2003 yılında günümüz burjuva iktisadının tartışmasız en önemli isimlerinden Nobel ödüllü Robert Lucas ekonomik kriz meselesinin nihai olarak çözüldüğünü yedi düvele ilan etmişti. Fakat bunun üzerinden henüz beş yıl bile geçmeden patlak veren kriz, egemenlerin “çıktık çıkıyoruz, ha gayret” mavralarına rağmen küresel çapta etkilerini farklı şekillerde göstermeye devam ediyor. Burjuvazi, bir yandan krizin faturasını emekçilere […]
2003 yılında günümüz burjuva iktisadının tartışmasız en önemli isimlerinden Nobel ödüllü Robert Lucas ekonomik kriz meselesinin nihai olarak çözüldüğünü yedi düvele ilan etmişti. Fakat bunun üzerinden henüz beş yıl bile geçmeden patlak veren kriz, egemenlerin “çıktık çıkıyoruz, ha gayret” mavralarına rağmen küresel çapta etkilerini farklı şekillerde göstermeye devam ediyor.
Burjuvazi, bir yandan krizin faturasını emekçilere ödetmek için binbir takla atarken, diğer yandan da beş senedir tünelin sonunda ışığın gözüktüğünü tekrarlıyor.
Ancak görünen o ki, Amerikan ekonomisinin toparlanma belirtileri göstermesi bağlamında büyük umutlarla girilen 2015, beklentilerin aksine ekonomik durgunluğun yayılmaya ve derinleşmeye devam ettiği, kapitalist üretim tarzına has belirsizlik ve kaosun kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir yıl olacak.
Yeni raporlar
Fiilen küresel emperyalist düzenin ekonomi bakanlığı işlevini yürüten IMF ve Dünya Bankası’nın son yayınladıkları raporlarla başlayalım.
Her yıl nisan ve ekim aylarında olmak üzere iki kez Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nu yayınlayan IMF, geçen ekim ayına ait tahminlerini 20 Ocak’ta değiştirmek zorunda kaldı. Buna gerekçe olarak, (i) petrol fiyatlarındaki sert düşüş; (ii) 2014 yılındaki toplam küresel büyümenin, tek tek ülkelerin büyüme performansındaki farklılıkları gizleyerek yanıltıcı bir etki yaratması; (iii) özellikle dolar, euro ve yendeki oynaklık; ve (iv) gelişmekte olan piyasalarda risklerin ve faizlerin artması gösterildi.
Fazla detaya girmemek kaydıyla, yukarıda sıralanan dört etmenden birincisi hariç hepsinin tahminler yapılırken de malum olduğunu, ancak IMF gibi kendine has görme bozuklukları olan kurumlarca yok sayıldığını söylemek mümkün. Ne zaman ki mızrak çuvala sığmamaya başlıyor, IMF bazı gelişmeleri “beklenmedik” ilan ederek yeni tahminlerini piyasaya sürüyor.
Aynı IMF, küresel sermayenin tefecisi olarak senelerdir onlarca ülkeye dayattığı kemer sıkma ve yapısal reform politikalarını (Troyka ile birlikte) en son Yunanistan’da doruk noktasına ulaştırıp emekçileri büyük bir yıkıma sürükledikten sonra, Haziran 2013’te kemer sıkma politikalarının Yunan ekonomisine büyük zarar verdiğini itiraf etmişti.
Konumuza dönersek, Ocak ayında yayınladığı raporda IMF, küresel çapta yatırımlardaki zayıflığın ve orta vadeli büyüme beklentilerindeki bozulmanın (siz “görünürde krizden çıkış yok” olarak okuyun) neticesinde, büyüme tahminlerini değiştirdiğini duyurdu. ABD dışındaki birçok merkez ülkenin 2015 ve 2016 yılındaki tahmini büyüme oranları %0.2 ile %0.5 arasında düşürülmüş.
Değişimin küçük gözükmesi aldatıcı olabilir. Kanada ve İngiltere’yi dışarıda bırakırsak, bahsi geçen merkez ülkelerin mevcut koşullarda yıllık ancak %1 – %1.5 oranında büyüyebildiğini, dolayısıyla oranlardaki değişikliğin önemli olduğunu söylemeliyiz.
Gelişmekte olan piyasalar için de durum daha iç açıcı değil: IMF’nin sınıflandırmasına göre bu kategoriye giren ülkelerin 2015 yılı için toplam büyüme tahmini %4.9’dan %4.3’e düşürülmüş. Çin ve Hindistan’ın devasa kütleleriyle bu ortalamayı yukarı çektiğini (bu iki ülkenin gözden geçirilmiş 2015 büyüme tahminleri sırasıyla %6.8 ve %6.3), dolayısıyla geri kalan ülkelerin ortalamasının çok daha aşağıda olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Çin, Hindistan ve diğer “gelişmekte olan” ülkelerin büyüme potansiyelinin bu oranların üzerinde olduğunu, dolayısıyla ne gerçekleşen büyüme oranlarının, ne de önümüzdeki yıllara ilişkin tahminlerin küresel sermayeyi tatmin etmediği aşikar.
