AKP kelimenin tam anlamıyla tanınmaz halde. Üç Y’ye (Yoksulluk, Yolsuzluk, Yalan) karşı mücadele edeceğim, Türkiye siyasetine yeni bir üslup getireceğim diye iktidara gelen AKP’den şimdi eser bile okunmuyor. Bu tür söz ve ilkelerin izi bile kalmamış bulunuyor. AKP’nin geldiği nokta da tamı tamına her diktatörlüğün sonunda geldiği noktaya benziyor. Tarihteki diktatörlüklerin yaşadıkları son nasıldır? Önce […]
AKP kelimenin tam anlamıyla tanınmaz halde. Üç Y’ye (Yoksulluk, Yolsuzluk, Yalan) karşı mücadele edeceğim, Türkiye siyasetine yeni bir üslup getireceğim diye iktidara gelen AKP’den şimdi eser bile okunmuyor. Bu tür söz ve ilkelerin izi bile kalmamış bulunuyor. AKP’nin geldiği nokta da tamı tamına her diktatörlüğün sonunda geldiği noktaya benziyor. Tarihteki diktatörlüklerin yaşadıkları son nasıldır? Önce bir havayla, bazı temel doğruları esas alarak ve toplumun ihtiyacına dikkat ederek iktidara gelirler. Sonra iktidar onları kendilerinden geçirir. Giderek etraftaki küçük dağları ben yarattım demeye başlarlar. Tabi bundan sonra da başlangıçtaki her şey tersine dönmeye başlar. Uzlaşmacılık yerini kavgaya, toplumun ihtiyacına dikkat etme yerini kendi dayatmasına, alçakgönüllülük yerini herkese üstten bakmaya, ilkeli ve ahlaklı hareket yerini yalan ve hileye bırakır. Giderek diktatörlük tecrit olur ve daha fazla asker ve polis baskısına dayanarak iktidarını korumaya yönelir. Artık kaçınılmaz son yaklaşmıştır: Yok olma!
AKP’deki durum da tamı tamına buna benziyor. 2002’de büyük bir heyecan ve tevazu ile yola çıkan AKP, nereden nereye geldi! Hem İslami söylemi, hem sol söylemi ve hem de demokratik söylemi birlikte yürütüyordu. “Her türlü karşıtlaşmaya ve kavgacılığa karşı Türkiye siyasetinde uzlaşmacılığı ve hoşgörüyü temsil edeceğini” söylüyordu. Siyasetçiler arasındaki karşıtlık ve kavgadan bıkmış Türkiye insanı için bu sözler ne kadar da çekici geliyordu!
2002’deki AKP çok büyük oranda solcuya benziyordu. Yoksulluğa, yolsuzluğa ve yalana savaş açtığını belirtiyordu. Dürüst bir yönetime hasret kalmış olan Türkiye toplumu bu temelde söylenen sözlerden ne kadar da çok etkileniyordu! Sadece Türkiye toplumu mu; dış dünya da benzer bir durumu yaşıyordu. Neredeyse AKP Sosyalist Enternasyonal’e üye edilecekti!
Kendi içinde etrafa güven veren genç bir kadroydu. Çelik bir çekirdek etrafında halka halka farklı kesimlerin çevrimleri oluşuyordu. Dışarıdan bakınca insan “Tam bir dava arkadaşlığı var” diyordu. Öyle ki bu yürüyüşün önünü kesmeye Türk siyasetinin en usta vaazcısı olan Necmettin Erbakan’ın bile gücü yetmemişti.
Peki şimdi ortada ne var? İnsan rahatlıkla “Tüm bunların tersi” diyebilir. Gerçekten de on üçüncü yılda AKP, başlangıçta söylediklerinden ve yaptıklarından büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Ortada “Engin dağları ben yarattım” diyen ucube bir diktatörlük vardır.
Her şeyden önce, siyaset alanında uzlaşmacılık ve hoşgörüden eser bile kalmamıştır. Şu Meclis’te yaşananlara bir bakın! Demirel-Ecevit kavga döneminin Meclisi’ne ne kadar da çok benziyor! İçlerinde değerli Ertuğrul Kürkçü’nün de bulunduğu çok sayıda milletvekili AKP saldırıları sonucunda yaralanmış bulunuyor.
Başta tüm muhalefet partileri olmak üzere çoğunluk toplumsal kesimlerin karşı çıkmasına rağmen, AKP kendi iktidarını korumak üzere kurulmuş “Kamu Güvenliği Yasası” adını verdiği tasarıyı kanunlaştırmak istiyor. Açıkça Türkiye’yi faşist bir polis devleti yapmak istiyor. Tabi “İleri Demokrasi” ve “Çözüm Süreci” sözlerini dilinden bırakmayarak bunu yapıyor!
