Türkiye solu, “Tanrı Dağı kadar Türk” olmakla suçlanır mı? Suçlanır. 1 Mayıs’ta “Yaşasın halkların kardeşliği” diye bağıranlara “Tanrı Dağı kadar Türk” diyen bile çıkar mı? Çıkar. Bize de sormak düşer: Kimdir “Tanrı Dağı Kadar Türk” olanlar? Nazım Hikmet’i sevdik. Evet sevdik. Türkçe’nin ve aşkın müthiş şairiydi çünkü o. Komünist olduğu için yıllarca hapis yatmış, sıla […]
Türkiye solu, “Tanrı Dağı kadar Türk” olmakla suçlanır mı? Suçlanır. 1 Mayıs’ta “Yaşasın halkların kardeşliği” diye bağıranlara “Tanrı Dağı kadar Türk” diyen bile çıkar mı? Çıkar. Bize de sormak düşer: Kimdir “Tanrı Dağı Kadar Türk” olanlar?
Nazım Hikmet’i sevdik. Evet sevdik. Türkçe’nin ve aşkın müthiş şairiydi çünkü o. Komünist olduğu için yıllarca hapis yatmış, sıla hasreti çekerken hayata veda etmişti. Devrime ve vatanına tutkuyla bağlıydı. Pek çok kez onun aşk şiirlerini sevgilimize mırıldandık. Sosyalizmi tarif ederken, “yaşamak bir ağaç gibi tek/ ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizesi kolaylaştırıcımız oldu. “Bilekler kan içinde, ayaklar çıplak” olsa da, cehennemi de cenneti de yaşadığımız bu toprakları onun sayesinde sevdik. Kurtuluş Savaşı’nı “resmi” belgelerden değil, Nazım’dan takip ettik. Şeyh Bedrettin’i, Börklüce’yi O’ndan öğrendik. Ethem Nejat’ın, Mustafa Suphi’nin Komünist oldukları için Karadeniz’de boğdurularak öldürüldüğünü, tarih kitaplarından önce onun şiiriyle bildik. O yüzden ne Bursa Cezaevi’nde ne de Moskova’da Nazım olmaktan geri durduk.
Ahmed Arif’i sevdik. Evet sevdik. Çünkü o, Türkçe’nin ve Anadolu aydınlanmasının şairiydi. Bırakalım, “üşüyorum kapama gözlerini” dizesindeki müthiş aşkı, “Havva Anan dünkü çocuk sayılır” dizesini aydınlanmanın odağına yerleştirdik. “Üsküdar’dan öte lo kimin yurdu” dediğinde anladık ki Anadolu toprakları kadim medeniyetleri bağrında taşımaktadır; bu memlekette ırkçılık, kafatasçılık yapmak tarihsel, kültürel gerçeği yok saymaktır. O nedenle ne Hamravat Suyu’ndan vazgeçtik ne de Köroğlu’ndan, Karayılan’dan. Pir Sultan’ı, Bedrettin’i, Meçhul Askeri onun sayesinde tanıdık.
Bu kadarla sınırlı değil elbette, devrime ve şiire adanmış rehberlerimiz. Örneğin, devrimin ve umudun şairi Metin Demirtaş’ı unutmadık hiçbir an. Anadolu’dan bir şair “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” diyorsa, hem ona hem de seslendiği Che’ye dikkat kesildik, ikisini de sevdik. Yetinmedik, dağlarımızın savaşlar gördüğü, çetecileri barındırdığını öğrendik. Vietnam, Kongo Metin Demirtaş’la girdi ilgi alanımıza. Ho Chi Ming de, Ernesto da selamlarımızdan nasibi bu yüzden aldı. Nasıl almasındı, Vietnam emperyalizme destansı direnişin simgesiydi; Küba, devrim ve sosyalizm ateşi. İki halk da Amerika’ya silah sıkarak devrimini başarmıştı, bu nedenle değerliydi Fidel de, Le Duan da.
Deniz Gezmiş’in kalbimizde yeri bambaşkaydı. Evet öyleydi. Çünkü O, idam sehpasında bile emperyalizme kurşun sıkacak kadar cesur, Anadolu halklarına sahip çıkacak kadar yüce gönüllüydü. Öldürüldüğünde 25 yaşında olduğunu bilmek, son sözlerinin değerini daha da artırıyordu. “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm” diyenlere kalbimiz nasıl kapalı olur?
Tıpkı, “Buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” diyen, Türkiye devriminin yol göstericisi Mahir Çayan’a kalplerimizde yer verdiğimiz gibi. Hiç şüphe yok ki, Mahir de cesurdu. Cesur olduğu için, emperyalizmin Türkiye’deki tetikçileri önce onu kurşunladı.
6. Filo’nun denize dökülmesini hatırlayın, hani Denizlerin ön safta olduğu. 68 kuşağı devrimcilerinin 6. Filo askerlerini Dolmabahçe’de denize dökmesi, ABD kayıtlarına “nahoş” bir olay olarak geçmiştir. Bizim tarihimizde ise emperyalizme karşı mücadelenin simgesidir. Türkiye devrimci hareketinin tarihi simgesel ya da değil, hiçbir gerekçe adı altında emperyalizmle dirsek teması kurulamayacağının bir başka ifadesidir.
