler de değişmedi. Yollarını kan dökerek açtılar. İdamlar, yargısız infazlar, işkenceler, kayıplar birbirini izledi. Parola belliydi: Halka ölüm ve yasak, faşizme ve sermayeye özgürlük!
Arjantin’den Yunanistan’a, Şili’den Türkiye’ye bütün faşist cuntalar birbirlerinin kopyası gibiydiler.
Bir başka özellikleri de dediklerinin tam tersini yapmalarıydı:
-Demokrasiyi koruyup kollamak için gelmişlerdi, geride kırpıntısını bırakmadılar.
-Düzen partilerini sorumsuzlukla, beceriksizlikle suçlamışlardı. Önlerini açmakla kalmadılar, birkaç yıl sonra omuz omuza oldular.
-Sağa da sola da karşıydılar, solu ezip sağı güçlendirdiler.
-“İrtica”nın kökünü kazıyacaklardı. Türk-İslam sentezini yeniden yorumlayıp topluma bol bol din pompaladılar. Bu, İslamcı yükselişin önkoşullarını hazırladı.
Ve bir Amerikan projesi olan AKP, 12 Eylül’ün hazırlayıp stabilize ettiği piste yumuşak iniş yaptı.
Barikatın öbür tarafında tarihin seyri böyleydi.
***
Beri taraftaysa işler her zaman iyi gitmiyordu.
1920 yılında kurulan TKP, Cumhuriyet tarihinin en eski partisiydi. Ama ağır gizlilik koşulları, Kemalizm etkisi, kitleselleşememe, mültecileşme, bölünme (vb.) yüzünden güçlü ve sürekli bir hareket olamadı. 1960, özellikle 1968 dalgası sınıf mücadelesinde büyük bir atılıma yol açtı. TİP, DİSK, TÖS, toprak işgalleri, antiemperyalist gösteriler, boykotlar, 15-16 Haziran İşçi Direnişi (vb.) ülkeyi dipten doruğa sarstı. THKO, THKP/C, TKP/ML gibi radikal devrimci örgütler bu mücadelenin içinden doğdular. Silahı bir savunma ve saldırı aracı olarak gündeme sokan yeni devrimcilik diri ve korkusuzdu. Tabii biraz da sabırsız, acemi ve hayalciydi: Enternasyonal birikimi asgari düzeyde sindirmeden yola çıkacak kadar.
Olumlulukları kadar olumsuzlukları da gençlikleriyle bağlantılıydı. Üniversite mekânları gibi mücadele de üç büyük kentte yoğunlaşmıştı. FKF/Dev Genç’in merkez üssünün Ankara olması tesadüf değildi. Sınıf ve gençlik hareketi buluşamamıştı; dergiler, dernekler, fabrika ve taşra ilişkileri hala üniversite destekliydi.
Türkiye devrimci gençliğinin merkez üssü Ankara’ysa, Ankara gençliğinin merkez üssü de SBF’ydi. Politikleşmenin yoğun olduğu bir bölgedeydi. Faşistlerle kavga çıktığında buradan öteki okullara kolayca ulaşılabiliyordu. Üniversite ve fakültelerin önder kadrolarının uğrak yeriydi. Bir garnizon gibi çalışırdı.
SBF Yurdunun zeminindeki koridor ve kantin gelip gidenlerle dolar taşardı. Darbeden önceki yıllarda Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Sabahattin Kurt, Sinan Kazım Özüdoğru, Mustafa Kuseyri, Ulaş Bardakçı, Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Nail Akçam, Niyazi Yıldızhan ve daha pek çok tanınmış devrimciyle burada karşılaşmak mümkündü. Kurultay veya büyük eylemler zamanıysa, İstanbul’dan Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, İbrahim Kaypakkaya ve diğerleri de gelmiş olabilirlerdi. Aktif devrimci olup da yolu Cebeci’den geçmeyen pek azdı. Ne yazık ki, sonradan 68’liliklerini kullanarak medyaya, AKP’ye, Gülen Cemaati’ne, egemen siyasete yamanmış malum dönekler, sanatçılar, bürokratlar, işadamları da o yoldan geçtiler.
Darbeden hemen önce Demirel iktidarı SBF, Hacettepe, İTÜ ve ODTÜ yurtlarına sıra dışı baskınlar düzenleyerek hedef tahtasına kimleri koyduğunu belli etmişti. THKO ve THKP/C kurulup, 1970 yılı sonundan itibaren silahlı eylemlere ve banka soygunlara girişince hava birden değişmişti. Burjuvazi, üniversitelerin yarı kurtarılmış bölge olarak kalmalarına tahammül edememişti. Muhtıraya doğru yasallık sona ermiş, illegalite ve silahlı eylemler dönemi başlamıştı. Artık mücadele mekânı değişiyor, yurtları terk eden örgütlü militanlar kendilerine sahte kimlikle tutacak ev arıyorlardı.
