“İslam dini barış, merhamet ve kardeşlik dinidir” gibi tarihsel gerçeklikle ilişkisi olmayan güzellemeler bütünüyle din üzerinden siyasal egemenlik tesis etmeye çalışan egemen sınıf ve zümrelerin ezilen sınıflar üzerinde ideolojik hegemonyayı pekiştirme çabasından başka bir şey değildir IŞİD’in Ürdünlü pilotu yakarak öldürmesi bugüne kadarki kelle keserek öldürmelerini de gölgede bırakan bir vahşet gösterisi olarak değerlendirildi ve […]
“İslam dini barış, merhamet ve kardeşlik dinidir” gibi tarihsel gerçeklikle ilişkisi olmayan güzellemeler bütünüyle din üzerinden siyasal egemenlik tesis etmeye çalışan egemen sınıf ve zümrelerin ezilen sınıflar üzerinde ideolojik hegemonyayı pekiştirme çabasından başka bir şey değildir
IŞİD’in Ürdünlü pilotu yakarak öldürmesi bugüne kadarki kelle keserek öldürmelerini de gölgede bırakan bir vahşet gösterisi olarak değerlendirildi ve İslami kesim güçlü bir koroyla “bunun bizimle bir alakası yok, İslam barış ve merhamet dinidir” şeklinde özetlenebilecek bir karşı savunuya girişti. Henüz bahsettiğimiz “yakarak cezalandırma”(1) olayı yaşanmadan önce piyasaya çıkan Tarih dergisi “Hristiyanlık ve Müslümanlıkta din kisvesine bürünmüş zulüm, cinayet ve katliamlar” konulu dosyayla çıktı. Dergi, son dönemde IŞİD’le simgeleşen “dini şiddet” uygulamalarının gerçek dinle ilgisi olmadığını vurgulamak için dergi kapağında “TANRI BÖYLE BUYURMADI” başlığını kullandı.(2)
Yazıya sonda söyleyeceğimizi ilk önce söyleyerek başlayalım. Dinler tarihi aynı zamanda şiddet ve savaşlar tarihidir. Yani hem başka din ve kabilelere karşı hem de egemen olan din anlayışına karşı olan içeriye karşı… Ne Musevilik ne Hristiyanlık ne de İslam dini bu tablonun dışında kalabilir. Kuşkusuz bu tek başına dini bir olay değildir. İnsanlığın toplumsal/siyasal tarihinin belli bir dönemine damgasına vuran din olgusunun siyasal/toplumsal ilerleyiş sürecinin doğal yöntemlerinden biri olan savaş/şiddet yöntemini kullanmak zorunda kalmasıyla ilgilidir. Tıpkı modern çağlardan bugüne din dışı “laik” egemenliklerin güçlerini korumak ve yaygınlaştırmak için yaptıkları gibi…
Dinsel kaynaklarda yer alan ilahi cezalandırma uygulamaları olan Nuh Tufanı vb. efsaneleri veya inanmayanların karşılaşacakları cehennem azabı bilinmezliğini bir kenara bırakırsak dinsel şiddeti anlamak için gerçek hayata bakmak gerekir.
İnsanlık tarihinde “felsefe” nasıl “din felsefesi” ile başlamışsa siyasal tarih de dinler tarihi olarak şekillenmiştir. Bu nedenle o dönemlerde dünyevi olan her şey aynı zamanda esas olarak dinidir de… Aydınlanma dönemine kadar Hristiyanlık için de böyledir, günümüze kadar genel olarak İslam için de… Dolayısıyla geçmişten günümüze kadar din olgusu, siyasal egemenlik sürecinin içerisinde doğrudan bir güç veya dolayımlı hegemonya aracı olarak yer almıştır ve almaya devam edecektir.
Bu nedenle “Aslında İslam dini barış, merhamet ve kardeşlik dinidir” gibi tarihsel gerçeklikle ilişkisi olmayan güzellemeler bütünüyle din üzerinden siyasal egemenlik tesis etmeye çalışan egemen sınıf ve zümrelerin ezilen sınıflar üzerinde ideolojik hegemonyayı pekiştirme çabasından başka bir şey değildir.
Kur’an’da yer alan “merhamet” veya “şiddetle cezalandırma” uygulamalarını ayetlerin “indirildiği” dönemin siyasal ihtiyaçlarına göre ele almak gerekir. Zaman ve mekândan bağımsız bir değerlendirmeyle tek başına İslam dini şiddet dinidir ya da merhamet ve barış dinidir demenin bir anlamı yoktur. Çok sık kullanılan Bakara Suresinin 256. Ayeti “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” diyerek Allah’a inancın bireylerin gönüllü tercihiyle ilgili bir husus olduğuna vurgu yapıyor. Oysa Tevbe Suresinin 5. ayeti farklı bir şey söylemektedir: “Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekatı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an’da buna benzer yüzlerce ayeti bulmak mümkündür. Ancak İslam dininin şiddetle ilişkisini anlamak için daha çok toplumsal süreçlere bakmak ve orayla ilişkisini kurarak değerlendirmek gerekir. İslam dininin küçük bir kavimle başlayıp Medine’de kurumsallaşma, 2. halife Ömer ile birlikte fetih hareketlerine girişerek yayılma, Muaviye ile birlikte devletleşme süreci aynı zamanda bu sürecin önünde duran içerideki ve dışarıdaki herkesin büyük bir savaş ve şiddet uygulamasıyla tasfiye edilmesi sürecidir.
Özetle İslami egemenlik bırakın İslam dışı kesimleri, İslam içi egemenlik ilişkilerinin tesisi sürecinde bile kendi dindaşlarına karşı inanılması zor bir şiddet ve zulüm politikası uygulamıştır. İslam tarihinin kanayan yarası Kerbela olayı da bu sürecin bir parçasıdır. Bugün “barış” ve “sevgi” esası üzerine kurulu Alevilik felsefesinin feyiz aldığı İslam’ın 4. halifesi Ali de kendi halifeliği döneminde özellikle haricilere karşı uyguladığı şiddet ve dinden dönenlere karşı olan hoşgörüsüzlüğü ile bilinmektedir ki sonunda bir harici tarafından öldürülmüştür. Bu şiddete dayalı politika sonucunda İslam’ın 4 halifesinin 3’ü muhalif Müslümanlar tarafından öldürülmüştür.
(1) Tarihçilere göre Ürdünlü pilotun başına gelen yakarak cezalandırma olayı ilk halife Ebubekir zamanında çok sık uygulanan bir yöntemdir. Muhtemelen IŞİD bu referansla böylesi bir cezalandırma yöntemine başvurmuştur. (Leoni Caetani, İslam Tarihi (Aktaran Faik Bulut, Allah Devletinde Demokrasi sf:203)
(2) Dergi “kutsalı incitmemek” adına böyle bir başlık atmış ama içerideki yazıların tamamı İslam tarihinin savaş ve zulümle yazıldığını anlatan yazılardan oluşuyor. İhsan Eliaçık yazısında “14 asır boyunca İslam dünyasının barış içinde geçen 10 yılı bile yoktur” saptamasını yapıyor.