Kim iddia edebilir, İbrahim Kaypakkaya’nın kalbimizde yerinin olmadığını? Edilirse, halt edilmiş olur. Çünkü O, ser verip sır vermeyen yiğit, devrim için ölümü göze alabilmenin simgesi olarak düşlerimizi süslemekle kalmadı, Kemalizm tartışmalarına katkı sağlayarak ufuk açıcı oldu.
Yan yana getirin Deniz’i, Mahir’i, İbo’yu, üçünün ortak paydası nedir diye bakın, hiç şüphesiz devrim, sosyalizm ve antiemperyalizmle karşılaşacaksınız; üstünün teferruat olduğunu göreceksiniz.
Emperyalistler için teferruat olan bizim için değerdir. Bizim için teferruat olan emperyalistler için aranıp da bulunmayandır. Emperyalistler kendilerine dokunmayan, çıkarlarına tehdit oluşturmayan hareketleri, partileri, devletleri yönetim biçimleri ne olursa olsun, yedeğine almakta, stratejik müttefik yapmakta beis görmemektedir.
Biz Devrimci Yol’u bu yüzden sevdik. Evet sevdik. Bu ülke Devrimci Yol’la birlikte, tepeden tırnağa antifaşizm ve antiemperyalizmle müteşekkil bir halk hareketiyle buluşmuş oldu. Bu yüzden kitleselleşti, bu yüzden yoksulların umudu haline geldi. Devrimci Yol’u bu özelliklerinden arındırın, geriye Fatsa’daki, ODTÜ’deki lokal demokrasi deneyimlerinden başka bir şey kalmaz. Onlar da ne kadar geleceğe aktarılır, ne işe yarar bilinmez.
Öykümüzün kıssadan hissesi şudur: Antifaşizm ve antikapitalizm ile beslenmeyen emperyalizm karşıtlığının içi ne kadar boşsa, emperyalizme karşı mücadelede kafası açık olmayan toplumsal-siyasal hareketlerin de sol açısından hiçbir inandırıcılığı yoktur.
“Emperyalizme mezar Tel Zaatar”
Filistin davası şimdilerde olduğu gibi radikal İslamcıların etkisinde değildi, bizim Deniz Gezmiş’in Filistin Kurtuluş Örgütü kimliğine gıptayla baktığımız yıllarda. Biz Filistin mücadelesinin taşıdığı anlamı Bora Gözen ve arkadaşlarından öğrendik. FKÖ’nün önemli güçlerinden Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni ve önderi George Habaş’ı ezbere bilirdik, Filistin-İsrail gerginliğinin “toprak” çekişmesinden ibaret olmadığını, Filistinlilerdeki antiemperyalist damarın belirleyici olduğu gerçeğine ve ABD’nin koçbaşı İsrail devletinin mazlumları katlederek bölgedeki varlığını devam ettirdiğine hâkimdik. İsrail’in 1979 yılında Tel Zaatar Filistin Kampı’nda yaptığı katliam için düzenlenen protesto gösterileri sırasında atılan “Emperyalizme mezar Tel Zaatar” sloganıyla büyüdük.
Büyüdük ve Vietnam’da, Kamboçya’da, Şili’de, Laos’ta, Nikaragua’da, Tayland’da, Meksika’da devrim, sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin antiemperyalist karakter taşıdığını kavradık. Büyüdük ve doğru önderlikle emperyalizmin “kâğıttan kaplan” olabileceğini anladık. Büyüdük ve mazlum halkların kurtuluşunun nereden geçtiğini gördük. Büyüdük ve emperyalizmi geriletmeyen ulusal kurtuluş savaşlarının, nihayetinde emperyalizme yaradığını yaşayarak test ettik. Aynı şekilde demokratik olmayan, baskıcı, otoriter, yer yer faşizan eğilimler taşıyan yönetimlerin emperyalizm karşıtı tavırlarının, antiemperyalist mücadelenin meşruluğuna gölge düşürdüğünü test ettiğimiz gibi.
Ortega’yı bu yüzden sevdik, Chavez’i, Subcomantande Marcos’u bu yüzden kendimize yakın hissettik.
Bu yüzden IŞİD’e, El Kaide’ye ve Suriye’de, Irak’ta, Çeçenistan’da faaliyet yürüten onlarca İslami örgüte, Batı’ya, ABD’ye, AB’ye açılan cihada, militanlarının bile isteye ölümü göz almasına, feda eylemlerine, canlı bomba saldırılarına rağmen küçük bir sempati dahi beslemedik.