Deneyimsizlik, hazırlıksızlık, sabırsızlık, kadrosuzluk, yasallık, kitlesizlik silahlı mücadele girişiminin yenilgisini kolaylaştırdı. 1972 gibi nispeten geç bir dönemde kurulan ve bir yıl sonra çökertilen TKP/ML ayrı tutulursa, 1971 Haziran’ına gelindiğinde devrimci hareket yenilmiş bulunuyordu. THKO ve THKP/C olarak dışarıda varlık gösteren bir siyasal özne kalmamıştı.
Bu, 71 ihtilalciliğinin tükenişi olarak yorumlandı. Devrimci hareket artık belini kolay doğrultamaz sanıldı.
Oysa 1974’ten sonra her şey tersine döndü. Daha kitlesel, daha soluklu, eskisini aşmaya namzet bir mücadele başladı.
***
Cesaret, kendine güven ve dünyayı değiştirme isteği 68 kuşağının evrensel özelliğiydi. Bazı ülkelerdeki gibi bizde de devrimcilik kabına sığmadı, art arda silahlı mücadeleden yana örgütler kuruldu. Gerçi çok geçmeden yenik düştüler, ama kendinden sonrakiler üzerinde silinmeyecek izler ve gelenekler bırakmayı da başardılar.
71 ihtilalcilerinin değerlendirilmesinde belli başlı üç tutum göze çarpar: “Bireysel terörizm” diye damgalayan parlamenterist-yasalcı kesim kötü gözle bakıyordu. O zamanki TKP (hatta Hikmet Kıvılcımlı bile) silahlı devrimcileri “CIA ajanlığı” ve ajan provokatörlükle suçladı. Reformist sol, aforoz ettiği silahlı 71’in karşısına silahsız 68’i çıkarmakla kalmadı, hareketi, sınıflar üstü, ne idüğü belirsiz bir “anti-emperyalizm” sepetine koyarak, Atatürk milliyetçiliğinin koluna takmaya çalıştı. Oldukça geniş bir kesimse tersi bir tutumla 71 mirasını eleştirisiz benimsedi ve kusurlarını görmeyerek onu idealize etti.
1971 ihtilalciliğinin tarihi önemde bir dönüm noktası ve ilerisi için tükenmez bir esin kaynağı olduğunu anlamak istemeyen ilk iki tutum üzerinde durmaya değmez. Sonuncular içinse şu denebilir: Devasa Sovyet deneyiminin dahi eleştirildiği günümüz koşullarında, 71’i eleştiriden muaf tutmanın artık sürdürülebilirlik şansı kalmamıştır.
Yine de kabuk halindeki Kemalist, küçük burjuva ve Blankist etkilenimlerini bir yana kaydedip, kendilerinden önceki ve sonraki kuşaklarda fazla görülmeyen bazı özelliklerini vurgulamak gerekiyor: 71 ihtilalcileri, samimi, bozulmamış, laçkalaşmamış, hile hurda bilmeyen has militanlardı. Onlar Türkiye’nin ilk ve son romantik kuşağıdır. Tek başına bir işe yaramayacak romantizm, devrimcilik ve sosyalizmle harmanlanınca olumlu bir rol oynamıştır. Deniz, Mahir ve İbrahim’in şahsında cisimleşmiş devrimci heyecan ve kahramanlıkla donanmamış hiçbir devrim başarıya ulaşamaz. Ölümden korkmamak, düşmanının üstüne üstüne gitmek, davayı her şeyin üstünde tutmak bu kuşağın karakteridir. Onlara idam sehpasına tekme attıran, kuşatma altında “Biz dönmeye değil ölmeye geldik” dedirten, ser verdirip sır verdirmeyen budur.
Che Guevara’nın ışığı ölümünden kısa süre sonra Türkiye semalarında parladıysa onlar sayesindedir.
***
Devrimci hareketin geçmişi hakkında yazmayı yenilgilere takılıp kalmak olarak görenler de var. Hatta, “karşıdevrimin hikâyesi” dendiği bile oluyor.
Oysaki tarih çok katmanlı bir bütündür. Ne ararsan sana onu verir. 1960’lar 1971’siz, 1970’ler 1980’siz anlaşılamaz. Olumluyla olumsuz, başarıyla başarısızlık, yiğitlikle ihanet birlikte yol alırlar.
O yüzden, her karşıdevrimin ardında bir devrim hikâyesi saklıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.