Zaten, Dünya Bankası da Ocak ayında yayınladığı Küresel Ekonomik Görünüm Raporu’nda 2014 yılında gerçekleşen büyüme oranlarının hayal kırıklığı yarattığından dem vuruyor ve 2015’in de iyileşmeden çok risk ve durgunluk sinyali verdiğine dikkat çekiyor.
%3 olarak gerçekleşmesi beklenen 2015 yılı küresel büyüme oranının finansal piyasalardaki çalkantılar, çevre ülkelerdeki kırılganlıklar, Avro Bölgesi ve Japonya’daki derin durgunluk ve deflasyon ihtimali, ve jeopolitik riskler nedeniyle tehdit altında olduğunu belirten Dünya Bankası, büyümeyi destekleyici nitelikte esnek para ve maliye politikalarını salık verse de, ruh ikizi IMF’nin izinden giderek mali disiplin ve finansal istikrar ilkelerinden taviz verilmemesi gerektiğini vurguluyor.
Güncel gelişmeler
Son birkaç ayda küresel ekonominin gündemini belirleyen gelişmelere hızlıca bir göz atalım:
Deflasyon baskısının iyiden iyiye hissedilmeye başladığı Euro Bölgesi’nde işler Yunanistan’da SYRIZA’nın, İspanya’daysa Podemos’un iktidar yürüyüşüyle iyice karıştı. İki partinin de neoliberal reçeteleri reddeden çizgisinin geniş bir tabanda karşılık bulması, egemenlerin diliyle “siyasal belirsizlik” yaratarak “piyasaları tedirgin ediyor”.
Burjuvazinin bu bağlamda “belirsizlik” dediği, aslında tam da kendi hegemonyasının sarsılma ihtimali.
Beş senedir en ufak bir krizden çıkış emaresi gösteremeyen Euro Bölgesi’nin imdadına sonunda Amerikan modelini uygulama kararı alan Avrupa Merkez Bankası (AMB) yetişti ve önümüzdeki bir buçuk yıl içinde piyasaya 1140 milyar euro enjekte edeceğini duyurdu.
Ancak, Euro Bölgesi’ni oluşturan ülkelerin kendi aralarındaki çıkar çatışması (örneğin Almanya Euro’nun değerini düşürecek bu hamleye uzun süre direndi, kararı da gönülsüz bir şekilde destekledi), birliğin kendine özgü yapısal sorunları (üye ülkelerin içindeki sömürü ilişkilerinin yanısıra ülkeler arası eşitsiz ilişkiler), birlik üyeliğinin dayattığı iktisadi politikaların AB içindeki çevre ülkelerde biriktirdiği köklü sorunlar ve bunların sebep olduğu toplumsal patlamalar nedeniyle AMB’nin parasal genişlemesinin ne derece etkili olacağı büyük bir soru işareti.
Euronun yukarıda kısaca değinilen sorunlar neticesinde yaşadığı değer kaybı, parasal genişleme beklentisinin artması ve Amerikan Merkez Bankası FED’in olası faiz artırımının yaklaşmasıyla beraber hız kazandı.
Nitekim euro, 2014 yazından bugüne dolar karşısında yaklaşık %17 değer kaybetti. Bu değer kaybı beklenmeyen başka bir gelişmeye yol açtı. İsviçre Merkez Bankası, sanayisinin AB ülkeleri karşısındaki rekabet gücünü korumak için uyguladığı 1 euro = 1.20 tamponunu kaldırdı. Bu kararın sebebini kısaca şöyle açıklayabiliriz:
Dünyanın dört bir yanından, özellikle de Avrupa ülkelerinden gelen ve kimseye hesap vermek istemeyen (kara) para, İsviçre’yi güvenli liman olarak görüyordu. İsviçre Merkez Bankası frankın değerini korumak için ülkeye akan dövizi piyasadan çekerek kendi rezervlerinde depoluyor, bu dövizin yerine piyasaya frank veriyordu.
Eurodaki değer kaybının AMB’nin parasal genişleme açıklaması ile hızlanacağını tahmin eden İsviçre Merkez Bankası, hem değeri euro ile belli bir oranda sabitlenmiş frankın değer kaybını önlemek, hem de piyasaya sürülecek milyonlarca euronun gelip kendi rezervlerine çöreklenmesini önlemek amacıyla sabit kur uygulamasını kaldırdı ve faiz oranını 0.25’ten -0.75’e indirdi.