Topların gürültüsü her sesi bastırır
Elbette Kürt hareketine aynı toprakları, aynı ülkeyi paylaştığımız, aynı havayı soluduğumuz için ayrı bir parantez açmalı. Bizlerin nasıl değerlendirdiğinden azade bir gerçekliği bulunuyor Kürt hareketinin. Ne eleştirinin ne de desteğin sonuç değiştirici olduğunu söylemek zor. Mevcut güçler dengesi, eşit bir ilişki kurulmasına engel. Hareket kendi mecrasında akıyor, devletin muhatap almak zorunda kalmasından IŞİD’e karşı Kobane’de savaşan Kürt gruplara sağlanan uluslararası desteğe kadar, bizim gerçekliğimizi aşan bir durumla karşı karşıyayız.
Daha eskilere gitmek gereksiz. Sadece Kobane’ye bakıldığında, kentlerini büyük bir fedakârlıkla savunan mazlumlara karşı ne duyarsız kalmak mümkün ne de Kobane ve diğer Kürt kantonlarında hayata geçirilmeye çalışılan özyönetim deneyimlerini görmezden gelmek.
Bilinir ki, topların gürültüsü her sesi bastırır. Ancak topların gürültüsüne yaslanarak, Türkiye solunu hak etmediği şekilde töhmet altında bırakanlara ne denir peki?
Toptancılık yaparak solu bir bütün halinde töhmet altında bırakanların, topların patladığı yerde değil de, memleketin metropollerinde yaşıyor olması tuhaflığa işaret ediyor mu? Sormazlar mı, niyetler ve insani dayanışma ilişkisi dışında “Tanrı Dağı Kadar Türk” ilan edilen Türkiye soluyla fark nedir? Kimselerin bilmediği bir başka hayat mı var, Cağaloğlu civarında?
Türkiye solu, “Tanrı Dağı kadar Türk” olmakla suçlanır mı? Suçlanır. Türkiye soluna, “Bayılırdın ‘Yaşasın Halkların Kardeşliği’ diye bağırmaya 1 Mayıs alanlarında.” denir mi? Denir. 1 Mayıs’ta “Yaşasın halkların kardeşliği” diye bağıranlara “Tanrı Dağı kadar Türk” diyen bile çıkar mı? Çıkar.
Bize de sormak düşer: Kimdir “Tanrı Dağı Kadar Türk” olanlar?
Varını yoğunu, kıt olanaklarını harekete geçirip yoksul mahallerde Kobane için insani yardım toplayan Halkevciler mi? Birleşik Hazirancılar mı; ÖDP, TKP, Devrimci Hareketçiler mi? Örneğin Ankara Kızılay’da Hrant’ın ölüm yıldönümünde polisten dayak yiyen CHP’li gençler mi? Kim “Tanrı Dağı kadar Türk” olan?
HDP dışında kalan Türkiye sosyalistleri mi? Hepsi mi? Kürt hareketine eleştirel yaklaşan herkes mi? HDP dışında kalmak “Tanrı Dağı kadar Türk” olmaya yeter sebep mi?
Bu kadar kolay mı, ömrü hayatlarını faşizme, emperyalizme karşı savaşanları, her daim mazlum halkların yanında saf tutanları bir çırpıda “faşist” ilan etmek.
Kolay olduğu belli. Yazarım geçerim, tarz bu. Nasıl olsa, Kürt sorununun taşıdığı hassasiyet ve yazıdaki duygusallık nedeniyle kimse itiraz edemez. Türkiye soluna had bildirmenin mağrurluğu kazanç hanesine yazılır.
Türkiye solu, “Ahmet Taner Kışlalı için tuttuğu yasın yarım santimine bile Musa Anter için yer açmadı” denir de, kimse, “yok öyle değil” bile diyemez. Biz susturulduk, farkında bile değiliz, ama susturulduk çoktan. Lakin ancak şunu sorabilecek kadar cesaret sahibiyiz: Sormak isteriz ne farkınız var tam tersini söyleyenlerden.
Tam da bu noktada, şu gerçek girer devreye: Devrimciler bu ülkenin vicdanıdır. Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter’e yanarız; “abdestimizden kuşkumuz” yoktur bizim.
Bir başka gerçek daha kendini gösterir: Toplumsal hareketleri sosyalizmin temel kabulleri, ne kadar demokratik olup olmadığı ve antiemperyalist karakterine bakarak değerlendirir, yakınlığa ve uzaklığa öyle karar veririz; gerisi teferruattır.
Not: Celal Başlangıç, 28 Ocak 2015 tarihli t24’te “Mevzubahis Kürtlerse ‘devrimcilik’ teferruattır!” başlıklı bir yazı yayımladı. İlginçtir, yazıya en küçük bir tepki bile gelmedi, yazar tarafından “faşist” ilan edilen sosyalistlerden. Kimse niye üstüne alınmadı, anlayamadım. Oysa Celal Başlangıç bütün bir solu kapsayarak yazdığını açıkça ilan etti. Yazıda duygusal ve hassas konulardan başlayıp Türkiye solu, 1 Mayıs’ta “Halkların kardeşliği” diye bağıranlar da dâhil, “Tanrı Dağı kadar Türk” olmakla suçladı. Ben de aynı kurguyla yazmaya çalıştım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.