Sözde teröre ve uyuşturucuya karşı çıkıyor, özünde ise kendi iktidarını (Buna Saray’ı diyenler de var) güvenceye alan bir yasal sistem getirmek istiyor. Belli ki iktidarın sonuna gelinmekte olduğunu kendileri de anlıyor. Artık eski yöntemlerle iktidarı koruması ve yaşatması mümkün değil. Bu durumda faşist bir polis devletini teşkil ederek kendi güvenliğini sağlamaya çalışıyor.
Bunun için Meclis’te muhalif milletvekillerine tıpkı yeniçeriler gibi saldırıyor. Sadece karşıtlık ve kavga da değil, neredeyse tam bir savaş var. Söz konusu savaş sadece yumruklarla da sürmüyor, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ağzından neredeyse kan damlıyor. Karşıtlarına dönük söylemedik söz bırakmıyorlar.
Son on dört aydır Tayyip Erdoğan’ın “Paralel yapı” diye tabir ettiği eski dostu ve ortağı Fetullahçılar için söylediklerini şöyle bir sıraya dizin! Deniyor ki “Toplum cinnet geçiriyor”. Böyle sözler söyleyen bir kişinin yönetiminde toplum cinnet geçirmez de ne yapar? AKP, karşıtlık ve kavgacılıkta şimdiye kadarki tüm partileri geride bırakmış durumdadır. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye siyasetinde AKP kadar pragmatist başka bir parti olmamıştır ve de yoktur. AKP, takiyecilikten de öteye, “Her şey AKP’nin iktidarı içindir” ilkesini tamı tamına uygulamaktadır. Herhalde bağlı olduğu tek ilke de budur.
Son üç-beş senedir üç Y’ye karşı mücadelenin yerinde yeller esmektedir. Zaten yoksulluk ve yalancılığa karşı AKP hiç mücadele etmedi. Başlangıçtaki birkaç yıl “Yolsuzluğa karşı mücadele ettiğini” söylüyordu, fakat onun da sonu cılk çıktı. Ayakkabı kutuları içinde saklanan dolarlar ortaya çıkınca, devr-i Abdulhamit’te görünene benzer bir biçimde “Ayakkabı kutusu” gibi bazı kavramların kullanılmasını yasakladı.
AKP iktidarının günümüzdeki hali, tarihte görünen diktatörlüklerin son dönemlerini yansıtıyor. Başlangıçta Tayyip Erdoğan’ın etrafında oluşan çekirdekten eser bile yok. Uzun süre ekonominin hakimi ve Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu konumunda olan Adullatif Şener zaten çoktan yollarını AKP’den ayırmış bulunuyor. Hem de AKP’yi diktatörlükle suçlayarak ve başlangıçtaki çizgiden koptuğunu söyleyerek.
Şimdi eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de Tayyip Erdoğan’dan ayrı düşündüğü ve bu nedenle cumhurbaşkanlığı sonrası dışlanmış olduğu anlaşılıyor. Geriye Bülent Arınç kalıyor ki, yıllardır onun başına gelenlerin de pişmiş tavuğun başına gelmediği ortada. Her fırsatta ters düştüğü ve azar işittiği Tayyip Erdoğan’la ciddi ayrılıklar yaşıyor. Başlangıçta bir ekiple yola çıkmış olan Tayyip Erdoğan’ın bugün tek adam olarak ortada yalnız kalmış olduğu herkesçe görülüyor. İçine düştüğü yalnızlık Tayyip Erdoğan’ı gerdikçe geriyor ve o da aynı gerginliği topluma yansıtıyor. Yaşadığı yalnızlığı ve güçsüzlüğü gizleyebilmek için de her gün geniş katılımlı mitingler yapıyor ve çok kararlı görünmek için kabadayıca davranıyor.
Oysa eski “Sır küpüm” dediği Hakan Fidan için söyledikleri ortada. Bir tür “Bırakıp kaçtı” demeye getirdi. “Yalnız da kalsam bu mücadeleyi sürdüreceğim” diyerek, yaşadığı yalnızlığı gayri ihtiyari ifade etmek zorunda kaldı. Bir de kendisinin ve ailesinin “Tehdit edildiğini” söyledi. Bugün de yandaş gazeteler kızına “Suikast planlandığını” yazıyorlar. Belli ki her diktatörlük gibi, AKP’ninkini de can korkusu sarmış bulunuyor! Öyle anlaşılıyor ki, “Kamu Güvenliği Yasası” adıyla çıkarılmak istenen yasa bu korkunun sonucu ve kendi can güvenliğini sağlamak için çıkarılıyor. Bu nedenledir ki, herkesten çok Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bu yasa mutlaka çıkacaktır” diyor.
Her diktatörlük gibi, Tayyip Erdoğan’ınkinin de artık sonunun geldiği anlaşılıyor. Derler ya, korkunun ecele çaresi yokmuş! Ne yapsa da Tayyip Erdoğan yönetiminin sonu gelmiştir ve artık yıkılacaktır. Bari yıkılırken ülkeye ve topluma zarar vermese!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.