Yeni yılın ilk ayında zaten “dokunsan ağlayacak” durumdaki küresel piyasalara ilk darbe böylece İsviçre Merkez Bankası’nın sebep olduğu kurdaki ani değişiklikten geldi.
Rusya ve Uzakdoğu
Rus ekonomisi zaten resesyonun sınırlarında gezindiği 2014’ün sonunda, kamu gelirlerinin yaklaşık yarısını, ihracatının da önemli bir bölümünü oluşturan petroldeki fiyat düşüşünün (bunun bir ABD komplosu olup olmadığı başka bir yazı konusu), Ukrayna’da yaşanan politik krizin ve bunun sonucunda Batı tarafından uygulanan ambargonun, risklerin artması sonucunda ülkeden sermayenin kaçmasının ve rubledeki büyük değer kaybının sonucunda adeta yere çakıldı.
Özel sektörün dolar bazındaki borcu, kurdaki dalgalanmalar ve petrol fiyatlarının eski düzeyinin çok altında kalacak olması Rus ekonomisi için uzun ve derin bir bunalımın sinyallerini veriyor.
Uzakdoğu’daki devlerde de durum pek iyi görünmüyor.
Japonya’daki genişleyici parasal ve mali politikalar ilk planda olumlu sonuç verir gibi gözükünce hükümet, %8’e varan bütçe açıklarını (ve dolaylı olarak da gayri safi milli hasılanın %240’ını aşan kamu kesimi borç yükünü) azaltmak için vergilerde artışa gitti. Fakat Japon hükümetinin ekonomik durumu toz pembe gördüğü ortaya çıktı ve yirmi yılı aşkındır devam eden kriz, kendini bu sefer resesyon (ekonominin iki çeyrek art arda daralması) şeklinde açığa vurdu.
Öte yandan ücretleri baskılayarak rekabetçiliğini artıran ve ihracat merkezli modeliyle kendi emekçilerini fakirleştirerek büyüme rekorları kıran Çin, son 24 yılın en yavaş büyüme düzeyine gerilemiş durumda. Küresel talebin zayıflığının yanı sıra, iç talebin uygulanan model nedeniyle zaten güçsüz olması ve emlak sektöründeki büyük balon bu yavaşlamanın ana sebepleri olarak gösterilebilir.
Çevre ülkeler
Son olarak, fazla detaya giremeyecek olsak da, Türkiye’nin de içinde bulunduğu çok sayıda “gelişmekte olan piyasa”yı, özellikle FED’in faiz artırımına gidecek olması nedeniyle daha da zor günlerin beklediğini söyleyebiliriz.
Neoliberal saldırının başladığı seksenli yıllardan itibaren birçok ülkeye IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla “yapısal uyum programları” dayatıldı. Bu ülkeler, sanayileşmiş merkez ülkeleriyle rekabet edecek üretkenlik düzeyine sahip olmadıkları halde serbest ticaret antlaşmaları ve finans hesaplarının sermaye akımlarına açılması yoluyla küresel piyasalara “entegre” edildiler.
Bu politikalar, kimi zaman askeri darbe (örn. Şili, kısmen Türkiye), kimi zaman da krize giren ülkelere “reformlar karşılığında” borç verme yoluyla dayatıldı.
Sürecin devamında, çevre ülkeler kronik olarak yüksek dış ticaret açığı ve cari açık vermeye başladılar. Bu açıkların finansmanı da yine küresel piyasalardan gelen sıcak para ile sağlandı. Sıcak parayı çekmek için yüksek faiz uygulayan çevre ülkeler, yüksek faiz – aşırı değerli kur – yüksek cari açık sarmalına kapıldı.
Böylece, sermaye, kar oranlarının düşük olduğu merkez ülkelerde yatırıma dönüşmek yerine, faiz oranlarının yüksek olduğu çevre ülkelere akın ederek artı değer pastasındaki payını arttırma yoluna gitti.
Bu esnada, herhangi bir sebeple (örn. politik krizler, söz konusu ülke ekonomilerine olan güvenin – uygulanan modelin doğal sonucu olan – yüksek borç oranları nedeniyle buharlaşması, vs.) çevre ülkelere sıcak para akışının durması, ya da daha da kötüsü sermaye kaçışının başlaması, son 20 yılda en sık gözlemlenen kriz mekanizması haline geldi.
İşte, FED’in Amerikan ekonomisindeki nispi toparlanmayı gerekçe göstererek önce tahvil alımlarını (parasal genişleme) sonlandırması, bir sonraki adımda ise faizleri yukarıya çekmeyi planlaması tam da yukarıda bahsettiğimiz sıcak para bolluğunun bitmesi, doların çevre ülkelerden çekilerek tekrar Amerika’ya dönmesi anlamına geliyor.
Sonuç olarak, bu ülkelerin para birimlerinin değer kaybetmesi, borç çevirmenin zorlaşması, borç maliyetlerinin artması, iflaslar, ve ani çakılmalar olası gözüküyor.
Yani, burjuvazi bir paradoksun içine saplanmış gözüküyor: bir yandan uzun süredir içinde debelendiği küresel krizin artık bitmesini arzularken, diğer yandan da dünyanın en büyük ekonomisi olan Amerika’nın parasal sıkılaşmaya (faiz artırımı) gitmemesi için – dolayısıyla Amerikan ekonomisinin krizden görece de olsa çıkmaması için – dua ediyor.
Uyku, inkar ve hipnoz
Bu yazıda, küresel ekonomideki güncel gelişmelere ve 2015 yılına dair beklentilere sermayenin gözünden bakmaya çalıştık.
Kapitalist rekabet, her tekil sermayeyi diğerlerinden daha fazla büyümeye mecbur koşuyor. Büyümenin olmadığı koşullarda sermaye, sermaye olmaktan; kapitalizm de kapitalizm olmaktan çıkar. Tam da bu yüzden, IMF ve Dünya Bankası nezdinde egemenlerin gözünden ekonomiye baktığımız zaman, büyüme dışındaki her şey ikincil kalıyor.
Sürekli büyüyen bir pastanın nasıl bölüştürüldüğü (son zamanlarda burjuva medyada bile en zengin %1’lik kesimin dünya nüfusunun %50’sinden daha fazla zenginliği elinde bulundurduğuna dair haberler çıkıyor), bu büyümenin hangi koşullarda ve ne pahasına gerçekleştirildiği soruları ya sorulmuyor, ya da sistemin temel dinamiklerini ve yapısal özelliklerini sorgulatmayacak şekilde ahlaki bir retoriğe hapsediliyor.
Bunun yanı sıra, “krizden çıkış reçetesi” olarak önümüze koyulan programların nihai olarak ispatlanmış bilimsel bir içeriğe sahip olduğuna inanmamız bekleniyor.
Örneğin, bir yandan merkez bankalarının (siyasetçilerden) bağımsızlığı yasal güvence altına alınırken, para politikasının görev ve hedeflerinin sınırları da (enflasyonla mücadele ve finansal istikrar) aynı yasalarla katı bir şekilde çiziliyor. Bu sayede, enflasyon hedeflemesinin reel ücretleri baskılamaya yönelik çok etkin bir araç olduğu gerçeği görünmez kılınıyor.
Benzer şekilde, kitlelere “mali disiplin” olarak satılan kamu harcamalarındaki kesintiler ve özelleştirmelerin, piyasaların tümüyle özel sektöre özgü “verimlilik” anlayışına terk edilmesi, yani istihdamdaki olası bir sıçrama sonucunda emeğin pazarlık gücünün ve ücretlerin artmasının önüne geçilmesi anlamına geldiği gerçeği hasıraltı ediliyor.
Kuşkusuz bu saydıklarım bahsedilen politikaların yegane varlık sebebi değil, ancak yine de sınıf çıkarlarının egemenler tarafından nasıl gayrı-sınıfsal bir retorikle güvenceye alındığını gözler önüne seriyor.
Enflasyonla mücadele ve finansal istikrarı sağlamakla yükümlü kılınmış merkez bankalarının bağımsızlığı (!), ve örneğin Avrupa Birliği’nin Maastricht Kriterleri’yle konsolide ettiği “mali disiplin” politikaları, objektivizm ve bilimsellik maskesi altında her türlü demokratik denetim ve değişim tehlikesinden uzak tutularak, sınıf çıkarlarının kendini kurumsallaştırmasının en güzel örneğini teşkil ediyor.
Sonuç olarak….
2015 yılının “küresel piyasalar” açısından çok olumlu gelişmelere gebe olmadığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Mevcut güç dengeleri göz önünde bulundurulduğunda, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da faturanın emekçilere kesileceğini tahmin etmek zor değil.
Krizin devam etmesi, derinleşmesi ve coğrafi olarak yayılması, bir etki-tepki mekanizması yoluyla ezilenlerin kendilerine giydirilen deli gömleğini parçalayarak mevcut hegemonyayı yıkacak veya sarsacak darbeler indirecekleri anlamına gelmiyor.
Bunun en yakın örneği, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en derin ekonomik krizi olan 2000-2001 krizinin, neoliberalizmin konsolidasyonu yolunda en önemli adımların atılmasıyla sonuçlanmış olmasıdır.
Kısacası, ezilenlerin örgütlü mücadelesini yükseltemediğimiz müddetçe, krizi bir fırsat yahut acil çıkış kapısı olarak görmek saf bir beklenti olmaktan öteye geçemiyor.
Güçlü bir devrimci öznenin olmadığı koşullarda kriz, kurtuluşa değil, sömürü ve tahakkümün derinleşmesine kapı açıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.